Hissediyorum öyleyse varım
Sorarım zaman zaman kendime: “Hangisi daha güçlüdür aslında?”
Duygusal olanlar mı, gerçekçi olanlar mı?
Yani romantikler mi, yoksa realistler mi?
Güçlü olanlar, yüreğinin sesini dinleyenler midir; yoksa aklını
kullananlar, mantığının peşinden gidenler mi daha güçlüdür?
Mantık insanı mı olmak doğru, duygu insanı mı?
Talimatları usundan alan mı daha mutludur, yoksa hislerinin patronajında
yaşayan mı?
Çok derin bir tartışma konusudur bu gerçekten.
Saatlerce, günlerce üzerinde konuşsanız dahi, “konsensüs”ü zor bir
polemiktir…
Çoğunlukla da kısır döngüye açılır zaten bu tartışma…
***
Bazıları diplomatik, hatta biraz da politik bir yaklaşımla “denge”yi
savunurlar…
Katılmam…
İşin içinden çıkamayıp, yanıtı “yuvarlamaya” benzer bence bu biraz.
Dengeyi kurmanın imkânsızlaştığı, mantık ve duyguların adeta iki ayrı
kutupta konuşlandığı bazı durumlar, anlar, olaylar olabilir insanın
hayatında.
Ve çoğu önemli karar da aslında bu koşullar altında alınır…
İşte, böyle bir durumda “denge” demek, açıkçası “Ne şiş yansın ne kebap”
yaklaşımını çağrıştırır bana.
“Ne şiş yansın ne kebap” diyemezsiniz bazen…
İkisini de yakıp, aç kalmak da ihtimal dahilinde…
Birinden birini yakmanız; birinde karar kılıp diğerinden vazgeçmeniz
kaçınılmaz olabilir.
Yani ya duygularınıza kulak vereceksinizdir ya da mantığınıza.
İşte kaosun kucağına düştüğünüz andır bu an…
***
Bence iki yaklaşım arasındaki farkı belirleyen kriter “risk” kavramında
gizli.
Mantığına kulak verenler, yani gerçekçi insanlar risk almayı sevmezler…
Duygulara kulak vermek bazen hatalara yol açabilir ki bu da bedel ödetir
insana.
Dolayısıyla içlerinden gelen sesi kısıp mantığa kulak verirler.
Risk almamak için, hata yapmamak için…
Ama “başarısız” olmamak her zaman “başarılı” olmak mıdır?
Mutsuz olmamak, mutlu olmakla eşdeğer midir her zaman?
***
Kıyıdan ayrılmayı göze almayanlar asla okyanuslara ulaşamazlar.
Okyanusun enginliği özgürlük hissiyle doldurur insanın yüreğini…
Ama dalga çıktığında batmak da var…
Şu durumda kıyıdan ayrıl(a)mayan kimse, bu riski göze almayıp başarılı
mı olmuştur yani?
Mevcutla yetinip daha güzeline, daha iyisine yönelik arzusunu
bastırabilen midir başarılı olan?
***
Genç girişimci adaylarına verdiğim bir konferansım var.
İlginç portreler anlatıyorum o konferansımda…
Örneğin Guy Laliberte’nin öyküsünü…
Adam bir sokak çalgıcısı; ateş yutan bir sokak şovmeni…
1987 yılında Los Angeles’da bir sanat festivali tertip ediliyor.
Tutuyor, memleketi Quebec’ten bir dans grubu getiriyor festivale…
Cebindeki para ancak grubun geliş biletlerine yetiyor, yani dönüşlerini
bile karşılayamayacak durumda.
Gösteri büyük ilgi görüyor, büyük hâsılat yapıyor…
Ve gözü kara adam, bu başarısının ardından bugün dünyanın en büyük
görsel şovlarından biri kabul edilen Cirque De Soleil’i kuruyor…
Harland Sanders’ın da hikâyesi duygularının peşinde giden insanın
zaferine güzel bir örnek…
Sanders, sahibi olduğu restoranda tavuk kızartması servis ediyor
müşterilerine…
İşleri bozuluyor, iflas noktasına geliyor.
Bunun üzerine kendi keşfi, bugün dünyanın en iyi saklanan üç gizli
formülünden biri kabul edilen tarifini pazarlamak üzere yola düşüyor…
İnanmayacaksınız ama tam 1018 restoranın kapısını çalıyor, “bende böyle
bir formül var, gelin birlikte çalışalım” diyor…
Hepsinden de olumsuz yanıt alıyor.
Yılmıyor ama…
Görüştüğü 1019. restoranın sahibi “tamam “ diyor, “bir deneyelim, bakalım.”
KFC (Kentucky Fried Chicken) efsanesi işte böyle doğuyor.
Bunun gibi çok ilginç başarı öyküleri var…
Örneğin kamyon şoförü bir babanın oğlu olan ve çocukluğu yokluk içinde
geçen Howard Schultz’un Starbuck’sı yaratması.
Yetimhanede büyüyen, bir kalıp fabrikasında çalışırken kendi atölyesini
açarak Rayban gözlüklerini yaratan Leanardo Del Vecchio’nun hikâyesi…
Üniversite bitirme tezi olan “özel posta servisi” projesi hocaları
tarafından tiye alınınca hırslanarak bugünün dev kargo firması FedEX’i
ortaya çıkartan Frederick W. Smith’in hikâyesi…
Tüm bu başarı öykülerinin kahramanlarının ortak noktası “yüreklerinden
gelen sesi” dinlemiş olmaları…
Duygularının peşinden koşup, riski göze almaları…
Eminim onların da çevrelerinde “gir bir işe, aydan aya düzenli bir
gelirin olsun, ona göre yaşa” diye öğüt veren “mantıklı” dostları vardı…
Onlar, bu zaferlerini bu öğütlere kulak vermemiş olmaları sayesinde
kazandılar aslında…
***
Elbette mutlulukta ve başarıda şans faktörü de önemli…
Ama “şansa şans tanımak” bile bir anlamda riskle flörtün kabulü değil mi?
Bu sadece iş yaşantısında değil, hayatın her alanında geçerli.
Risk almayan başaramaz.
Hiç denememek mi doğrudur bazı şeyleri yoksa deneyip, yaşayıp ders
çıkarmak mı?
“Ya mutsuz olursam” diye hiç evlenmeyen mi doğru olanı yapmıştır, ilk
evliliğinde aradığını bulamayıp yeniden evlenen mi mesela?
***
Son yıllarda bilim insanları bile bu konu üzerine fazlasıyla kafa
patlatmaya başladılar…
EQ (Emotional Quotient) duygusal zekâ ile IQ (İntelligence Quotient)
zihinsel zekâyı karşılaştıran psikologlar duygusal zekâsını
kullananların daha mutlu ve başarılı olduğu gerçeğiyle karşılaşmışlar.
Demek ki zekâ, mantıklı hareket etmek, her zaman geçerli ve yeterli değil.
“IQ sizi okuldan mezun eder, EQ ise hayattan!” diye bir espri vardır…
Her espride olduğu gibi bunda da bir gerçek payı vardır.
Hele hele gelmiş geçmiş en zeki insanlardan Albert Einstein bile “Hayal
gücü bilgiden önemlidir” diyerek düş kurabilen insanların hakkını teslim
etmişken.
***
Erkek egemen, kültüründe maço unsurların ağır bastığı toplumlarda
duygusallık nedense zaaf olarak görülür.
“Duygusal davranıyorsun” derler.
“Duygularına yenik düşüyorsun” derler.
Duygusallık zayıflıkla bağdaştırılır sürekli.
Tam tersidir oysa bence…
Ben, duygularını dinleyenlerin sanıldığının aksine çok daha güçlü
olduklarına inanırım.
Ve hatta çok daha yürekli…
“Aptal kahramanlar çabuk ölür” sözündeki gerçeği yadsıyamayız…
Ama “korkak bezirgân, ne kar kadar eder ne ziyan” diyen sözünün vurgu
yaptığı hususu göz ardı edemeyiz.
Denemek başarmanın ilk adımıdır…
Mantıklı hareket edip hiç risk almazsanız belki mutsuz, başarısız
olmazsınız, kabul…
Ama mutlu ve başarılı olacağınızı kim garanti edebilir?
Ve gerçek kıstas nedir?
Sizden beklenen mi yoksa sizin beklediğiniz mi?
“Düşünüyorum öyleyse varım” diyor Descartes…
Ama hayatı anlamlı kılan düşünmek kadar hissetmektir de…
Düşünmek insanı hayvandan ayırır belki…
Ama insanı gerçekten “insan” yapmaya yeter mi?
“Hissediyorum, öyleyse varım” diyebilmek de en az Descartes’ın çıkarımı
kadar önemlidir bence…
***
Samuel Beckett benim anlatmaya çalıştığımı bir iki cümleyle öyle güzel
özetlemiş ki:” Hep denedin, hep yenildin. Olsun. Gene dene, gene yenil.
Daha iyi yenil.”
Beckett’a tüm kalbimle katılıyorum…
Çünkü mutluluk, “mutsuz olmayı da göze alabilenlerin” ödülüdür aslında.