İnsan evladının kan sevdası nereden geliyor?
İnsan evladının kan sevdası nereden geliyor?
Neden kan dökmeye, döktürmeye, dökeni izlemeye, izleyip izleyip gevremeye meraklıyız?
Hele bir bakalım.
Latincede, terra sözcüğü yer – toprak demek.
Terör ile bir ilişkisi olur mu acaba?
Terror –terreur – terrere – terre – terra
Kan ve toprak, sözcük kökenleri bakımından akrabalar.
İlk insan Adem/Adam/Ad-aw-mah/aw-dom/aw-dam İbranice’de yer/toprak olduğu gibi, kan ve kırmızı anlamlarına da geliyor.
Pek çok dilde dem (diğer farklı anlamları yanında) kandır.
“Usta, çek bi demli çay!”
Tavşan kanı olsun mu?
Demi az olsun.
Peki, Doğu’yu bırakalım, Batı dünyasına kafayı uzatalım.
Hum, humus=yer, toprak demek Latincede.
Homo/humanus/human da insan.
Kan nerde kan?
Hooop! Çek bi demli kan abime.
Hema/hemo/aimada da kan.
Hemo philia kan sever mi oluyor bu durumda? Veya kanama düşkünü?
Tesadüf değil elbette, toprakla kan arasındaki bağlantı. Ne de olsa ikisi de hayatın özüne dair. Ama bizi burda ilgilendire şey, kanın kendisinden ziyade dökülmesine yönelik düşkünlük durumumuz.
“İlle aksın” isteğimiz.
İşin ‘terör’ kısmı yani.
Terra (humus) toprak, aynı zamanda ‘Ana’, malum.
Yani bereket, barınak, güvenlik, üretim, ürün, mal …
Tüm kavgaların altında da, bunu paylaşamama derdi yatıyor zaten.
(ana – kadın – ay – madde – katılaşma – bağlılık – düşüş – lucifer etkisi … gibi bir sarmala hiç girmeyelim burada)
İlk Ana’dan (Havva) olan, ilk evlatların, ilk marifetlerini biliyoruz: Kan döktüler.
Çoban ile çiftçi gibi iki yaşam biçimi birbirine girdi, Habil – Kabil üzerinden.
Habil öldü, Kabil tarihin ilk katili oldu.
Terra’dan teröre giden yoldaki temel eksen hep aynı:
1. benim olsun
2. benim gibi olsun
İnsan denilen organizma sürekli genişleme/büyüme eğilimi sergiler.
Dur durak bilmeden sahip olmak ve doğadaki mahlukatları kendi gibi yaparak, kendine benzetmek en büyük isteğidir insanın.
Bu iş de yorucu ve tahripkardır.
İnsan, oluşturduğu topluluklara (aile, cemaat, dernek, şirket, devlet, millet…) kendinden bir akıl katar. Topluluğun aklının iki temel işlevi vardır; bir yandan içindeki unsurları eğitip, kendine benzetmeye çabalar; diğer yandan da konu komşunun malına göz koyar.
Bu akıl zamanla kuşaktan kuşağa aktarılır ve bir süre sonra organizmanın bilinçdışı belleğinin ürünü olur çıkar.
Buna kültür denir mi?
Denir!
Kültür, insanların birlikte yaşamak için çevresinde dönüp durdukları, ona sarılıp güç aldıkları kadim eksen gibidir.
Birlikte, ahenkli dönüşün bir enerjisi vardır ve bu enerji gelecek kuşağa aktarılır. Aktarılan enerji, içinde “birlikte ayakta kalabilmenin, gelişmenin ilkeleri, koşulları” gibi ciddi bilgileri de taşır. Habil-Kabil kardeşlerin derdi de budur. Kültürler arası genişleme kavgası.
Peki, bu kan nasıl duracak?
1. Birer birer, birey olarak, sen, ben, o … benim olsun sevdasından vazgeçeceğiz. Sahiplenme, mala hücum, doyamama, isteme … gibi zirzoplukları bir kenara bırakacağız.
2. Yine birer birer, birey olarak, çoluk çocuğumuz ve yakın çevremizden başlayarak, insanları kendimiz gibi görme sevdasından vaz geçeceğiz. Merkez olma isteğimiz tamam da, bilmemiz gerekiyor ki, her bir birey kendi ölçeğinde bir merkezdir. Başkalarının farklı olmalarını kabullenip, bu kabullenmişliği erdeme dönüştürme gayretine girmemiz lazım.
Sonra, ancak “barış” sözcüğünü telaffuz edebilme aşamasına geleceğiz.
(İki yıl önce yazmışım, umarım 200 yıl sonra da yazmak durumunda kalmam)