İnsan Hakları Günü
Birleşmiş Milletler Genel Kurulu, 10 Aralık 1948 de 30 maddeden oluşan İNSAN HAKLARI EVRENSEL BEYANNAMESİNİ kabul eder ve 10 Aralık gününü İnsan Hakları Günü olarak ilan eder. Her insan için büyük gün! Kutlu olsun.
Nedir bu haklar? Var mıdır, yok mudur? İşimize geldiği için, biz mi var saydık? Gelin, geçmişe gidelim.
Geçen yazım da, Sokrat, Platon, Aristo derken “Eski Yunan ünlü felsefecileri “Devletçi idi” demiştim. Hatta ahlaklı insanı, “Site Devlet kurallarına uyan insan” olarak tanımlarlar, örnek Baldıran zehri ile ölüme mahkum edilen Sokrat’ın kendini kaçırmaya gelen Platon’a “Ben ahlaklı insanım, Devletimin kararlarına sonu ölüm de olsa uyarım” diyerek teklifi reddettiğini okuyabilirsiniz.
Uzatmayalım, ağırlıklı eski Yunan filozoflarının defterinde “Doğuştan her insanın bazı hakları vardırı” bulamazsınız. Farkında bile değillerdir. Site devletlerinde insanın giyimi, sakal veya bıyık bırakıp, bırakmamasını bile Devlet belirlerdi.
Peki, ne zaman yaratıldı bu insan hakları savı? Eski Roma’da, insanların ¾ ünün köle olduğu döneme yani, İsa’nın doğuş yıllarına gelmeniz gerekir. O dönem de ortaya çıkan Stoik Felsefecilerde görüyoruz. “Her insanın, devlet kanunlarından ve örflerinden önce gelen hakları vardır. Yaşama Hakkı… Barınma Hakkı…. gibi bir görüşü!
Bu felsefecilerin için de, Sokrat, Platon, Aristo gibi pek meşhuru yoktur. Ünlü olarak Roma İmparatoru Marcus Aurelius görürüz. M.S. 170 yıllarında yazdığı “Kendi mi Gözleyişim” adlı kitapta aynen “Her insanın, toplum kanunlarından, örf ve adetlerinden önce gelen doğuştan hakları vardır. Yaşama Hakkı gibi, Barınma hakkı gibi” demektedir.
Bu ne demektir. İlk defa net olarak, Marcus Aurelius; “Devlete karşı, topluma karşı bireyi savunuyor ve koruyor” demektir!
Gene, o dönemler de ortaya çıkan İbrahimi dinlerde de bu anlayışı bulursunuz. Nasıl mı?
İbrahimi dinlerin temelin de:
1- İnsana can veren Allah’tır! Bu borç’tur ve ancak o alabilir! İnsanın kendisi bile yaşamına son veremez! Verirse cehennemlik olur! İşte, size kutsallaştırılmış ve dokunulmazlık verilmiş Yaşama hakkı!..
2- Herkesi Allah yaratmıştır ve Allah indinde herkes eşittir! İşte, size kralı ve köleyi eşitleyen, bir yapan Eşitlik ilkesi!..
3- Bütün topraklar Allah’a aittir! Bir anda, o gün otorite olan cismani iktidarı topraksız bırakıyorsunuz ve insanlarda “İşlediğim toprak Tanrı’nın, ben ona ibadetimi yapıyorum, neden ürünümün büyük bir bölümünü derebeyine vereyim” bilincini ortaya çıkarıyorsunuz! İşte, size Bağımsızlık!..
İyi bakın, bu üç temel esas o tarih için bir devrimdir!..
Burada aklıma gelen şu soruyu düşünmenizi isterim;
“Acaba yukarıda saydığım özellikler, tek Tanrılı dinlerin insanlarca hızla benimsenmesinde rol oynamış mıdır? Başka deyişle, bu ilkeler bireyin menfaatine geldiği için, insan topluluklarının azı bilinçli, çoğu bilinçsiz olarak, tek tanrılı dinlere akmamışlar mıdır?”
Yeri gelmişken, size bir tespitimi de arz edeceğim;
“Peygamber, Evliya, Filozof, Düşünür, adını ne korsanız koyun, bunlar o tarihte birlikte yaşadığı ve otorite tarafından ezilen, mutsuz ve sıkıntıdaki insan için üzülen duygulu insanlardır!..
Bu insanlar, üzüle, düşüne sonunda çözüm olarak, kurtuluş teorilerini ortaya koyarlar!.. Eğer bir teori, yığınların ve bunların içinde gelişen kesimlerin menfaatine geliyorsa, otoritedeki zayıflamaya bağlı olarak, toplumca benimsenir ve iktidara gelir!..
Ne zamana kadar?
Yetemeyeceği zamana kadar!..”
İşte, insanoğlu var olduğundan bugüne, bu böyle olmuş ve olmaktadır!..
Eğer, mevcut düzen donmuşsa, otorite zayıflamış veya başka deyişle, topluma keyfilik ve kaba kuvvet egemen olmuşsa ve artık yığınlar mutlu değilse, “İnsanı mesele yapan ve yığınların sıkıntısını ve mutsuzluğunu nasıl bir düzenle sonlandırabilirime” odaklanmış hep bir güzel insan ortaya çıkmıştır!..
İşte, Semavî dinlerin ortaya çıkışında da böyle olmuş “O güne kadar ki, insanlık tarihi ve birikimlerinden de yararlanılarak, Peygamberlerin vaaz ettikleri ve o tarihte gereksinim duyulan kurallar” toplumun çoğunluğunca bir kurtuluş olarak kabul edilmiştir!..
Her ne kadar Semavî dinlerin hareket noktası; “İnsan ve insanların hepsini bir tesviyede, Bir kılmaksa da”, temeli “Şüphe etmeden İman” olduğu için, tartışılmasına izin verilmeyen, “Doğrudur” diyerek, sadece inanılan din dogmaları zaman içinde “Düşünme ve düşündüğünü söyleyebilme imkanını” yok etmiştir!.. Hele,“Ruhanî otoritenin” güç kazanmasıyla!
Nitekim, Hıristiyanlığın gelişmesi sonucu, Tanrı adına bir otorite olarak ruhban sınıfı da ortaya çıkmış ve insana tasarrufa başlamıştır.
Böylelikle, Ortaçağ’da Batı’da insana tasarruf eden “Üç Otorite” meydana gelmiştir. Tabii, Sokrat’ın, platon’un, Aristo’nun “Dualist Görüşü de, yani yaratan var, yaratılan var anlayışı da kul yarattığından” otoriteler bu görüşe dört elle sarılmışlardır.
Hıristiyanlığın gelişmesiyle Batı’da karşımıza 3 Otorite çıkar. Din adamlarının otoritesi, Derebeylerin otoritesi, Kralların otoritesi.
Bir süre sonra, bu üç otorite arasında çekişmeler başlar.
Bu çekişmeler sonunda İngiltere’ deki bu üç otorite bir araya gelirler ve yetkilerinin sınırlarını yazılı olarak belirlerler.
Bunun ilk örneği, 1215 yılında Magna Carta Libertatum (Büyük Şart) adlı belgedir.
63 maddeden oluşan bu belge ile;
1- Hükümdarla baronlar arasındaki karşılıklı hak ve görevler tanımlanır.
2- İngiliz yurttaşının can ve mal güvenliği, Siyasî Otorite tarafından kabul edilir.
3- Siyasî iktidarın vergi salmada keyfiliğine son verilir.
4- Üyelerini Magnum Konsilyum denilen bir kurulun seçeceği 25 kişilik bir bağımsız denetleme kurulunun “Gerek kralın ve gerekse krallık memurlarının işlemlerini denetlemesi hakkı” sağlanır.
Ne var ki; bu üç otorite kendi yetki sınırlarını belirlerken, “Sıradan bireyin bazı hakları olduğunu” da kabul ederler!…
Ne demek bu?
Bu, iktidar gücünü elinde tutan insanların ilk defa, “Otoritelerinin, bireyin bazı hakları ile sınırlandırılmasını” kabulü demektir.
O nedenle, Magna Carta Libertatum (Büyük Şart)’a, biz hukukçular ilk “Anayasa çalışması” deriz.
Derken, 16. Yüz yıla girilmiş, Rönesans ve Reform hareketleri bireyin düşünce ufkunu genişletmiştir. Özellikle, gelişen mezhepler içinde İngiltere de Prütencilik mezhebi çiftçiler arasında yayılmıştır.
Bu mezhep, “Tanrı’nın özgürlüğü insanlara doğuştan bağışladığı, işlenen toprakların Lortlara ait olmadığı, insanlara ve çocuklarına Tanrı tarafından verildiği fikrini” savunuyordu.
Nitekim, 1540’ta İngiltere’de çiftçiler, “İşlenen toprakların Lortlara ait olmadığı, insanlara ve çocuklarına Tanrı tarafından verildiğini” ileri sürerek ayaklanırlar.
Bu gelişmeler sonucu siyasal iktidara;
• 1688’de, “Yasaların üstünlüğünü kabul ettiren ve siyasal iktidarın özel yetkili yargı organları kurma hakkını ortadan kaldıran “Bill Of Rights” adlı yazılı belge,
• 1701’de, “Kralın Parlemento önünde yetkisini sınırlayan “Act Of Settlement” adlı yazılı belge,
• Ayni tarihlerde, “İngiliz yurttaşının kişi güvenliğini garanti altına alan ve onu keyfî tutuklamalardan koruyan “Habeas Corpus Act” adlı yazılı belge
imza ettirilir.
Bu yazılı belgeler ve haklar İngiltere’dedir. Kara Avrupası’ nda Vatikan karabasan gibi bireyin üzerine çökmektedir.
Bu yıllarda coğrafi keşiflerin zenginleştirdiği bir sınıfın ortaya çıktığını görmekteyiz, Burjuva Sınıfı.
Evet, bu sınıf mal, mülk ediniyordu ama, egemenlik Aristokratlardaydı. Ne mal güvenliği, ne can güvenliğinden söz edilemezdi.
Bu yıllarda;
• İngiltere’de John Locke, (Yönetim Üzerine İki Deneme) adlı kitabında “İnsanoğlunun doğuştan bir takım hakları olduğunu, bir sözleşme ile toplumsal yaşama geçerken bu hakların sadece bir bölümünü bıraktığını” savunuyordu.
• Fransa’da Jan Jacques Rousseau ise, “kişilerin doğuştan hakları bulunduğunu ve toplumla yaptıkları sözleşme ile bunların tümünü birden topluma aktarmış gibi görünse de, siyasi toplumun amacının üyelerinin refahı ve korunması olması sebebiyle aslında haklarının hiç birini vermeyip, elinde tuttuğunu” savunuyordu.
Yazdıklarımı okuma sıkıntısını yaşayan güzel insanlar, “Bireyin doğuştan bir takım hakları var mıdır, yok mudur?
İster olsun, ister olmasın !..
Burada önemli olan, “bireyin doğuştan bir takım hakları olduğunun kabul edilmesinin, devlet otoritesinin yalnızca bunları korumakla görevli bir iktidar olması lazım geldiği sonucuna” bizi götürmesidir.
Nitekim,
– 4 Temmuz 1776 tarihinde kaleme alınan Amerikan Bağımsızlık Bildirisi’nde söyle denilmektedir ;
“Şu gerçekleri kendiliklerinden doğru sayıyoruz; bütün insanlar eşit yaratılmıştır. Yaratan, her insana kimsenin elinden alamayacağı bir takım haklar bağışlamıştır. Yaşamak, Özgürlük, Mutluluğu Arama bu haklardandır. Yönetimler bu hakların korunması için insanlarca kurulmuştur. Eğer, bir iktidar bu hakları korumuyorsa ona başkaldırmak yurttaşlara tanınmış bir doğal haktır.”
– Fransız Devrimi’nden sonra, 26 Ağustos 1789 tarihinde Kurucu Meclis tarafından açıklanan İnsan ve Yurtaş Hakları Bildirisi’nde de ayni görüşler yer alır. Şöyle ki ;
“Her siyasi birleşmenin amacı, Temel İnsan Hakları’nın korunmasıdır. Sadece insanın Temel Hakları vardır. Toplumun kendisine özel bir amacı olamaz. Devlet yurttaşlarının mutluluğunu sağlayacak bir oluşumdur. Yönetenler için tek amaç Birey ve onun Mutluluğudur. Özgürlük…..Mülkiyet….Kişi Güvenliği…..Ve Baskıya karşı Direnme insanın Temel Haklarıdır………..v.s…..”
Burada da, aklıma gelen şu soruyu düşünmenizi isterim ;
– Acaba, zenginleşen ve mal sahibi olmağa başlayan burjuva sınıfı, canını ve malını güvenlik altına almak mecburiyeti içinde, bireyin doğuştan temel hakları olduğunu söyleyen görüşlere sarılmamış mıdır? Başka deyişle, zenginleşen bir kesiminin menfaatine geldiği için mi, o tarihte Temel Hak ve Özgürlükler ön plana çıkarılmıştır ?
İşte, Temel Hak ve Özgürlükler ile ilgili bu gelişmeler yaşanırken insanlık 19. Yüzyıla gelmiş, gelişen sanayileşme sonucu durgun ve tutucu olan Tarım Kültürü’nün yerini, ilkeleri sürekli yenilenme ve sürekli hareket olan Sanayi Kültürü almıştır. Buna bağlı olarak, “Bireye karşı, Toplumu savunan” görüşler ortaya çıkmıştır!..
• Bonalt ; “İnsan ancak toplum içinde var olabilir. İnsanı insan yapan toplumdur.” derken,
• Dürkaym ; “Toplumun kendisini meydana getiren insanlardan ayrı bir gerçek olduğunu” savunuyordu.
• Marks ; “Liberalizm de var olan özgürlükler bütün insanlar için değil, bundan yararlanabilmek gücünü bulanlar içindir. Bireyin gerçek özgürlüğü, insanın insan tarafından sömürülmesinin engellenmesiyle sağlanabilir ve ancak böylelikle sınıfsız bir topluma varılabilir. O halde, herkesin özgürlüğe kavuşması için, olanaklı olan insanların kullanabildiği özgürlükler sınırlandırılmalıdır” görüşündeydi.
Sürekli yenilenen ve büyüyen fabrikalarda bir araya gelen işçiler bu görüşlere de dayanarak, 1830, 1848 yıllarında ayaklanmışlar ve çalışanlara bazı hakların tanınması talebinde bulunmuşlardır. Örneğin; Angarya Yasağı!.. Çalışma saatlerin sınırlandırılması gibi!..
Bu gün, bu haklara “Sosyal Haklar” diyor ve ayrı bir bölüm halinde Anayasalar da tek, tek yazıyoruz.
Burada da aklıma gelen şu soruyu düşünmenizi isterim ;
Acaba, sanayileşmeyle oluşan ve bir araya gelebilen çalışanların “Ancak, toplum içinde bireyin sosyal hak ve özgürlükleri de vardır” diyen toplumcu görüşleri benimsemesinde de menfaat beklentisi yok mudur ?
Bu arada, 20 yüzyıl başlarında bu toplumcu görüşleri dayanak yapan devletlerin varlığını görüyoruz;
• Marks, Engels ve Lenin gibi düşünürlerin savunduğu toplumcu bir anlayış 1917 yılında Rus İhtilali’ni takiben S.S.C.B. gibi,
• Bonalt, Durkaym ve benzeri toplumcu düşünürlerin etkisi ile “Ulusu ön plana çıkarmak için, bireyin hakları kısıtlanabilir” fikrine dayalı olarak, faşist Musolini İtalya’sı ve Hitler Almanya’sı gibi!..
Bu sistemlerde amaç devlet oluyor, birey ise devlet için çalışan araç kabul ediliyordu. Alman ulusunun esenliği ve mutluluğu karşısında, Alman’ın esenliği ve mutluluğu önemsiz sayılıyordu.
Güzel insanlar,
Bu arada dünya savaşları yaşandı. 1939 ila 1945 arası süren son savaşta 50 milyon birey öldü deniyor. İnsanlık böyle bir acıyı bir daha yaşamak istemiyordu. Savaş sonrası peş, peşe bildiriler yayınlandı, kurumlar oluşturuldu, Anayasa’lar yeniden yazdırıldı. Evrensel İnsan Hakları Bildirisi!.. Avrupa İnsan Hakları Bildirisi!.. Avrupa İnsan Hakları Komisyonu!.. Avrupa İnsan Hakları Divanı!.. Birleşmiş Milletler Teşkilatı!.. Yeni yapılan Anayasalar!..
Yukarıda saydığım evrensel ve uluslar arası nitelikteki çağdaş bildirilerin, kurduğu kurumlarının ve Anayasa kitapcıklarının bireye sağladığı kazanımlarının detayına girmeyeceğim. Ancak, çağdaş bildirilerin ve kurduğu kurumların önemini anlamazsak, bunları savunamaz, koruyamayız.
Bu sebeple, yukarıda adını verdiğim çağdaş bildiri ve kurumların temelinde ;
– Devlet’in, birey için var olduğunun,
– Bireyin özgürlüklerinden söz etmenin yetmediği, siyasal iktidarın bireyin özgürlükleri kullanılabilmesi için gereken olanakları bireye sağlamakla görevli olduğunun,
– Özgürlüklerin siyasi iktidara karşı korunmağa ihtiyacı olduğu ve bu sebeple insan haklarına tecavüzü yargılayacak ve cezalandıracak kurumların kurulması mecburiyetinin
bilinci olduğunu vurgulamak isterim.
İşte, bireyin bu bilinçlenmesinin etkisi içinde hazırlanan bu günkü Anayasaların bir bölümü İnsanın Temel Hak ve Özgürlüklerini, başka bir bölümü de Sosyal Hak Ve Özgürlüklerini tek, tek saymakla kalmayıp, bu hakların kullanılabilmesi olanaklarının, her insana sağlanmasının da kişinin bir hakkı olarak, devletin görevi olduğunu da yazmaktadır.
Şimdi soruyorum,
Peki, insanın iktidar gücünü elinde tutan insanla olan kavgası sona ermiş midir ?
Hayır…..Bu kavga İnsanoğlu var oldukça devam edecek ve insan her geçen gün bu yolda yeni kazanımlar elde edecektir. İşte örnekleri ; son yapılan Anayasalar da yer alan Aldanmadan Mal Satın Alma Hakkı…….Temiz Çevrede Yaşama Hakkı gibi !
Sürekli gelen kazanımlara bir örnek olarak da ; “İletişim ve Bilişim Hakkı’nın Anayasa’lara bireyin hakkı ve bunun olanaklarının bireye sağlanmasının da sosyal devletin görevi olduğunun yazılmasında” görebiliriz.
Yazımı, üzerinde düşünmenizi istediğim bir soruyla bitiriyorum ;
“İnsanın, iktidar gücünü elinde tutan insanla olan kavgasının sonunda, bireyin otoritesiz bir dünyada yaşama özgürlüğüne kavuştuğunu” varsayalım. Acaba, böyle bir dünyada yaşamak bireyin menfaatine midir ? İster mi ? Siz ister misiniz ?