İnsan Sevgisi
“Tanrının ilk düşüncesi bir melekti,
Tanrının ilk sözü bir insandı.” Halil CİBRAN
O’nun ilk kez aynanın önüne geçip yalnızlığının ve devamının gereği olarak yarattığı mükemmel diye adlandırdığımız bizler, İnsanoğlu acaba gerçekten O’nun yarattığı kadar mükemmel miyiz? Elbetteki bu soruya hayır deme hakkı bize ait değil. Şüphesiz ki yaratılırken O’nun mükemmellik anlayışında bir eksiklik olması imkansız. Ama biz o mükemmelliğin farkında mıyız veya nelere sahip olduğumuzu biliyor muyuz? İşte bu noktada galiba yürümemiz gereken çok uzun yollar var.
Yaradan’ın tüm bu uçsuz bucaksız evreni yaratırken öze koyduğu bir tek güç var.
O da SEVGİ.
Her yaratılan varlığın özüne koyduğu inanılmaz bir güdü. Bugün bütün bilimlerin büyük bir hırsla araştırdıkları neden ve nasılını çözmeye çalıştıkları, tüm varlıkların adeta hipnotize olmuşçasına yaşadıkları o aşk. Belki bu ilk başta saçma gelse de derinlemesine düşündüğünüzde yaşamımızın her anında bire bir yaşadığımız bir olay. Yaratılan iki karşı varlığın birbirine duyduğu bir his. Ama nedense bu his her karşımıza çıkana değil seçtiğimiz kişilere karşı duyulmakta. Peki nedir bu kod? Neden iki karşı cins bir araya geldiğinde hep aşk olmuyor. Neden insan her gördüğü resme veya dinlediği müziğe hayran olmuyor? Yüzlerce yıldır binlerce yolcunun, binlerce yolun aradığı aşk. Nasıl bir güç. Bakın ne diyor yüce ozan;
“ Kardeşlerim, kudretli kardeşlerim,
Genç üç kat daha yürekten söylüyor şarkısını
Üç kat daha yüksek çıkıyor sesi
Sesi ormanları titretiyor,
Gökleri deliyor
Uykusunu dağıtıyor toprağın.
Kardeşlerim, vakur kardeşlerim,
Kız şarkıcıyı buldu
Esrimiş yüzünü seyrediyor.
Bir panter gibi kayıyor kurnaz adımlarla,
Hışırdayan sarmaşıklarla eğreti otlarının üzerinden
Ve şimdi genç göz göze geldi kızla.
Ah kardeşlerim, umursamaz kardeşlerim
Başka bir tanrı değil mi
Bu kızıl kumaşı dokuyan tutkuyla?
Kimin sırrıdır gizlenen geceden sabaha?
…..
Dünya tanrıları kardeşlerim
İnsanlığın kaderinin altın çağını arzulayan insan sayesinde
Onun gözlerinden güzelliği mi çalacak bilgeliğimiz?
Nerede kalır düşünce ordularımız
Onun yüreğine konduğunda aşk?
Şu ki gerçek olan, uzaktayız biz,
En yüceyiz
Ama aşk ötesindedir kuşkularımızın
Ve şarkımızı da aşar.”
Evet aşk belki de tanrılar aleminde de hala sır sadece Yüce Yaradan’ın bildiği bir güç.
Daha dişinin yumurtlaması ve erkeğin sperminin ilk yaratılışında saklı olan bu sevginin nasıl olurda yadsıması yapılabilir. Bugün tıp bilimi hala bir sperm hücresi ile bir yumurtanın döllenişini araştırmakta. Milyonlarca yaratılan ve sisteme enjekte edilen sperm arasından sadece biri ama biri yumurtayı dölleyebilmekte. Peki hangisi? İşte sır. Hepsi aynı özelliklere sahip olmasına karşın sadece seçilmiş biri bu görevi üstlenmekte. Tıpkı milyonlarca karşı cins arasında birbirini bulan çiftler gibi.
Sevgi dediğimiz bu gücün tüm yaratılanlar arasında farklı, farklı oluşması da yine apayrı bir konu. Yüzlerce yıldır Kâmil insan olma yolunda araştırma ve çalışma yapan tüm bilimler ve ilimler hep o ulaşılması zor olan yüce gücü en azından hissetmeyi aramıştır. Bu yolda seçilmiş binlerce insan beklide canlarında olma pahasına insanlığa o yaradılış anındaki mükemmelliği anlatmaya uğraşmıştır. Bunun içinde yaratılan her varlığın aslında birliğinden bahsetmişlerdir.
“Yunanlı Phardrous, Bahçeye girdiğinde, ayağına takılan bir Taş’a kızar. Dönüp Taş’ı alıp alçak bir sesle “Hay yoluma çıkan cansız şey!” diyerek fırlatıp atar.
El Mustafa o seçkin ve sevilen dedi ki: “Neden ‘hay ölü şey’ diyorsun? Bu kadar zamandır bu Bahçedesin ve burada hiçbir şeyin cansız olmadığını bilmiyor musun? Her şey günün ve gecenin bilincinde yaşar ve parlar. Sen ve Taş birsiniz. Yalnızca kalp atışlarınızda bir fark var. Senin kalbin birazcık daha hızlı çarpar, değil mi dostum? Fakat o da o kadar durgun değildir. Onun ritmi başka bir ritim olabilir, fakat derim ki sana eğer ruhunun derinliklerini dinler ve boşluğun yüksekliklerini ölçersen, yalnızca bir tek melodi duyacaksın, bu melodide taş ve yıldız söyler, mükemmel bir uyum içinde yek diğeri, diğeri ile birlikte”
Sanırım bu satırlar bizlere çok ciddi bir dersi hatırlatmakta evrende yaratılan her varlığın eğer o ilk anın bir parçası olduğunu anlayabilir veya hissedebilirsek o zaman neden kardeş olduğumuzu da çözebiliriz. Çünkü başka bir DNA veya kodun olmadığı ortaya çıkar. Aslında yaratılan her varlığın birbirinin ikizi olması da bundan dolayı mümkündür. Son zamanlarda telaffuz edilmeye başlayan ruh ikizi deyiminde özü burada yatmaktadır. Bu mesleğe seçildiğimizde bizlere bu bağın çok daha evvel başladığı söylendiğinde de aynı tez vurgulanmaktadır. Peki nedir bu kadar gizli olduğunu ve araştırmaların bulamadığı sır. Bence bu sır sadece aynaya doğru bakamamamızdan kaynaklanmaktadır. Ne demek aynaya bakmak o kadar zor mu? Her sabah bakıyoruz ya? Diyebilirsiniz ama bu ayna sadece maddi bir varlık olduğu sürece göreceğinizde o denli maddi bir varlık olur.
“Dostum, sen ve ben hayata yabancı kalacağız,
Ve birimiz diğerine ve her birimiz kendine;
Ta ki, senin konuşup benim dinleyeceğim güne dek.
Senin sesini kendi sesim sayarak;
Ve senin önünde dikileceğim ana dek,
Bir aynanın önünde durduğumu düşünerek.”
İşte binlerce yıllık araştırmada her varlığın ulaşmak için çırpındığı son. Peki mümkün mü? Şu an için imkânsız gibi görünmekte. Çünkü henüz daha o yaradılış anında sahip olduklarımızın farkındalığına ulaşmış değiliz. Yani yaradılışın aslında başladığı an bittiğini. Yaradılışın aslında O Muhteşem Varlığın aynanın önünden çekilip yarattıklarını seyretmeye başladığı an zaten tamamlandığını. Belki insanoğlu hala bir şeyleri yeniden yaratmaya veya şekillendirmeye çalışsa da bunun sadece var olanları fark etmekten başka bir şey olmadığı anladığında yolunu başka bir şekilde şekillendireceği bir gerçek. Mutlak Hakikat dediğimiz o ulaşılması zor olanın sadece bir kelime veya bir engel olmadığını aslında var olanın varlığı olduğunu anlamak İnsanın tüm yaratılanları olduğu gibi insanı ve insanlığı sevmenin de bir başlangıcı olacak. Bunu anlamak ise anı yaşamakla olabilir.
“Bilge zamandan korkuyorum, yanımızdan geçip gidiyor ve gençliğimizi soyup alıyor, ne veriyor karşılığında?
Ve yanıtladı dedi ki; “Bir avuç toprak al şimdi. İçinde bir tohum, ya da bir solucan bulabildin mi? Eğer elin yeterince verimli ve sabırlı olabilseydi, tohum bir ormana ve solucan bir melek sürüsüne dönüşebilirdi. Ve unutma ki tohumları ormanlara ve solucanları meleklere dönüştüren o yıllar, Bu An’a aittir, bütün yıllar, Bu An’da içkindir.
Ve yılların mevsimleri senin değişen düşüncelerinden başka nedir? Bahar bir uyanıştır göğsünde, fakat yaz bir farkına varıştır kendi bereketliliğinin. Varlığında o hala çocuk kalana söylediğin ninnilerdeki eski zamanlardan kalmalık değil midir güz? Ve sorarım, nedir kış, bütün mevsimlerin düşleriyle yatılan bir büyük uykudan başka.”
Tüm yazılmış, bilinen ve anlatılan mitlere, efsanelere ve ezoterik öğretilere baktığınızda göreceğiniz tüm öğelerin ortaklığı bizlere özün birliğinden başka ne anlatabilir ki? Hepsinde sistemin kabullenmediği egolar, hırslar, benlikler, güç, sahip olma duyguları ile iktidar, mevki, makam, derece, hükmetme, zengin olma gibi hasletler ve daha sisteme ve bizlere ait olmayan nice öğelere sahip ırkların ve varlıkların çoğalması ile biten yaşamlar, anlar. Sonra yeniden yapılan başlangıçlar. O halde sistemde hiçbir şey yeniden yaratılmamakta. Zaten bitmiş bir yaradılış. Ne zaman varlıklar bu yaradılışa aykırı hareket ve yaşam şekillendirmeye kalkıştıklarında veya yaratmaya başladıklarında sonuç hep aynı hüsran mutlaka sistem kendi hiyerarşisini korumakta.
Yapılması gereken ise bu sistem içindeki tüm varlıkların en mükemmeli olan insanın önce kendisini sevmesi gerek yoksa büyük bir hırsla sistemi sahiplenmeye kalkması değil.
“Bu ağaçlar rüzgârın okşamasıyla özgürlüğün tahtı önünde mutlu olur ve güneşin ve ayın ışınlarıyla onun haşmeti önünde onurlanırlar. Özgürlüğün kulaklarına kuş sesleri dolar ve etekleri esintilerle dalgalanır. Özgürlüğün havasına bu çiçeklerin nefeslerindeki ıtırlar saçılır ve gözlerinin önünde sabahın gelişi gülümser. Bütün bunlar dünya hayatında doğanın yasası ile olur, özgürlüğün şerefi ve neşesi bu yasanın doğası ile yayılır. Bu mutluluk sadece insana yasaklanmıştır, çünkü insan kendi yaptığı dünyevi yasalarla ölümsüz ruhunu bağlamaya kalkar o, bedenini ve ruhunu merhametsizce yargılar, sevgisini ve arzusunu karanlık zindan duvarlarının ardına kapatır, yüreğine ve aklına derin bir mezar kazar. Eğer biri kendini toplumdan ve yasadan ayırırsa insanlar onun ve onun gibilerin bir asi ve aralarından kovulmayı hak eden kötü biri olduğunu söylerler; düşmüş, kirli ve sadece ölüme yaraşır biri… İnsan sonsuza kadar kendi koyduğu yasanın kölesi olarak mı kalmalı, yoksa Ruh’u yaşamak için günlerini özgürleştirmeli mi? Yere bakmaya devam mı etmeli, yoksa dikenlerin ve kafataslarının üstüne düşen gölgesini görmesin diye gözlerini güneşe mi kaldırmalı?”
Oysa insan tüm mutluluğu kendi dışında bir yerlerde aramaya ve mutluluğu için anlamadığı ve bilinmezliklerle dolu geleceğe bakarak hayaller kurmakta veya yaptıklarında ve yaşadıklarında hatalar arayarak kendince gerekçeler üreterek en güzel gerçeğin yaratıldığı anı yakalayamamakta.
“Başka bir gezegeni düşleyip,
Görmezden mi geliyorsun
Sinirlerinin kök saldığı bu yıldızı?
Yoksa başka bir yer evrende,
Benliğin benlikle birleşip
Ve hem tanık hem papaz olduğu güzelliğin.
Bak da güzelliği gör ayaklarımıza saçılan,
Ve dudaklarımızdan utanıp ellerimizi dolduran.
En yakındır en uzaktaki
Ve güzelliğin olduğu yerdedir her şey.
Ah yüce hayalleri olan kardeşim,
Bize dön zamanın loş sınırından!
Kendini kurtar mekansızlıktan ve zamansızlıktan
Bu güvenli yerde kal bizimle,
Ki bizimkilerle birleşen ellerin
Taş diksin taş üstüne.
Bu kara düşünce pelerinini çıkar at üstünden,
Ve yoldaşlık et bize, biz, yeşil, sıcak ve genç dünyanın efendilerine.”
Oysa bize verilen en güzel mekân içinde kendimizce yarattığımız cennetin arayışı için yaşamımızı bir cehenneme çevirmekten başka bir gayret içinde olmadığımızda çok açık. Tüm savaşların, kavgaların, ölümlerin ve nefretin aslında sadece bizim yarattığımız birer sanal obje olduğunu hala anlayamamış bir toplumuz. Binlerce milyonlarca kere bizlere yaşatılmış olsa da, yaratmaya çalıştığımız bu dünyanın sonunu hala fark edemememiz ne acı.
“Cennetin krallığını bu dünyada görmeyenler onu öbür dünyada da göremeyeceklerdir. Bu dünyaya serseri olarak değil, hayatın güzelliklerinden ve sırlarından, sonsuza kadar tapınmayı ve sonsuz ve evrensel ruhun gizlerini aramayı öğrenmesi gereken cahil çocuklar olarak geldik.”
Bu öğretinin son noktasında da anlatılmak istenen bundan başka bir şey değil. Bu deneyimimiz bitene kadar da bu sınavları tekrar, tekrar geçmek zorundayız. Ne zamanki bu sınavı başarı ile verebilirsek işte o zaman ölümün başlangıç olduğu bilincini yaşamak ve ıstırap değil, bir kurtuluşu kutlamak için koşmaya başlayabiliriz.
Ölümümüz bir kurtuluş yolu olduğunda da bu yolda yürüyenler için bir ışık ve huzur dolu bir müzik olacağımız kesindir. O zaman yaratmaya çalıştığımız eser veya cennet yaratılmış olacağından bu eser yalnız bizim değil tüm insanlarında içine sığınacağı bir SEVGİ MABEDİ olacaktır. Çünkü biz o an bizim gibilerin koyduğu tüm kural ve dogmalardan arınmış, yarattığımız tüm sanal mabetlerin duvarlarını yıkmış, ruhunu ve zekasını özgürlüğüne kavuşturmuş olacağız.
“Ölümden sonra da yaşayacağım,
ve kulaklarınızda şarkı söyleyeceğim
Koca dalgalar beni geri çektikten sonra bile
Denizin engin derinliklerine.
Sofranızda oturacağım bir beden taşımasam da,
Ve tarlaya gideceğim sizinle,
görünmez bir ruh olarak.
Ocak başınıza geleceğim,
göze gizli bir konuk olarak.
Ölüm yüzümüzü örten maskelerden başka
hiçbir şeyi değiştirmez.
Ormancı hala ormancıdır,
Çiftçi, hala çiftçi,
Ve şarkısını rüzgara söylemiş biri
dolaşan kutsal ruhlara da söyleyecektir.”
Yıllardır insanlığın yaratmak için uğraştığı sevgi mabedinde ise belki bedenen bir iş kalmamış olabilir. Ama ya ruhen yapılacaklarda bitti mi? Tüm elbiselerden kurtulmuş ve her yaratılanı YARADAN’DAN ötürü eş ve bir bildik mi? Yaşadığımız bu An’ın farkındalığını fark edebiliyor muyuz? Kendi mabedimizi bitirdik mi? Hala Yaratanın ritüllerin de değişiklik yaparak kendi kaos ve karanlığımızı mı yaratıyoruz? Hala tiyatrodaki rolümüz için yorum yaparak sahip olduğumuzu sandığımız tecrübe ve bilgiyle, rolü egoistçe doğaçlamamı oynuyoruz? Daha buraya sıralayamadığımız binlerce soruya o aynadaki muhteşem eserin ta içine bakarak ne cevap verdiğimize bakalım. Eğer korkmadan ve an’da o eserin özüne bakabiliyorsak;
“Evet sedir ağaçları belki devrileli çok oldu, oysa kokusu hala sürüyor ve sonsuza dek dünyanın dört bucağını arayacaktır.”
“Tapınağı aramadan önce kardeşlerinizi arayın, onunla barışın ve komşularınıza sevecen bir verici olun. Çünkü Tanrı bunların yüreklerinde yıkılmayacak bir tapınak inşa etti ve onların yüreklerinde hiçbir zaman yok olmayacak bir sunak yükseltti”
Anlatarak tutsak ettiğim tüm düşüncelerimi işlerimle özgür kılmam için
Yüce Yaradan yardımcım olsun
O can yoldaşlarımın her birine tek tek;
“Doğum günün yok,
çünkü sen hep yaşadın;
hiç doğmadın ve asla ölmeyeceksin.
Sen ana baba dediğin
insanların çocuğu değil,
var olanları anlamanın
parlak yolculuğunda
Onların serüven arkadaşısın”