İnsan ve Metal
İnsan doğar, taşla tanışır,
Ateş’i bulur, taşı yakar,
Metali bulur, metali şekillendirir,
Metali yakar, metali güçlendirir.
İnsan metali kullanarak inşaa etmeyi kolaylaştırır ama
İnsan yapılanı da yıkmaya başlar.
Metaller toprak ve taştan elde edilen, ısıtılıp, yakıldıktan sonra dökülebilen, dövülerek düzeltilen ve işlenen maddelerdir. Bu işlemler ateş ile kurulu ilişkiyi öne çıkarır ve demirci ustalarını neredeyse ateşe hükmedenler noktasına taşır. Ateş, duman, kıvılcımlar sanki bu büyülü ortamın gerçekliğini, mistik bir dünyaya taşır. Tarih boyunca Asya, Afrika ve hatta Avrupa’da demirci ustaları büyücülere benzetilir, bazıları saygı, bazıları korku ile anılır. Çünkü onlar, sonunda çok dayanaklı olacak bir “madde”ye, bir tür can vermektedirler. Şövalye zırhları, sadece birer savaş makinası değil ama aynı zamanda insan vücudunun da kopyalanmasıdır. Metalin ayağa kalkması gibi yorumlanabilir.
İşte tarih boyunca demirci ustalarını, taş ustalarından ayırmış olan kavramlardan biri bu olabilir. “Gerçek İnsan” da, Demirci ustası gibi kendi gizemlerini taşırken, uğraştığı malzemenin toplum tarafından bilinmezliği yoktur, ancak saygı oluşturmaktadır.
Tanrılara adaklar da taş altarlarda sunulmuşlardır. Taş, Tanrı veya tanrıların sembolizmasıdır. Taş eserler daha çok tanrıları temsil etmişlerken, metal objeler; bıçaklar, kaplar, kılıçlar daha çok bilinmeyenleri, cin ve perileri, büyüyü, batıl itikat kavramlarını beraberlerinde taşımıştır. Madenler yaşayan, seven, işkence gören maddeler olarak canlılaştırılmışlardır. Madenlerin birleştirilerek alaşım haline dönüştürülmeleri madenlerin evlendirilmesi olarak da geçer, hâlbuki bizde ise taşlar bir komünü temsil ediyor gibi kabul edilebilirler.
Metal, gücün, seçkinliğin, savaşın sembolüdür, metal sahibi olabilmek endüstrileşme öncesinde bir ayrıcalıktır. Öte yanda gücün uzantısı olarak: işte yanımızda kılıçlar var; güç ve ceza sembollerimizden biri. Ama o bile demir değil, sembollerimizin arasında da demir yoktur. Demir yerine sertleştirilmiş su verilmiş, dönüştürülmüş olan hali, çelik ve diğer metaller vardır. Demirci ve dökümcülerin amacı, simya geleneğininde olduğu gibi, maddenin dönüşmesi, mükemmelleşmesi ve başkalaşmasıdır. Simyada geçen “felsefe taşı”nın bu mükemmelleştirme (Opus Magnum) sonucunda elde edilmeye çalışıldığını da unutmayalım. Taş başlangıçta ne ise “O”dur. Zamana ve etkilerine dayanır, öz’ünü korur.
Taş kırılgandır, bir kez kırıldıktan sonra ya küçük parçalara bölünerek kullanılması ya da “atılması” gerekir, taş ile çalışmak çok az hata kabul eder ama metal düzeltilebilirdir, olmaz ise eritilip yeniden işleme başlanabilir çoğunlukla.
Ama metaller işlendikçe de güçlenirler (bir noktaya kadar) yani, üzerlerinde ne kadar çalışılırsa o kadar değişmez hale dönüşebilirler. Metallerin bir kısmı yaşayan malzemedir, zaman içerisinde de sertleşir, nitelikleri değişir. Metal canlıdır ama yaşlanır da, yorulur da. Taş ise durur, kendisini kendine karşı da korur.
Metallerin zaman içerisinde ve koşullara uygun olarak davranışlarını değiştirmeleri, insanın ya metalden vaz geçmesi, ya da içeriğini değiştirmesi zorunluluğunu getirmiştir. İnsan vaz geçmeyen bir varlık. Alaşımları geliştirir, daha sonra da süper alaşımları. Molekül yapıları artık bir tür kristale dönüşmüş hale gelmiştir. Ama ne ironiktir ki, onun da şekli bir KÜP’tür. (Gamma Prime)
Habil ile Kabil efsanesinde de demirin hikâyesi vardır. Habil bir çoban olarak geçerken, Kabil ve oğlu Tubal Kain hem bir çiftçi, hem de demirci ustasıdır. Tubal Kain’in Arami dilindeki anlamı minerallerin esasıdır. Demir ve metal, “göklerden de gelse”, “topraktan da çıksa” sadece kahramanlıkları değil, çatışmaları da hep hikâyelerinde taşımıştır. Metali ve özellikle de Demir’i “Ego”nun sembolü olarak da görebiliriz belki.