Kadın bir klarnetçi ve rekabetin ettikleri
Yıl 1984.
Mekan, Samsun’un Bafra İlçesi.
Memleketim Bafra, hep oradayım ama, Ankara’da üniversitede öğrenci olduğum için, o yıllarda tatillerde Bafra’dayım.
80’lerin başında duyduk ki CD diye bir şey çıkmış.
Amaninnnn…
“Lazer ışıkla çalıyormuş, pikap gibi iğne filan yokmuş”
Bulduğumuz yabancı yayınlardan resimlere bakıyoruz.
Baktıkça coşuyoruz, hormonlar fokurduyor… bildiğin gibi değil.
Bir arkadaşım var Bafra’da, Adem. Diyor ki “Almanya’dan getirtelim”.
Hem de Bafra’ya…!
Neyle…?
Posta.
O devirde kargo yok ki… Bisiklete binip, kapı kapı dolaşan bizim rahmetli postacı Süleyman abi var.
Bak şimdi, “Süleyman” dedim de şu hikâyeyi anlatmazsam çatlarım.
O yıllarda (1979) üniversite sınav sonuçları posta ile gönderilirdi, postacı Süleyman abi o zarfları ışığa tutar, içindeki kalabalık yazıyı görürse anlardı ki bu kazanmış; kazananların kapısını ona göre çalardı.
İşte o mübarek gün, bizim bahçe kapısına bisikletini dayadı, içeri yürürken anneme seslenmeye başladı “Handan abla müjdeeee….!”
Oysa annem sonucu Süleyman’dan önce öğrenmişti, zira PTT’de müdür yardımcısı İsmail Amca zarflar ÖSYM’den gelir gelmez, dağıtıma vermeden teker teker ışığa tutar, sonuçları görüp, kazananların evlerine telefon edip, kutlardı.
Düşün kaç zarf geliyorsa artık…?
Zaten 1980 yılında üniversitelere giren öğrenci sayısı 40 bin civarındaydı, bizim kasabanın payına da herhalde 30-40 kişi düşüyordu.
Lakin, İsmail Amcanın müjdeciliğinden Süleyman’ın haberi yoktu.
Annem de işi bozmadı, “Ay sahi mi Süleyman, kazanmış mı?” gibi bir şaşkınlık sergiledi, zarfı açınca çok sevindi, müjde hediyesi… Ama Süleyman Abinin merakı “ben nereyi kazandım”.
“Abla söylesene nereyi kazanmış?”
Unutmadan söyleyeyim, İsmail Amca’nın eşi Nermin Teyze de PTT’de santralde çalışırdı, manyetolu telefonu çevirince o çıkardı karşına, önce bir “annen nasıl oğlum?” der, sonra kiminle konuşmak istediğimi sorardı, aradığım kişinin adını söylediğimde, Nermin Teyze şöyle bir cevap verebilirdi “çocuğum, onlar evde değiller, Semra teyzenlere gittiler, istersen Semra’yı bağlayayım…?”.
Düşün, durum bu.
İşte bu ortamda Adem ve ben, Almanya’ya CD siparişi vereceğiz.
Nasıl?
Elimizde Almanların yıllık yayınladıkları kalın bir “plak / cd kataloğu” var, telefon rehberi gibi bir şey. Plağın adı, içerik, firma, adres, fiyat…
Adem Almanca biliyor, “mektup yazar, isteriz” dedi.
Olacak iş mi, parasını nasıl ödeyeceğiz?
“Zarfa koyar göndeririz” dedik. O günlerde Almanların parası Mark.
İyi de, bu zuppi zappileri neyle çalacağız?
Çalmak şart mı?
Önce alalım, bir gün elbet çalarız.
İnternet yok, doğru dürüst kaynak yok, dil yok, banka havalesi yok … Ama bir garip heyecan var.
Aradık, taradık, iki CD seçtik.
Biri Mozart’ın Requiem’i.
Diğeri de yine Mozart, “Klarnetli Beşli” klarnetçi de Sebine Meyer diye bir genç kız.
CD’lerin kayıt yılı 1983, biz bu işi 1984’de yapıyoruz.
İkimiz de müziğe çok meraklıyız, babamın da oldukça zengin bir klasik batı müziği plak koleksiyonu ve mükemmel ses sistemi var, bol bol dinliyoruz, okuyoruz, tartışıyoruz.
Heves tavanda yani.
Neyse, mektup yazdık, parayı içine koyduk yolladık.
Birkaç hafta sonra paket geldi.
Düşünebiliyor musun heyecanı.
Süleyman sanki bir müjde daha getirdi.
Açtık ve CD’lere dokunduk.
Kokuları vardı, inanır mısın kokladık.
O kadar…
CD çalar ne kasaba da, ne de Samsun’da var.
Bir kenara koydum, “dursunlar” dedim, elbet bir gün…
Yaz bitti, Üniversiteye döndüm.
Bir süre sonra Babam Ankara’ya geldi, cebinde Requiem.
Çok absürt bir durum.
“Niye getirdin onu buraya?”
“Oğlum, biz dinleyemiyoruz bir meraklısı vardır elbet dinleyecek, burası büyük şehir, CD çaları olan birini bulur, ona veririm” dedi.
Şimdi düşününce, bu davranışı bir yere koyamıyorum.
İsmail Amca da, Süleyman da, Babam da … Hepsi rahmetli oldular ve bu gün onların var oldukları anlamı karşılayacak bir Dünya yok.
Neyse, Babam bir gün “Requiem’i verdim” diye geldi.
Dişi ağrımış, yol üstünde tabelasını gördüğü bir dişçiye gitmiş (cebinde de Requiem).
Diş hekimi de Vefa Çiftçioğlu.
TRT’nin efsanevi klasik müzik programlarının yapımcısı, sunucusu… Nasıl olmuşsa konu klasik batı müziğine gelmiş, bizimki cebinden küt diye requiem CD’sini çıkartınca Vefa bey, “aaa ben bu yorumu aradım yıllarca” demiş.
Bu işleri Mozart ayarlamış olabilir.
Yoksa, olacak iş mi? Dişin ağrısın, koca Ankara’da sen git Vefa Çiftçioğlu’nun kapısını çal, cebinde requiem.
Ve hepsinden ilginci, klarnetli beşli evde.
Neden öyle?
Bilmiyoruz.
Şimdi önümde duruyor.
Bu sayede de, size bu anıyı ve ardından gelen durumu yazıyorum.
Efendim, artık ısındıysak perdeyi açalım, kahraman çıksın ortaya.
Avrupa’nın iki köklü filarmoni orkestrası üzerinden bir dedikodu kazanı kaynatacağız.
Biri Berlin Filarmoni, diğeri Viyana Filarmoni.
Kahramanımız da Sabine Meyer.
Yaaaa… Nerden nereye…!
O yıllar Berlin Filarmoni 34 yıl boyu müzik direktörleri olan, efsane isim Herbert Von Karajan ile adeta bütünleşmiş, yılda 100’ün üstünde konser ile tüm Dünya’da rüzgâr gibi esiyor.
Müthişler…
Almanlar “Tanrı Wotan kadar güçlüydü” diyorlardı şef için.
Karajan 1982 yılında orkestranın klarnet grubuna Sabine Meyer adında bir kadın klarnetçiyi atıyor.
Direktör değil mi? Yapar…
Adet olduğu üzre deneme süresinde birlikte çalıyorlar, deneme süresi sonunda sanatçının orkestraya alınması için oylama yapılıyor ve tümü erkek olan orkestra üyelerinin 4’ü evet derken, 73 üye “hayır, istemiyoruz” diyor.
İşe bak…!
Tanrı Wotan’ın getirdiği elemana sen kalk “istemiyorum” de.
Peki, neden istemiyorlar?
“Yeterince olgunlaşmamış, uyum sorunları var, klarnet solo yapacak kıvamda değil”
Ama şef tersini düşünüyor.
Sonuç olarak Sabine pılı pırtıyı toplayıp gider, ardından da Karajan “benim adayımı sırf kadın diye kabul etmediniz alçaklar” diyerek, orkestranın müzik direktörlüğünden istifa eder.
O günlerde kulağıma gelen dedikoduya göre, “şef gidiyor, bunu nasıl yaparsınız?” diyenlere, orkestra şu cevabı verir “biz öyle oturmuş bir orkestrayız ki, başımıza eşek koysalar aynı kalitede çalarız”.
(taaa oradan posta ile CD gelmiş, dedikodu mu gelmeyecek, buyur)
Sabine gitti de ne oldu?
25 yaşındaydı postalandığında, şimdi Dünya’nın en sevilen klarnet sanatçılarından biri.
O tarihlerde Alman basını (örneğin Der Speigel) Orkestra’nın erkeklerden ibaret üyelerinin haklılığını savunmuştu.
Orkestranın sahibi konumundaki Berlin Belediyesi de şefe arka çıkmadı.
Hatta, Alman basını Karajan’a çamur bile attı, “kaprisli ve paragözün önde gideniydi zaten”.
Bu baskılara insan nasıl dayanır?
Bu hal karşısında Anadolu halkı yapabileceği tek şeyi yapar, iki göz iki çeşme ağlar.
Biz de ağladık…
Karajan ağladı mı bilinmez ama, aldı bohçayı Viyana Filarmoni’ye gitti.
Orada kaç kadın var?
Laf mı yani bu şimdi?
Sıfır….!
Viyana filarmoni ilk kadın üyeyi 1997 yılında kabul etti.
O da zorla.
1997 Şubat ayında zamanın Avusturya Şansölyesi Viktor Klima orkestraya insanlığın diğer yarısının yaratıcı potansiyelinin de kullanılması gerektiğini söylemesi, ardından ABD turnesindeki protestolar, kendi ülkelerinde alay konusu olmalar sonunda, o kadar sıkıştılar ki, Anna Lelkes adındaki harp sanatçısını kadroya aldılar.
Düşün, bizim aklımızda harp = kadın imajı vardır, oysa o zamanlar erkekti harp çalanlar.
O zaman dediğimiz de daha 20 küsur yıl öncesi.
2013 yılına gelindiğinde Viyana Filarmoni cinsiyet ayrımcılığında ite – kaka bir şeyler yapmaya çalışmış ve utanma belasına da olsa, orkestrada altı (6) kadın üyeye çıkartmıştı sayıyı.
Geçen yıl (2019) bir devrim(?) oldu ve orkestradaki kadın üye sayısı 15’e yükseldi.
Diyebiliriz ki, “ama bu söz konusu olan orkestralar, 300 – 500 yıllık müzikleri çalıp duran, adı üstünde “klasik” bir geleneği sürdüren erkekler topluluğu. Böyle alışmış ve bir uyum oluşturmuşlar”.
Denilebilir tabii… Zaten onlar da bunu söylediler. “Biz erkek erkeğe çok uyumluyuz, kadınlar girerse işin rengi değişir”.
“Kadından sanatçı olmaz” mı?
Yoksa, “kadından sanatçı olabilir ama, mümkünse gitsin bizden uzakta olsun” mu?
Aslında, ikisi de aynı kapıya çıkıyor, çünkü tüm kapıları erkekler tutunca, kadına mutfaktan başka gidecek bir yer kalmıyor.
Neden…?
Çünkü, hayat bir rekabet ortamıydı, rekabeti yapan güçlülerdi (erkek), kadın zayıf olandı, onun yeri evinde, çocuklarının yanı, tencerenin başıydı.
Bu “dışlama” sadece kadınlar için değil, engelliler için de, farklı ırklar için de, tüm “ötekiler” için uygulandı.
Yukarıdaki orkestralara engelli de alınmadı, etnik kimliği farklı olanlar da.
Bu durumu açıklarken, “ayrımcılık işte” diyerek işin içinden sıyrılmak çok da doyurucu değil.
Peki, “dışlayıcı” tavrın kökeninde ne vardı?
Alanın sahibi, yani o alanı (territory) işgal etmiş, alanda iktidarını kurmuş olan, kendi gibi olmayanı dışarıda tutarken, aslında “içeride” olan rekabet ortamını düzenliyor.
Böylelikle “içerisi” ve “dışarısı” tanımını, içerideki iktidar sahibi tarafından yapılıyor.
Belki binlerce yıl içinde, bu rekabetçi durumu insan “doğanın kuralı” olarak kabul ederek, “doğaya uygun” tavır alma tercihini de “doğallaştırarak” bir varoluş “normali” oluşturdu.
Tanımlanan hal, zaman içinde kültüre dönüşerek, gündelik yaşamın parçası oldu, kabul edildi ki, “bu böyledir”.
Bu durumun böyle olduğunu primatlar üzerinden örnekler geliştirerek öğrendik.
“Bak maymunlara…” dedik mesela.
Sığırlara baktık, otlara baktık… İnsanın biyolojisinin kültür ile ilişkisini görmek istemedik. Biyolojik farklar sınır getiriyordu ama bu sınırların arasındaki etkileşim biçimi ve derecesine kültür, çevresel koşullar etki ediyordu.
“İlkel” dediğimiz, avcı – toplayıcı toplumlarda, erkeğin rekabetçi ve güce dayalı yarışması, av karşısındaki kahramanlık macerası zaman içinde toplumsal ve kültürel bir durum olarak nesillere aktarıldı.
Bu aktarımın binlerce yıl içindeki sürekliliği ve yaygınlığı da durumun “doğal” olarak kabullenilişi ve bir yaşam biçimine dönüşmesine neden oldu.
Çok yetenekli zenci müzisyenler var, onları da almadılar aralarına, “senin alanın caz müziği, git orada çal, seni severiz, dinleriz… ama bu alan bizim alanımız, burada seni kabul etmiyoruz”.
İşte, durum tam da bu aslında, “Batı”da iktidar kendi rekabet alanını belirlerken, kültürün sınırlarını kullandı ki o sınırlar içinde cinsiyet ayrımcılığı da vardı.
Aslında bu yazı, kadın hakları savunusu niyetiyle yazılmadı.
Yazının amacı, “bizi bu çatışma ve ayrılma batağına saplayan rekabetçi var oluş kurgusundan (hikaye) çıkıp, rakebetin yerini işbirliğine teslim edebilir miyiz?” sorusunu tartışmak.
Kazanma ve kaybetme, ölçme ve kıyaslama, zaferlerle mutlu olma gibi bir varlık tanımından; paylaşma ve dayanışma, dinleme ve anlama, bakma ve görme hallerine geçebilir miyiz?
Yegane motivasyon “sahip olma” olmayabilir mi? Rekabeti tümden inkar etmeden, ama evrimsel süreçte işbirliğine dayalı anlamlar üretebileceğimiz bir yeni düzlemden söz ediyorum.
Bunu sadece cinsiyet alanında değil, yaşamın her alanında yapmak mümkün mü?
Yoksa, işin içinde “zaman” olduğu sürece, mutlaka ikilik ve paradoks olacak, çatışma kaçınılmazdır mı diyeceğiz?
Tamam, kaçınılmaz olsun, ama aynı zamanda yönetilebilir de olsun, olmaz mı?
Gerçek barış, gerçek adalet, gerçek eşitlik nedir, öğrenemeden mi bitirecek insanlık şu koca kitabını?
Belki de birileri, “hayır, bu hikayemizden sıyrılmayı başarırsak; kitap bitmeden başka bir hikayenin kurgusu yapılabilir” diyecekler, kim bilir?
Bak nereden nereye geldik, şimdi Süleyman gelse, kapıdan bağırsa,
“müjdeeee….!” dese, fena mı olur?
Ne çok ihtiyacımız var Süleyman’a.