Kar Leoparı’nın Öyküsü – 1994
1988 sonlarında başladığım doğa sporlarını akademik hayatım boyunca son derece hızlı ve üretken bir şekilde sürdürdüm. Dağlara tırmandım, mağaralara girdim, denizlere daldım, dağlardan uçtum ve Türkiye’nin bir bölümünü dolaştım, bu arada doğa sporları ile ilgili bir de dergi çıkarttım. Dört yıl çok çabuk geçti ve daha yapmayı istediğim pek çok şey olduğu halde 1992 Haziranında Bilkent üniversitesi İşletme Fakültesi ‘nden mezun oldum.
Mezun olamama çok az zaman kala tanıştığım, okulumuzda misafir profesör olarak bulunan ve Leningrad Üniversitesi dağcılık kulübü Club Bars’ın üyesi Dimitri Korotkin ile yaptığımız sohbetler önümde yepyeni, yabancı, ürkütücü ama bir o kadar da cazip bir kapı açtı : dünyanın en güzel dağlarından biri kabul edilen 7010 m.’lik dev Khan Tengri piramidini tırmanmak…
İşin ürkütücü yanını, bilinmezliğini düşünmedim bile, Türkiye’de çıktığım en yüksek dağların 3900 m.’den biraz azla olan Kaçkar ve Erciyes olması, metabolizmamın yüksek irtifaya nasıl bir tepki vereceğini beklemem ve yüksek irtifa dağcılığı hakkında yukarıda müthiş bir soğuk ve az oksijen olduğunun dışında en küçük bir fikrimin olmaması beni durduramadı. Bu tırmanışa gerekirse tek başıma katılacaktım. O dönemde benimle gelmeyi düşünen yedi sekiz kadar dağcı vardı ama Türkiye’den ayrılma günü yaklaştıkça hepsinin teker teker engelleri çıktı ve sonunda yalnız ben kaldım.
Diploma törenimin üzerinden daha yirmi yirmi beş gün geçmeden, sağdan soldan topladığım kış dağcılığı malzemeleri ve bir çanta dolusu çikolata ve vitaminle Alma-Ata uçağına bindim. Artık tek düşüncem Khan-Tengri’ydi.
O dönemde kız arkadaşımla yürütemediğimiz ilişkimiz, uçağa son derece kötü bir moralle binişim, Alma-Ata’da beni karşılayacak olanlarla buluşamayışımız, yanımda 55 kilo yükle havaalanında kalakalışım, geceyi bekleme salonunda geçirişim, gözyaşlarım, hiç kimseyi, hiç bir şeyi anlayamamak, yalnızlık ve belirsizlik, beklemekten başka hiçbirşey yapamamak, geçmek bilmeyen saatler ve bir gün geciken buluşma ile herşeyin normale dönmesi. Khan-Tengri ekspedisyonu daha başlamadan bana yoğun bir stres yaşatmıştı. Sonra Alma-Ata, Bişkek, Prjevalsk, bunaltıcı sıcakta kötü otobüslerle iki gün süren yolculuk ve Terskey Ala-Tau dağları. Bu bölgede yirmi gün boyunca yaptığımız aklimatizasyon ve kondisyon tırmanışları : 3900 m.’lik Uglawaya, 4202 m.’lik Peak Studentof, 4800 m. Ve 4740 m.’lik muhteşem Brigadina-Albatros traversi ve 5170 m.’lik Cigit.
Ve sonunda helikopterle Tien-Shan dağlarına gelişimiz, Güney İnelçek buzulu üstünde 4000 m.’deki ana kampımız. Dağların heybetinden şaşkına dönüşüm ve hemen başladığımız aklimatizasyon tırmanışı ve büyüleyici Khan-Tengri zirvesini ilk kez görüşüm, 5800 m.’ye çıkıp kar mağaralarını kazışımız ve tekrar ana kampa dönüş. Cesedini indirdikleri ukraynalı dağcı, dağlarda gördüğüm ilk ölüm ve bunun son olmasıyla ilgili tutmayan dileğim.
Ana kampta beni bekleyen sürpriz, Ankara’dan Apo (Kara) ile karşılaşmamız, Apo ve Ufuk (Özgöz) da bu dağlarda olması. Şanssız giden tırmanış denemeleri ve sıranın bana gelmesi.
Ve tırmanış : Khan-Tengri, zorlu, soğuk, yüksek, o güne dek kendimle girdiğim en büyük mücadele, 6400 m.’de kırılam kramponum, onu iple ve telle bağlayıp Rusların bütün ikazlarına rağmen tırmanışa devam edişim ve sonunda zirve, bitkinlik ve acı ile mutluluk ve başarıyı aynı anda yaşamak. İnişe geçiş ve 6800’lerde tamamen kırılan kramponum, 6400 m.’de patlayan çadırımızı toplamak için harcadığımız olağanüstü çaba. Tek kramponla indiğim 1000 zorlu metre. Ayak parmaklarımı hissetmeyerek ve onları kaybetme korkusuyla ana kampa iniş, iki hafta acıdan yürüyememek ve bir buçuk ay parmaklarımın yerinde olup olmadığını hissedememek…
Ama Khan-Tengri’ye çıkan ilk Türk dağcısı olmak ve Türkiye’ye yedi yıl aradan sonra üçüncü 7000 m.’liğini getirmek ve 1992 yılında Türkiye?nin en başarılı dağcısı seçilmek. Hepsi olağanüstü anılardı ve hafızamın torunlara hikayeler bölümünde yerini aldı. Ve Kar Leoparı: Rusların “Snejnıy Bars” dedikleri Pamir ve Tien Shan dağlarının en güçlü hayvanı. Bağımsız Devletler Topluluğu’nda bulunan beş 7000 m.’lik dağa tırmanan dağcılara gücün ve özgürlüğün sembolü olan bu güzel hayvanın adı ve üzerinde “SSCB’deki en yüksek dağların fatihi” yazılı altın buz kazması rozeti veriliyor. Rusların yüz elli yıllık bir dağcılık geçmişi var. 1928’deki ilk yüksek irtifa tırmanışlarından ( Peak Lenin ) 1991’e dek Rusya Dağcılık Federasyonu bütün tırmanışların kaydını tutmuş. Kar Leoparı fikri ilk kez 1966 yılında Ratzık tarafından ortaya atılmış, o yıllarda Rusların Mikhail Hergiani adlı çok güçlü bir kaya tırmanıcılarına İngilizler “Rock Tiger” ( Kaya Kaplanı ) ünvanı vermişler, Hergiani’nin arkadaşı Ratzık da bu fikirden esinlenip; “Eski SSCB’deki Dört 7000 m.’lik dağa çıkışı tamamlayan dağcılara biz de “Snejnıy Bars” ( Kar Leoparı ) ünvanını verelim” önerisinde bulunmuş ve bu fikir Dağcılık Federasyonu tarafından kabul edilmiş. O dönemlerde 6995 m. olarak kabul edilen Khan-Tengri bunun dışında tutulmuş. Dört 7000 m.’liği ilk kez 1961 yılında tamamlayan Moskovalı dağcı İvanov bu ünvanı alan ilk dağcı olmuş. 1966’da üç kişi, 1968’de bir kişi, dört tırmanışı da tamamlamış sonra da arkası gelmiş. Çin’le olan politik sorunlardan dolayı Kar Leoparı olmak için dönem dönem pobeda hariç tutulmuş. Bazı dönemlerde de Khan-Tengri dahil edilmiş. Bir dönem dört, bir dönem de beş 7000 m.’liğe çıkana vermişler bu ünvanı ancak 1989’dan beri beş 7000 m.’liği tamamlayanlara veriliyormuş. Bugüne dek beş tırmanışı da tamalayan ikisi batılı olmak üzereyaklaşık 214 dağcı var dünyada.
Hermann Hesse’nin Doğuya Yolculuk adlı çok hoş bir kitabı var. Adı kitapta açıklanmayan çok eski bir gizli cemiyetin üyesi olan Hesse ve bu cemiyetin seçkin üyelerinin, yaşamlarının bir döneminde herşeyi bırakıp doğuya doğru çıktıkları yolculuğu anlatır. Yalnız bu yolculuğa katılacak olanların bir amacı olmalıdır, hepsi kendi yaşam tecrübelerine ve beklentilerine göre bir amaç uğruna bu yolculuğa katılır.Kimi hayalindeki prensesi, kimi çok eski bir hazineyi, kimi de efsanevi bir kitabın el yazmalarını bulmak için bu uzun ve zorlu yolculuğa çıkar. Yolculuk aynıdır ama herkes kendi ruhunun özlem duyduğu bir şeyin arayışındadır.
Eski zamanlarda savaşçılar, bir olayı kutlamak için içki içerken tanrılara da sunarlarmış, bardaklarının, dudaklarının değmediği, kirletmediği tarafından saygıyla toprağa dökerlermiş şarabı. İki yıl önce, Khan-Tengri’nin duvarının dibinde hissedemediğim parmaklarımla bitkin bir halde otururken, o dev piramide çıkabildiğim için Tanrı’ya teşekkür ettim, ve mütevazü çayımı ononla paylaştım, bardağın dudaklarımla kirletmediğim tarafıyla. Ve o gün, yirmi dört yaşında, bu dağlara tekrar geleceğime dair kendime söz verdim, ta ki Kar Leoparı’nı buluncaya dek. O günden sonra da dağların bu güçlü ve özgür hayvanını aradım yükseklerde.
Ben gezginim ve dağa tırmananım diyordu gönlüne, ovaları sevmem, anlaşılan uzun süre sessiz de oturamam. Başıma yazgı ve yaşantı olarak ne gelirse gelsin, -bir gezinme, bir dağa tırmanma vardır onda ; kişi sonunda ancak kendini yaşar.
Nietzche
1993 Şubatında Kafkasya’ya gittim, 5642 m. ve 5621 m.’lik iki zirvesi olan Elbruz dağının ilk türk kış tımanışı için. Bölgede alışılmadık bir şekilde çok kar ve soğuk vardı ve müthiş çığ tehlikesi. Rusların bavul ticareti yüzünden sırt çantam benden dört gün sonra geldi, bir de buz kazmam çalındı. Ancak bu gecikme sayesinde kalacağımız otele düşen ve dört kişinin ölümüne sebep olan büyük bir çığdan kurtulduk. Rusların en iyi dağcılarından biri olan ve 8416 m.’lik Lhotse güney duvarını çıkan ekipten Nikolay Totmiyanin’le son derece kötü bir havada çıkışı zorladık. Elbruz’a daha önce 8 tırmanışı olan Nikolay bu kadar kötü havada çıkmamıştı. Bizi devirecek kadar kuvvetli esen rüzgar, cam kadar sert buz, donmak üzere olam burnum, hissizleşen parmaklarım ve hayatımda yaşadığım en müthiş soğuk. 5300 m.’deyiz , 6 saat sonra ilk molamız ve birer bardak çay, sakallarım, bıyığım ve burnum anorağın ipiyle birlikte buz tutmuş ve hepsi birbirine yapışmış durumda. Nikolay iki defa dönmek isteyip istemediğimi soruyor, kesinlikle dönmeliyiz ama hayır bu kadar yaklaşmışken dönüş kararı veremiyorum. Tırmanışı zorluyoruz ve sonunda 5621 m.’lik doğu zirvesine ulaşıyoruz , ’93 yılının toplam üç başarılı tırmanışından ikincisi oluyor bu. Tam anlamıyla bitmiş durumdayım, içinde bulunduğum durumun bir adım sonrası baygınlık, o halde nasıl ayakta durabildiğime hala şaşarım.İnişte bizden iki gün önce 4800 m.’de düşüp yüzlerce metre aşağıya kayan Vilnius’lu şanssız dağcının kan izlerini görüyoruz ve burayı buz vidasıyla emniyete alarak geçerek yoğun sis altında 3800 m.’ye dek düşe kalka iniyoruz. Ertesi gün herşey normale dönüyor, yorgunluğun dışında bir tek burnumun durumu kötü ki o da on günde iyileşiyor. Terskol’a inince düşünüyorum da, hayatımda ilk defa inatçılığım beni korkutuyor, 5300 m.’den geri dönmeliydik…Yine de Türkiye?nin en yüksek kış tırmanışını yapmış oluyorum.
Dağlara tırmanan atlar gibi
Soluk soluğa yaşamak istedi dünyayı
Bir şahan gibi bulutlara kurdu
Dumanlı sevdaların yörük çadırını
Soluk Soluğa ( Ahmet Telli )
Temmuz 1993’te Dağcılı Federasyonu’nun 7134 m.’lik Lenin tırmanışı için Alma-Ata’ya uçuyoruz. Aklımda unutmaya çalıştığım E., hayatımın en büyük hayalkırıklığı ile Türkiye’den kaçarcasına biniyorum uçağa. Bozuk organizasyon yüzünden Alma-Ata, Açıktaş arasındaki 1100 km.’yi boğucu havada dört günde geçiyoruz. Daha tırmanış başlamadan bu gereksiz yolculuk bizi iyi yoruyor.Peşpeşe giden aksiliklerin sonunda Açıktaş’a varıyoruz ve tırmanışa başlıyoruz. Neyse ki buradan sonra yemeklerin dışında herşey iyi gidiyor. 5800 m.’ye dek çıktığımız aklimatizasyon tırmanışı ve sonra asıl tırmanış, herhangi bir sorun yok. On sekiz kişi birlikte başladığımız 5950 m.’deki son kamptan 7134 m.’ye dek olan o uzun son etabı neredeyse solo tırmanıyorum ve 7000 m.’ye dek bütün izi ben açıyorum. Zirve platosunda kötüleyen havanın da etkisiyle zirveyi bulamayınca arkadan gelen dağcıları bekliyorum. Bana en yakın grup on beş dakika arkamdaki üç kişilik bir Rus ekibi, zirveye onlarla varıyorum. Buraya gelmeden önce İstanbul’da, bunaltıcı sıcakta günde iki defa Bebek ve Küçük Bebek yokuşlarını bisikletle çıkmam işe çok yarıyor ve Lenin’de beni bile şaşırtan bir performans gösteriyorum. Buna güvenip, aslında 1994’e bıraktığım Pobeda’yı bu yıl denemeye karar veriyorum. Böylece Lenin ekibi Türkiye’ye dönüyor, ben de tekrar bin küsur kilometreyi geçip Karkara’ya geliyorum, yine dağlarda tek başımayım. Ve Pobeda, dünyanın en kuzeyindeki 7000’lik, bu güne dek seksen sekiz dağcının hayatını kaybettiği, son derece tehlikeli, 7439 m.’lik gerçek bir dağ. Pobeda’yı denemek için tek başıma Tien-Shan’ın en kötü sezonlarından birinde Karkara’ya geldiğimde herkes şaşırıyor. Ruslardan biri bozuk ingilizcesi ile bu sezon henüz Pobeda’ya çıkılmadığını söyleyerek beni vargeçirmeye çalışıyor,
— Pobeda is strong, one must know himself
( Pobeda güçlüdür, insan kendisini bilmeli. )
— I know myself, i dont know about the weather, i will just try.
( Kendimi biliyorum hava durumunu bilmiyorum, sadece deneyeceğim. )
Tien-Shan’da eski dost Nikolay’la karşılaşıyorum, bol bol hasret gideriyoruz, kötü giden havadan o da şikayetçi, çığ tehlikesinden bahsediyor. Sonra Pobeda için bir grup buluyorum ve bütün sezon kötü giden havanın en iyi günlerinde tırmanışa başlıyoruz. Kondisyonumuz iyi, aklimatizasyonumuz iyi, hava iyi, beş kişilik ekiple önce 1. Kampa varıyoruz, ertesi gün 3. Kampa 5800 m.’ye çıkıyoruz, sonraki gün 6980 m.’ye kötü hava koşullarında tırmanıyoruz. 6800’lerde şiddetli rüzgar ve tipi altında bitkin bir halde 5. Kampa doğru tırmanırken, Rusların meşhur sürat tırmanıcılarından yüzü gözü donmuş haldeki Gleb Sokolov’a, solo zirveden dönerken rastlıyorum. Bütün iyi niyeti ve sevimliliğiyle “Little little to go” ( Az az git ) diyerek bana güç veriyor. Öyle ki ne zaman yorgunluktan bitsem hep bu sözleri söylerim kendime.
5. kampa bitkin bir halde varıyorum, o kadar hızlı tırmanmamıza rağmen ne yazık ki hava bozuyor, yukarıdaiki gece iyi hava bekliyoruz, ama bu iş bu yıl olmayacak gibi, sonunda ana kamp tırmanışı durduruyor ve grubu geri çağırıyor. İki gün durmadan yağan kar müthiş çığ tehlikesi oluşturuyor, ama bir şekilde aşağı inmek zorundayız, kar sürekli artıyor. İnişe geçiyoruz, ancak 6800m.’de altımızdaki kar yarılıyor ve yarım metre kadar kayıyor. İlk defa bu kadar çaresizim ölüme karşı ve bu kadar yakın, ayrılan karın kaymamasını dilemekten başka yapacak hiçbir şey yok. Tipi altındaki kısa konuşma sonunda tekrar yukarı çıkmaya karar veriyoruz ve izleri bozmadan çılgınca bir süratle yukarı tırmanıyoruz.Kar mağarasında biraz dinlendikten sonra, bizden üç gün önce bir arkadaşlarını 7000 m. platosunda kaybeden Moskovalı grupla birlikte daha uzun bir rotadan inişe geçiyoruz ve 5800 m.’ye iniyoruz, bir gece sonra da ana kamp. Pobeda bu yıl yalnızca on iki dağcıya izin veriyor ve ne yazık ki ben bunlardan biri değilim. Onunla tekrar buluşacağız, henüz tam anlamıyla dostluğumuzu pekiştiremedik. Alma-Ata – İstanbul uçağında beş altı gün birlikte yemek yediğimiz İspanyol dağcı Ignio’yu, Pobeda’da döndüğümüzde baba şaşlik ve kampot ikram eden kazak dağcı Galim’i ve yüzlerini bile görmediğim, bu sezonun toplam on iki şanssız dağcısını düşünüyorum. Tien-Shan dağları ’93 yazında kendini küçümseyenleri hiç affetmiyor.
1993 sonunda askere gidiyorum, ancak süresi uzatılınca bütün planlarım alt üst oluyor. Sonra Dağcılık Federasyonu, Deniz Kuvvetleri Komutanlığı ve Genel Kurmay Başkanlığı arasında süren yazışmalar sonucunda 1994 yazı için Genel Kurmay Başkanlığı’ndan özel izin alıyorum. Bu izin için Denik Kuvvetleri Komutanlığı’na ve Genel Kurmay Başkanlığı’na teşekkür borçluyum. Bir de her nasılsa E. tekrar girdi hayatıma, yalnızca bir süre için…
Havaalanında beni uğurlamaya gelen arkadaşlarımla vedalaşırken, hakkınızı helal edin dediğimde yüzleri bozuluyor, bu kış iyi antreman yapamadığımı onlar da biliyorlar.
— Saçmalama, sen kendini biliyorsun, fazla zorlama.
— Ben kendimi biliyorum ama dağ bu, yine de belli olmaz.
— Boşver şu Pobeda?yı, bu yıl bu kadar zorlama kendini.
— …
Böylece Temmuz başında taşkent uçağına biniyorum ve on iki saat içinde sıfırdan, 4200 m. irtifaya çıkıyorum. Taşkent’ten Moskwina buzulunun yanında kuracağımız kampımıza iki saat süren bir helikopter yolculuğu ile geliyoruz. Bu kadar kısa sürede artan bu kadar yükseklik ve bütün kampın taşınması hepimizi biraz sarsıyor. Üç gün sonra aklimatizasyon tırmanışına başlıyoruz. Hedefimiz 6299 m.’lik Peak of Four. Sıfırdan gelişimin altıncı gününde neredeyse 6300 m.’ye çıkıyorum. Bu dağın uzun ve dik buzuluyla boğuşarak bu sezondaki ilk çıkışını yapıyoruz. Artık 7105 m.’lik Korjenevskoy’a hazırız.
Sonraki iki gün ana kampta dinlenme ve Korjenevskoy’a tırmanış hazırlıklarıyla geçiyor. Tırmanış günü öğleden sonra 5100 m.’deki 1. Kampa yürüyoruz. Toprak ve kayalık arazideki patikada gözüme kaçan tozlar yüzünden lenslerim beni epey rahatsız ediyor. İkinci gün 5800 m.’deki 2. kampa kar-buz devam eden bir rotada, buzul çatlaklarından korunmak için yer yer birbirimize bağlanarak çıkıyoruz. Hava son derece sıcak ve güzel, kar koşulları çok elverişli, ancak karın az olması, üçüncü günün 5800 – 6100 m. arasındaki traversini biraz zorlaştırıyor. Rota tamamen buz olduğu için, traversi biraz daha aşağıdan yapıyoruz. Asıl rotada sabit hat var, ancak bu yılın ilk tırmanışını biz yaptığımızdan, eski iplerin durumuna pek güvenmiyoruz. 6100 m.’deki geçitten sonra korjenevskoy?un zirvesine giden asıl sırt sistemine giriyoruz ve burada kaya-buz-kar karışık bir rotada 200 m. daha tırmanıp 6300 m.’deki geniş düzlükte 3. kampımızı kuruyoruz. Son gün üçer kişilik iki grup halinde inişli çıkışlı çeşitli dikliklerdeki pek çok tepeden oluşan sırtı tırmanıyoruz. Yaklaşık 6500 m.’de Sergey hastalanıyor ve grubu iyice yavaşlamak zorunda kalıyor. Biraz daha devam ettikten sonra geri dönüyorlar. Nikolay, ben ve İlya devam ediyoruz ancak 6900’lerde İlya’nın da temposu iyice düşüyor ve bana bağlı olduğu iple sürekli onu çekmek zorunda kalıyorum. Sonunda bizi daha fazla yavaşlatmamak için Nikolay’a haber verip ipten çıkıyor, zaten rotanın buradan sonrası oldukça güvenli. Nikolay’la birlikte süratle devam ediyoruz. Zirveye yaklaşık elli metre kala Nikolay yavaşlıyor ve “Hadi bakalım önden sen git” diyor, “Ben dört defa tırmandım buraya”. Zaten süratli tempomu daha da artırıyorum ve kısa sürede 7105 m.’ye ulaşıyorum. Bu Korjenevskoy’un ilk Türk tırmanışı oluyor, içimi tarifsiz bir coşku ve mutluluk kaplıyor. Üçüncü 7000’lik zirvem olmasına zağmen müthiş bir zevk duyuyorum yükseklikten. Önceki iki zirvemde hava kötüydü, o yüzden yukarıda çok az durabilmiştik. Bu sefer yirmi dakika oyalanıyoruz, muhteşem manzarayı seyrediyoruz ve fotoğraf çekiyoruz. Uzakta geçen yıl dost olduğumuz 7134 m.’lik Lenin zirvesini görüyorum, ona selam yolluyorum. Bugün bir kez daha anlıyorum ki, ben dağları çok seviyorum ve sırt çantamı taşıyabildiğim sürece tırmanmaya devam edeceğim.
Bu arada, Sonderece yorgun bir şekilde İlya’da varıyor zirveye. Hep birlikte inişe geçiyoruz. İlya’yı ortaya alıyoruz, çok yorgun, bu yüzden düşe kalka iniyor ama bize bağlı olduğu için onu kontrol ediyoruz. İnişte öbür grubu da yakalıyoruz ve İlya’yı onlara bırakıp 6300 m.’deki kampımıza yine Nikolay’la birlikte varıyoruz. Biz yemek hazırlıklarıyla uğraşırken diğerleri de geliyor çadıra. Sonraki gün ana kampa iniyoruz ve İra’nın harika yemekleriyle, bir de sauna ile bütün yorgunluğumuz geçiyor. Ana kampta üç gün dinleniyoruz. Bu arada biz Korjenevskoy’a giderken Communism’e giden iki Rus ve iki Fransız’dan oluşan ekip de harika bir havada zirveye ulaşıp ana kampa dönüyorlar. Hep birlikte çıkışlarımızı kutluyoruz.
Communism tırmanışına başlayacağımız gün, sabah saat 04:00’te kalkıyoruz ve rotanın başlangıcındaki tehlikeli serakları güvenli bir şekilde geçmek için erkenden yola çıkıyoruz. Dört kişi önce Walter buzulunu sonra serakları ve kayaları geçip beş saatte 5100 m.’ye, sırta çıkıyoruz. Burası normalde 1. Kamp, burada mola verip yemek yiyoruz ve tırmanışa devam ediyoruz. İki saat sonra 5700 m.’deyiz.
Bu arada uzun zamandır iyi giden hava sonunda bozuyor, bundan sonra üç gün kötü havayla başbaşayız. 5700’den sonra ağır sırt çantaları bizi zorlamaya başlıyor, artık herkes kendi temposuna göre gidiyor. Önde Nikolay, elli metre arkasında ben tırmanıyorum, Valeri ve İlya geride kalıyorlar. Böylece çıkıştan yaklaşık on bir saat sonra, Rusların kadın göğsüne benzettikleri 6200 m.’lik tepenin üstüne varıyoruz. Buradan da 400 m.’lik inişle kötü bir havada dünyanın en yüksek platosuna Büyük Pamir Firn (sert kar-buz) Platosu’na iniyoruz. Doğrusu bugün çok yorucu bir gün oluyor. Nikolay’la hemen kamp ve yiyecek hazırlıklarına girişiyoruz. 40 dakika sonra Valeri de kampa varıyor. İlya’nın gecikmesi bizi biraz endişelendiriyor ama neyse ki bir buçuk saat sonra çok yorgun bir şekilde O da varıyor platoya.
Kar yağışı bütün gece devam ediyor. Ertesi gün sabahtan platoyu geçip Peak Duşanbe’ye doğru tırmanışa başlıyoruz. 6200 m.’ye dek dizimize kadar batan bir karda iz açarak ilerliyoruz, sonra kar sertleşiyor. Böylece beş saatte 5600 m.’ye çıkıyoruz ve buraya kampımızı kuruyoruz. Günlük telsiz görüşmemizde ana kamp kötü havaya karşı bizi uyarıyor. İki gündür devam eden kar yüzünden buradan tek etapta zirveye gitmemiz çok zor, bu yüzden ertsi gün, kar yağışı altında kampı 6800 m.’ye taşıyoruz. Ve bir gün sonra düzelen havanın verdiği moralle zirveye doğru yola çıkıyoruz. Kalan traversi elli dakikada bitirip Communism zirvesinin tam altına geliyoruz ve önümüzdeki dik buzulu açık ama müthiş rüzgarlı bir havada tırmanmaya başlıyoruz. Sırta gelince rüzgar iyice şiddetleniyor. Sonunda çıkıştan beş saat sonra Nikolay’la birlikte 7495 m.’ye varıyoruz. Communism dördüncü ve en yüksek zirvem oluyor.
Şiddetli rüzgar yüzünden yukarıda fazla oyalanamayıp inişe geçiyoruz ve geceyi 6800 m.’de geçirip ertesi gün inişe devam ediyoruz ve on saatte derin karla boğuşarak ana kampa iniyoruz. Türkiye?den Uğur (Uluocak) ve Bünyad (Dinç) gelmiş, bol bol sohbet edip hasret gideriyoruz.
Moskwina’da Tacikistan, Özbekistan ve Kırgızistan arasındaki politik sorunlar yüzünden altı gün helikopter bekledikten sonra Taşkent’e geliyorum. Kendimi çok iyi hiisediyorum ve Pobeda’yı bir kez daha denemek istiyorum. İki gün otobüs, tren, uçak arasında uğraşarak sonunda Alma-Ata’ya uçakla gitmeye karar veriyorum. Ama şehirdeki bürokrasi beni tırmanıştan daha çok yoruyor. Alma-Ata’da Rus milli takımından eski dost Rinat Haybulin’in yanında kalıyorum, sabah 03:00’e kadar Rinat, bir Amerikalı ve ben sohbet ediyoruz, dört saat sonra da onların grubuyla yola çıkıyorum ve Çin sınırındaki Akkul’a geliyorum. Ancak Tien-Shan’da hava yine kötü, iki gün burada bekliyoruz ve bir ara açan hava sürekli kapalı ve kar yağışıyla çok ender açıyor. Pobeda’da henüz dördüncü kampı (6400 m.’yi) geçen yokmuş. Khan-Tengri’ye ise çok az kişi çıkabilmiş. Geçen yıl çok fazla ölüm vardı bu dağlarda, bu yüzden bu yıl oldukça az dağcı gelmiş.
Kampta altı gün iyi hava bekliyorum, bu arada iki defa Güney inelçek buzulunu geçip karşı kampta kalan sekiz kişilik Türk ekibini ziyaret ediyorum, onlarla olmak bana iyi moral veriyor. Pobeda’nın 3. Kampında dört gündür iyi hava bekleyen, Everest dahil üç 8000’lik teknik rota tırmanışı olan Koreli dağcı Kim ve iki Rustan oluşan son derece güçlü bir ekip sonunda pes ediyor ve aşağı iniyorlar, müthiş rüzgar yüzünden bir üst kampa çıkamamışlar bir türlü. Pobeda çok farklı bir dağ, o izin vermeden hiç kimse ona tırmanamıyor, artık Pobeda’yı yalnızca Pobeda olduğu için istiyorum. Toplam onbeş gün beklemek zorunda kalıyorum ve her geçen gün içimde onu deneme isteği artıyor, ama bu yıl bana izin vereceğini hissediyorum, artık buna hazırım.
Buzuldaki bekleme süresi içinde önceki tırmanışlarımdan tanıdığım pek çok insana rastlıyorum, her gün bir o kampa bir bu kampa gidip vakit geçiriyorum.
Sonunda 10 Ağustos’ta çıkışa başlayan Sibirya?nın Tomsk şehrinden oldukça güçlü yedi kişilik bir ekibin bir gün arkasında dört Rus dağcıyla birlikte çıkışa başlıyoruz. İki ekip de Rusya şampiyonası için çıkışı deniyor. Benim grubumun aklimatizasyonu pek iyi değil, ilk gün Zvoydoçka buzulunu geçip Rusların Pass Dicky (vahşi) dedikleri tehlikeli seraklar ve geçişlerle dolu geçidi geçip 5300 m.’deki 4. Kamp, bu arada gruptakilerden biri kendini iyi hissetmediği için tırmanışı bırakıyor, ancak grubun temposu bana göre çok yavaş kalıyor. 5300 – 5800 m. arasındaki, geçenyıl iki buçuk saatte çıktığım sırtı dizime kadar batan bir karda iz aça aça üç saatte tırmanıyorum ve kar mağarasına girip grubu bekliyorum. Ancak son adam 3. Kampa altı saatte varınca bugün 4. Kampa devam etme şansımız kalmıyor. Geçen yıl Pobeda’da iyi havayı bir günle kaçırmıştık, bu yıl da böyle olmasını istemiyorum. Zaten grup da beni bekletmekten hoşlanmıyor, oturup durumu konuşuyoruz ve benim gruptan ayrılıp kendi tempomla tırmanmamım en iyisi olacağına karar veriyoruz. Nitekim aşağıdaki kamptan dürbünle bizi izleyenler de tırmanışta aramızdaki farka hayret etmişler. Çıkışı solo yapmayı düşünmüyorum, bizden bir kamp yukarıda beş Koreli ve bir Rus rehberlerinden oluşan bir ekip var, onları yakalamayı planlıyorum.
Böylece ertesi gün yanıma iki günlük yiyecek ve yakıt alıp Vaja Pşavela’daki 5. Kampa, kar mağarasına varmayı deniyorum. Geçen yıldan rotayı bildiğim için rahatım, ancak 5800 – 7000 m. arası tırmanışın belki de en zahmetli yeri, kaya-buz-kar karışık devam eden uzun ve dik bir etap. Tırmanışı solo yaptığımdan dolayı riski minimuma indirmek için son derece dikkatli davranıyorum ve tehlikeli yerlerdeki sabit hattan çoğu yerde cumarla emniyet alarak üç saatte 5400 m.’ye varıyorum. Bu arada korelilerden biri hastalandığı için bütün ekip onu aşağı indiriyor ve 5800’den helikopterle alıp Akkul?a götürüyorlar. Böylece Koreli grupla çıkışı yapma şansım kalmadı, Tomsk grubu da benden bir gün önce çıkışı deneyecek.
6400’de Korelilerin, biri patlamış durumda iki çadırı var, sağlam olanına girip bir saat yemek, çay ve dinlenmemolası verdikten sonra şiddetli rüzgar altında tekrar tırmanışa devam ediyorum. 6600 m.’ye dek sonderece dik bir kayalık etabı cumarla emniyet alarak tırmanıyorum, buradan sonra oldukça az sabit hat var. 6800 m.’de sonra hatırladığım rota biraz değişmiş, Tomsk grubu yeni rotayı biraz sola kayarak açmış, izlerini takip ederek Vaja Pşavela’ya varıyorum. Kondisyonum ve aklimatizasyonum çok iyi durumda, geçen yıl on saatte çıktığım etabı bu yıl bir saat mola dahil yedi saatte tırmanıyorum. Bu yıl buraya ulaşan ikinci ekip-kişiyim, ancak kar mağarasını olması gereken yerde bulamıyorum. Şiddetli rüzgar ve tipi altında sırtta ilerlerken iki çadırı farkediyorum ve hemen yanlarına gidiyorum, ancak çadırlar boş. Birinin içine girip beklemeye başlıyorum. Tomsk grubu bugün çıkışa gitmiş, akşama geleceklerini tahmin ediyorum çünkü yanlarına uyku tulumu almamışlar, ancak bütün gece kimse gelmiyor. Akşamüstü hava iyice bozuyor, rüzgar ve tipi altında çadırda yemeğimi yiyip yatıyorum. Yarın için karasızım, artık çıkışı ya yalnız deneyeceğim ya da bir iki gün benim grubumun gelmesini bekleyeceğim ki bunu hiç istemiyorum. Ertesi sabah kararsız bir şekilde çadırın içinde otururken 08:30?da Tomsk grubu geliyor, hava iyice bozunca bir kar mağarası kazıp çok soğuk bir gece geçirmişler, hepsi tir tir titriyordu, ama iyiydiler. Bu yılın ilk çıkışını yapmışlar, gruplarını yavaşlatan biri bayan iki kişi varmış, toplam onbeş saat yürüyüp altı saat kar mağarasında beklemişler.
Onlardan rota hakkında bilgi alıyorum, Seryoga “Hava açık, buraya kadar süratli gelmişsin, git, eğer hızlı davranırsan on saatte gidip gelebilirsin” diyor.
Hava rüzgarlı ama açık ve güneşli, Pobeda için bu rüzgar son derece normal. Bunun üzerine tırmanmaya karar verip, yanıma yalnızca 1.5 litre çay, bir iki çikolata, buz kazması, anorak ve fotoğraf makinemi alıp saat 09:25’te bütün hızımla 4 km’lik traverse giriyorum. Emniyetimi alacak kimse olmadığı için emniyet kemerimi bile giymiyorum. Bütün ekstra malzemelerimi Seryoga’ya bırakıyorum, o da bana zaman kazandırmak için bugün inişe geçmeden küçük bir kar mağazası kazıp eşyalarımı içine saklıyor.
Pobeda’nın bu sırtının 8000’liklerden bile daha şiddetli rüzgar aldığını biliyorum, sabah kanımı sulandırmak için bir Aspirin plus C içiyorum, çıkış boyunca da parmaklarımı donmaktan korumak için üç tane Trental yutmak zorunda kalıyorum.
Aklimatizasyonum çok iyi durumda, baş ağrısı bile hissetmiyorum ve bir saat yirmi beş dakikada son derece dikkatli ama süratli bir şekilde çoğu sert kar ve buz olan, pek çok insanın canını almış bu inişli çıkışlı traversi, arkadan esen rüzgarın altında geçiyorum ve Rusların Obelisk dedikleri yaklaşık 400 m.’lik son tepenin altına varıyorum. Burada kısa bir mola verip çay içip bir şeyler atıştırıyorum. Sırt çantamı burada bırakıp yalnızca fotoğraf makinem ve buz kazmamla birlikte son derece hafif olarak bütün hızımla tırmanmaya başlıyorum. 100 m.’lik kolay bir kar kulvarını geçip, 50 – 60 m.’de yer yer sabit hat olarak kayalarda tırmandıktan sonra zirveye giden sırta giriyorum. Ancak sırt bazı yerlerde tam bir kılçık yapmış, o kadar tehlikeli ki yer yer ancak ata biner gibi geçmek mümkün. Rüzgar bile insanı Çin ya da kırgızistan tarafına uçurabilir. Sonradan Rusların buraya Loş ( bıçak ) dediklerini öğreniyorum. Burayı oldukça dikkatli geçiyorum, ancak oldukça uzun bir bölüm bu şekilde gidiyor ve hiçbir emniyet yok. Tomsk grubunun izlerini görmesem, emniyetsiz kolay kolay girmezdim buraya herhalde. Kılçıktan sonra hepsi zirveye benzeyen beş altı tane tepe geçiyorum, Pobeda’nın asıl zirvesi çok arkada kalıyor ve sonunda asıl zirveyi görüyorum. Gittikçe yaklaşıyorum, bir adım daha, bir adım daha, ve artık ben dağım, rüzgarım, karım, soğuğum, dağ ben, kaya ben,
buz ben: BEN KAR LEOPARIYIM…
Şiddetli rüzgar altında birkaç fotoğraf çekip inişe geçiyorum, garip duygular içindeyim: yirmi altı yaşında, kendime verdiğim sözlerden birini yerine getirmenin mutluluğunu yaşıyorum, sevdiklerimi özledim, bunu onlarla paylaşmak istiyorum. Artık soğuğu hissetmiyorum bile, yorgunluk da kalmadı, aklım başka yerlerde, bedenim ise son derece tehlikeli rotada güvenli bir şekilde inişe devam ediyor. Önümde inmem gereken 3500 m. var. Obelisk’i yine çok dikkatli bir şekilde iniyorum, bu arada rüzgar da iyice artıyor, traverse girdiğimde ise kar yağışı da başlıyor. Çıkışta arkadan esen rüzgarı bu kez tam yüzüme yiyorum, üç saat rüzgarla, tipiyle boğuşarak, bir ara kaybolduğumu bile düşünerek, aşırı parlaklıktan zaman zaman bütün görüşü kaybederek, ama inatla izleri arayarak sonunda çıkıştan sekiz buçuk saat sonra 17:55’te Vaja Pşavela’ya varıyorum. Sabah yanıma uyku tulumu, çadır, ocak, yiyecek hiçbirşey almamıştım ve ne olursa olsun kampa varacağım diye karar vermiştim. Bir saat yirmi beş dakikada geçtiğim sırtı, rüzgara karşı üç saatte geri dönebiliyorum, bir de bu üç saat içinde tonsilid ve bronşit oluyorum.
Koreli Kim ve çok tecrübeli Rus rehberi Anatoliy bu kez çıkmışlar Vaja Pşavela’ya hemen onların çadırına girip sıcak birşeyler içip dinleniyorum. Ancak küçük çadırlarında kalabileceğim yer yok. Seryoga?nın yaptığı kar mağarasından eşyalarımı alıp inişe başlıyorum ve daha 100 m. inmeden tırmanışa birlikte başladığımız üç kişilik gruba rastlıyorum ve çadırlarına giriyorum, geceyi 6800 m.’de geçiriyorum. Son derece rahatsız ve rüzgarın gürültüsünden uykusuz bir gece oluyor bu. Bütün gece öksürmekten zaten uyuyamıyorum, ertesi sabah toplanıp şiddetli rüzgar altında inişe geçiyorum. Bu arada matı çantaya bağlamaya çalışırken neredeyse ellerimi donduruyordum, sonunda matı kapağın arasına sokuyorum, ellerim de yünlü bir kumaşla yapılan masajla normale dönüyor. Ben inerken de üç kişilik Rus ekibi de yukarı devam ediyor. Yaklaşık 6000 m.’ye geldiğimde Tomsk grubundan Seryoga ve iki dağcıya rastlıyorum, geceyi 6400 m.’de geçirmişler ve bugün ana kampa iniyorlarmış, diğerleri bir gün sonra inecekmiş. Onlara rastlamam çok iyi oluyor, oldukça yorgunum ve bu halde ancak 2. Kampa kadar inmeyi düşünüyoum. 5800 m.’de bir yemek molası veriyoruz ve onların önceden bıraktıkları malzemeleri toplayıp yüklenerek inişe devam ediyoruz. Bir ara Zvoydoçka buzulunda sisten-kardan kaybolarak toplam on üç saatte 6800 m.’den 4000 m.’ye iniyorum. Önce Tomsk grubunun kampına uğrayıp yemek yiyorum, sonra da kendi kampıma geliyorum. Kamptakiler çok şaşırıyorlar ve çok seviniyorlar, boğazım ve ciğerlerim için doktor hemen tedaviye başlıyor.
Dün gece 01:00 gibi kampa vardığım halde, Türk dağcının Pobeda’ya solo çıkışı, herkes tarafından duyulmuş. Sabah daha uyku tulumundan çıkmadan bizim kamptakilerden tebrik etmeye gelenler oldu. Buradaki kampları dolaşırken de herkes içten tebriklerini sundu. Benim doğduğum yıl Peak Communism’de yeni rota açan ve altı Pobeda çıkışı olan meşhur dağcı Borodkin ve Pobeda’yı bu yıl denemek isteyen dağcılar bana uzun uzun tırmanışı anlattırıp dinlediler. En çok da traversi bir saat yirmibeş dakikada, zirveyi ise dört saat on dakikada yaptığıma şaşırdılar, bizim kampın şefi bir yarışmada kazandığı Gürcü dağcıların “Rock Tiger” rozetini, kabul edemeyeceğimi söylediğim halde, herkesin içinde göğsüme taktı. Bir de buzuldan ayrılırken burada kaldığım onsekiz gün ve tırmanış için benden hiç para almadılar.
Sonradan öğreniyorum ki Pobeda’nın bilinen yedi solo çıkışı varmış. Buna inanamıyorum ama dünyanın en zorlu ve tehlikeli 7000’liğinin sekizinci solo tırmanışını gerçekleştirmişim. Türkiye’den ayrılmadan dostlarımdan bana bol şans dilemelerini isteyip gerisini ben hallederim demiştim. Öyle çok şans dilemişler ki, kar leoparı?na harika bir finalle ulaştım. Pobeda, bu sefer uzaklardan gelen eski bir tanıdık gibi karşıladı beni ve çok az kişiye verdiği, tek başına zirvesine ulaşma iznini bana verdi.
18’i gecesi çok kötü bir haber alıyoruz, iki gün birlikte tırmandığımız Rus ekipten Valodya 7000 m. platosunda ipsiz ilerlerken 200 m.’lik bir düşme sonucu yaşamını yitirmiş. Gece herkes toplanıyor, Valodya için ve bunun son olması dileğiyle votka içiyoruz. Bu sırada çıkışta olan üç kişilik bir başka rus ekip, çıkışı bırakıp diğer ikisinin aşağı inmesine yardım etmek için onlarla inişe geçiyor ve iki gün sonra kampa varıyorlar.
Allah’a şükür herşey hayırlısıyla bitiyor ve iki yıl süren arayışım sona eriyor. Mevlana’nın, “Kişinin değeri nedir?” sorusuna verdiği “Aradığı şeydir” cevabı geliyor aklıma. Aslında iki yaz önce Khan-Tengri’nin eteklerinde yarı donmuş parmaklarımla bitkin bir halde otururken, Kar Leoparı’nı bulacağıma dair kendime söz verdiğim gün yarıyarıya yaklaşmıştım bu güzel yaratığa.
Arayan bulur, yeterki bilgiyle, erdemle, karalılıkla, cesaretle arasın.
Demokritos, Epikuros ve çoğu filozof mutlu ve huzurlu bir yaşam için ruhu korkulardan özellikle ölüm korkusunda kurtarmak gerektiğini söylemiş, bunun kaçınılmaz olduğunu, bundan korkup ruhu huzursuz etmenin anlamsız ve budalaca olduğunu savunmuşlar. Tabii tutup da dağlara tırmanın dememişler ama madem bu işi yapıyoruz, hiç değilse uyarlamaya çalışalım. Şöyle ki : kişi aklını, ruhunu bütün korkulardan arındırdığı zaman, ki buna ancak bilgiden gelen kendine ve yaptığı işin doğruluğuna duyduğu güvenle ulaşabilir, işte o zaman varlığın en üst noktasını, Maslow’un deyimiyle kendini gerçekleştirmeyi ortaya çıkarabilir. Özellikle seyircisi olmayan doğa sporlarında bu durumu görebiliriz. Benim dağcılığa yaklaşımım da böyle: bilgi, tecrübe ve yeteneklerimden gelen kendime güvenle, bir de Hint felsefesindeki Karma düşüncesi ile, korkularımı yenip kendimi gerçekleştirebiliyorum. Bir anlamda vites değiştirmek gibi bir şey, vitesi bir yukarı alınca görüş de değişiyor yaklaşım da, bilgiden gelen güven korkuyu yenince sınırlar da genişliyor.
Üç yazda, yüksek dağlara yaptığım dört uzun yolculuk. Kimine hazırlıksız, antremansız, kimine çok iyi antremanlı gittiğim uzak dağlar. Üç yazda altı defa 7000 m.’ye tırmandım. Eski Rusya’daki beş dağın üçünün ilk Türk tırmanışlarını yaptım.
Baudelaire olsaydı, “Söyle bakalım neler gördün?” derdi. Neler mi gördüm: Rusya’yı, Kafkasya’yı, Kazakistan’ı, Kırgızistan’ı, Özbekistan’ı ve Tacikistan’ı gördüm, insanlarını az da olsa tanıdım. Rusların efsanevi dağcılarıyla tanıştım, bazılarıyla birlikte tırmandım.
İnsanların küçük bir hata ile ne kadar kolay ölebileceklerini gördüm. Yüksek dağlarda yaşamla ölüm arasındaki çizginin ne kadar ince olduğunu ve şansın / tanrı’nın çoğu zaman akılla cesareti birleştirebilmiş insanlardan yana olduğunu yaşadım. Olağan üstü güçlü ve becerikli, bir o kadar da mütevazı ve iyi niyetli insanlar tanıdım, soğukkanlılıkları ve dayanıklılıkları bedenlerinden değil, irade ve kararlılıklarından gelen insanlar.
Değişik insanlar da tanıdım. Aynı yerde uzun süre yaşamak için yaratılmamış insanlar, sürekli bir arayış içinde olan, dünyanın dörtte birini gezmiş, bir yaşam için çok şey denemiş, yaşamış insamlar. Eski Rusya steplerinde bunaltıcı sıcakta kötü araçlarla, binlerce kilometre yol katettim, uçsuz bucaksız dağların üzerinde saatlerce helikopterle uçtum, insanın başına herşeyin gelebileceği dev tren istasyonlarında yattım.
4000 m.’deki ana kamplarda etrafımızda düşen çığ seslerini dinleyerek aylarca kaldım, hayatım boyunca yetecek kadar kaşa ve greyça yediğim gibi harika Rus yemeklerinden de tattım. Kırgız çobanlarının yaylalarında misafir oldum, yöresel yemeklerinden yedim, az çok Türkçe anlaşmaya çalıştık.
4000 m.’de tırmanış sonrasında üç dolara yapılacak en iyi şeyi yapıp saunaya giderek yirmi günlük yıkandım.
Dostlarımın misafiri olarak belki de dünyanın en güzel şehri St.Petersburg’a gittim bir kış.
Bir de bu ülkede sabretmeyi öğrendim.
Türkiye’ye döndükten sonra, tırmanış belgelerimi Rus arkadaşlarım vasıtasıyla Rus Dağcılık Federasyonu?na gönderdim, Kar Leoparı ünvanını ve üzerinde “SSCB’nin en yüksek dağlarını fetheden” yazılı rozeti ve belgeleri resmi olarak almak için. Yine de bu fethetme sözü pek hoşuma gitmiyor, dağların fethedilmediklerini, yalnızca zirvelerine çıkıldığını düşünüyorum. Bir dağa tırmandığımda hiçbir zaman onu altetmiş, fethetmiş gibi bir düşünceye katılamdım. Benim mücadelem hep kendimle oldu, dağ ise yalnızca sonunda dost olduğumuz bir seyirciydi. Bazı dostluklar çok emek istiyor ve zorlu dağlarla dostluk kurabilmek için önce onu hak etmeniz gerekiyor.
Eski SSCB’nin en yüksek dağları için üç yıl uğraştım. 1995’te ise Himalayalar’da 8848 m.’lik dünyanın en yüksek dağı Everest’i deneyeceğim. Bakalım, iş dağın sizi kabul etmesinde, gerisi yalnızca tırmanış…
Hürriyet, 1-6 Ekim 1994………………..
http://www.nasuhmahruki.com