Karanlığa Dair…
İnsanların bilinçaltında hiç de hoş yer etmemiş olan
ve aslen de bilinçaltının (Subconscious) -daha bilimsel bir ifade ile bilinçdışının (Unconscious)- bizzat kendisini ifade eden
‘ Karanlık’ ile ilgili konuşmak dahi hoş karşılanmaz ama
aydınlığa dönüşecek olan da yine o karanlığın kendisidir.
Jung ‘un da ifade ettiği gibi ;
“Bir insan, aydınlığı hayal ederek değil,
karanlığın bilincine vararak aydınlanır.”
‘Ruhun karanlık gecesi’nin psikolojik süreçlerini tanımlamak için
bir metafor olarak
Simya Aşamalarını kullanan Jung ,
bunu da ‘Gece Deniz Yolculuğu’ olarak niteledi
ve özellikle Siyah aşama,
ya da maddenin öldürülmesi aşaması olan
Nigredo aşamasını
bu ‘Gece Deniz Yolculuğu’ ile ilişkilendirdi.
Anılar, Düşler, Düşünceler Kitabında da
Simyayı bu şekilde kullanış gerekçesini ;
“Ortaçağ’ın doğal felsefesinde oluşan Simya,
hem geçmişte kalan Gnostizmle,
hem de gelecekte oluşacak olan bilinçdışının modern psikolojisi arasında bir köprü oluşturuyordu”
sözleri ile ifade etmiştir.
Simya Psikolojisi Kitabının yazarı, Psikolog Thom F. Cavalli de Nigredo aşamasının çalışmalarından
-hayatımızdaki karanlıkları ve aydınlığı entegre etmek-
olarak söz etmiştir.
Bu aşama insan psişesinde
herhangi bir sorunun karşısında yaşanılan
moral çöküntüsüne ya da depresyona benzerdir.
Ardından ruhsal arınma süreci başlayacaktır.
İnsanın bilinçdışının derinlerine dalması
ve burada kendi karanlık özellikleri ile karşılaşması
sürecine bir ışık olarak
Mitolojist Joseph Campbell’in “Kahramanın Sonsuz Yolculuğu”
adlı kitabında
aydınlanma /bireyleşim sürecini ifade eden
üç aşama (ayrılma, erginlenme ve dönüş) içerisinde
karanlığın söz konusu olduğu,
yolculukta İlk eşiğin aşılmasından sonraki aşama olan
‘ Balinanın karnı ya da gecenin diyarına geçiş ‘ aşamasıdır.
““Büyülü eşikten geçişin bir yeniden doğum alanına geçme
olduğu fikri, dünyanın her yerinde rahim imgesi olan
balinanın karnıyla simgelenmiştir” (Campbell 2010: 107)”
bu derin aşama,
ruhsal yolculuğun belki de en karanlık yeridir.
Anadolu folkloründe
-Gurbet- kavramı ile de ilişkilendirilen
bu aşama
sonuçta olgunlaşılan ,
-Kahramanın Mağarası- olarak da anılır
ve buradaki -Gece- kavramı da
yalnızlığın ve çaresizliğin göstergesi olarak
gurbet türkülerinde kendini gösterir.
Ruhun karanlık gecesini ifade eden
ve Dante’nin “yaşam yolculuğumuzun orta yeri’
veya ‘karanlık ormanı“ dediği bu yer
aslen bilincin karanlık mekanlarında dolaşan
kahramanın
bilinç ve bilinçaltı eşiğindeki gizemli bilgilerin
kaynağına doğru ilerlediği
ve inisiye olan öğrencilerin
görünmeyen düzenin ,
görünen realite üzerindeki
işaretlerini bulduğu gibi
karanlıktan ışığa ulaştığı mekandır.
Mağara gibi bazen de Kuyu, Mahzen , Zindan
ya da Mezar motifi ile
ifade edilen bu değişim alanı
yüzleşmemiz gereken
bilinçaltı dünyamızın karanlık bölgesidir
Ve Yaratıcınınn kendi nefesinden üflemesiyle
var olan ruhumuzun içine yerleştiği bir ev olan
Beden de
saf , temiz ruh için
karanlık ve ölü bir çamur olarak ifade edilir.
Ancak Ruh da bedenin bu özelliği ile
kemal bularak aşkınlığa ulaşabilmektedir,
tıpkı çamurda açan bir lotus gibi…
Yani beden de ruh kadar elzemdir,
karanlık da ışık kadar…
Bilindiği gibi
Işıkla karanlık birbirine karıştığında
ışıkta bulunan özellikleri sergileyen
çok sayıda renk de ortaya çıkmış olur.
Bu karanlık, kapalılık ve darlık imgesinin
bir göstergesi olarak;
“Örneğin eski Hindistan’da,
inisiyasyon töreninin arketipi olan “Diksa” ritüeli
ayrıntılı olarak bir “regressus ad uterum”
(ana rahmine geri dönüş) temsilidir.
Aday, ana rahmini simgeleyen bir kulübeye kapatılır;
kulübeden çıkış rahimden çıkan dölütü simgeler
ve adayın ‘tanrılar evrenine doğduğu’ söylenir” (www.hermetics.org)”
“Şamanizm’de ise şaman adayları,
bedene ve dünyaya hapsedilen ruhun tahliyesi ve yeniden sonsuzluğu yakalayabilmesi adına,
kendilerini kapalı ve karanlık bir mekâna hapsederek
ölümü simgesel boyutta tecrübe ederler (Aça 2004: 10)”
“İslamî gelenek içerisinde
‘ölmeden önce ölmek’ olarak zikredilen bu ölüm,
“şeriattan tarikata geçişin anahtarıdır
ve başlangıçların mükemmelliğini çağrıştırır.
Bir ötekine geçiş olan ilk ölüm” (Çamuroğlu 1999: 86),
bekaya ulaşmak için
mutlak surette geçilmesi gereken
fena sürecinin sembolik ifadesi olarak yorumlanabilir.
Fena, insan-ı kâmil olma sürecinde bireyin mevcut halini çözmesi, parçalaması ve düşmesi;
beka ise yeniden yükselmesi ve bütünleşmesidir.
Fena bilinen benliğin ölüp gitmesine işaret ederken
beka Kozmik Ben’de yeniden doğuş anlamına gelmektedir
(Sayar 2003: 53)”
Bu Karanlık rahim motifine
mitlerde olduğu gibi
(Zeus dışındaki bütün eski Yunan panteonunun Kronos tarafından yutulması)
mitolojik düşüncenin sosyal yansıması olan
masallarda da ,
(örneğin Kırmızı Başlıklı Kız’ın kurt tarafından yutulması)
rastlamaktayız.
Joseph Campbell de Kahramanın Sonsuz Yolculuğunda;
“Tragedyadan komedyaya uzanan
karanlık iç yolun
kendine has tehlike ve tekniklerini ortaya çıkarmak
tam olarak mitolojinin ve peri masalının görevidir.
Bu yüzden olaylar fantastik ve “gerçekdışı”dır:
fiiziksel değil psikolojik zaferleri temsil ederler” demiştir.
Görüldüğü gibi farklı coğrafyalarda,
farklı zamanlara ait tüm bu anlatılar
hep aynı düzlem üzerindedir.
Önemli bir antropolog-psikanalist olan Géza Róheim
( psikanalitik antropoloji alanının kurucusu)
bu birbiri ile ilişkili mit ve masallara bakarak
Avusturya yerlileri ile çalışmış
ve bu anlamda Rüyaları da inceleyerek ;
Düşü, mit ve masalla paralel olarak değil,
onların habercisi olarak
ya da düşün mitleri oluşturmak için
bilinçdışı hayallerle birleştiğini
düşündüğünü ifade etmiştir.
W.J.Gruffydd ise
Mitlerin dereceli olarak aşama aşama masala dönüşeceğini belirtmiş
Bu sıralamayı da şu şekilde ifade etmiştir;
1. aşamada mitoloji
2. aşamada mitolojinin tarihe dönüşmesi
3.aşamada mitolojik tarihin, folklora dönüşmesi
4. aşamada folklorün, edebi masalların ortaya çıkışında kullanılması
İnsanlığın ortak hafızası olan
mitler, masallar ve benzeri bir çok anlatı da,
bizim kültürümüzde gurbet olarak yansıdığı şekli ile
sembolik anlamda
karanlık ile özdeşleşen
bir mekân değişikliğini
ve
kişinin de kişisel sınırlarına, çekişmelerine,
umut ve korkularına bağlılığını
terk etmesinin gerektirdiği ortadadır
Bunun biçimi de
zulemat (karanlıklar) ülkesine yolculuk,
çile ve/ya uzlet gibi
görünüşte farklı
ama temelde benzer
bir biçimde karşımıza çıkmaktadır.
Sonuçta da bireyleşim sürecindeki kişi
kendi ruhsal yapısının
en karanlık köşelerine kadar
bilincine varmış olur.
Nihayetinde Carl Gustav Jung’un Maskülen’ de belirttiği gibi ;
“Karanlıktan ışık doğar
ve ışıktan sonra yine karanlık olur;
bu yüzden ne kötü çok kötüdür, ne de iyi çok iyidir.
Çünkü bu ikisi birbiriyle bağlantılıdır
ve anlaşılmaz bir biçimde ancak yanlışlıkla bir arada olabilirler”
Tüm karanlıkların
aydınlığa ulaşması
ve karanlık taraflarımızla bütünleşmek dileği ile…