Kelam ve Biz
Satırlarıma sizi Yüce Yaradanın Sevgisi ve Işığıyla selamlayarak başlamak istiyorum.
SORU Bize yaratılışta bilinen ilk şeyi söylermisiniz. Yani yaratılışta ilk ne vardı?
RA Yaratılışta bilinen ilk şey sonsuzluktu. Sonsuzluk YARATILIŞ’tır.
SORU Tekamülün bundan sonraki adımını neydi?
RA Sonsuzluk bilinçlendi, farkındalık başladı. İkinci adım bu idi.
SORU Peki bundan sonra ne oldu?
RA Bu farkındalık, sonsuzluğun, sonsuz enerji üzerinde odaklaşmasını doğurdu. Siz bunu çeşitli isimlerle nitelendirdiniz; en çok rastlananı, ” LOGOS ” ( KELAM; EVRENİN DÜZENİ ) ya da ” SEVGİ “dir.Yaratan, sonsuzluğun, farkındalık içinde ya da bilinçli bir prensip olarak odaklanmasıdır ki biz buna, sizin dilinizde kullanabileceğimiz en uygun sözcüklerle, SONSUZ ZEKA ya da ZEKİ SONSUZLUK diyoruz.
SORU Bir sonraki adım nedir?
RA Bir sonra ki adım, sizin illüzyonunuzdaki bu uzay/zaman aşamasında hala tekamülünü sürdürmektedir. Bir sonraki adım BİR YASASI’nın temel sapmalarından birisi olan özgür iradeyi izleyerek yaratıcı prensibe karşı verilen sonsuz tepkidir. Fiziksel maddenin oluşumunu anlamak için yani bu büyük düşünce atlamasını kavrayabilmek için ışık kavramını anlamak gerekir. Çünkü sonsuzluğun bu titreşimsel sapması, madde olarak bilinen şeyin yapı taşıdır. Yaratıcı prensibin çağrısına uyan sonsuz zekanın ilk ve temel sapması olan ışığın kendiside zeki ve enerji doludur. Bu da SEVGİDİR
SORU Tekamülden ne kasteddiğinizi açıklarmısınız?
RA Varlıkların hareketlerini gözünüzün önüne getiriniz. Bu hareket ya ışığa veya gelişmeye yönelik gösterilen bir çabadır daha basit bir örnekle yaşamak isteyen bir bitkinin yapraklarının ışığa doğru dönüşünü düşünün.
(RA bilgileri Celse 13 29.Ocak.1981)
“Haçın dikey ve yatay kısımlarının birleştiği yerde, bir GÜL bulunur. Mısır’da LOTÜS ne ise diğer bölgelerde de gül odur, yani SEVGİ’nin AŞK’ın sembolüdür……
SEVGİ, aşk etimolojik olarak’ta ölümsüzlüğü ifade eder. Gerçektende latince A-MOR’daki A harfi aynı zamanda nefiy edatıdır yani ters ifade verir. MOR ise ölüm demektir. İkisi birleştiğinde A-MOR yani ölümlü olmayanı, ölümsüzlüğü ifade eder….
Tanrılar Okulu – Stefano D’ANNO
İnsanı ölümsüz kılan bu sevgi nedir nasıl olmalıdır.Bu yaradana olan SEVGİDİR.”
“ALFA ve OMEGA, başlangıç ve son BEN’im” (İNCİL XXI Vahiy)
“Dün, Bugün, Yarın hepsi benim,
Tanrıları yaratan kutluları besleyen
Gizli kutsal RUH.”
“Tanrı birdir, tekdir, Ondan başkası yoktur.
Bir tanedir, O’dur her varlığı yaratan
Bir ruhtur Tanrı, görünmeyen bir ruh,
Ta başlangıçta vardı Tanrı
İlk varlıktır O. Hiçbir şey yokken O vardı.
Her şeyi O yarattı kendi doğduktan sonra
Zamanın başından sonuna kadar
Ezelden beri süregelen varlığı sonsuza kadar sürecek.”
(Ölüler kitabı)
“Başlangıç sözdü (Kelamdı),
Ve kelam Tanrının nezdinde idi
Ve kelam TANRI idi.
Her şey onunla oldu ve olmuş olanlardan hiçbir şey onsuz olmadı.
Hayat onda idi
Ve hayat insanların nuru idi.
Ve kelam beden olup inayet ve hakikatle dolu olarak aramızda sakin oldu,
Biz de onun izzetini babanın biricik oğlunun izzeti olarak gördük.”
(İNCİL)
“Başlangıçta ELOH gökleri yarattı,
Gökleri ve yeri yarattı.
Ve yer ıssız ve boştu ve enginin yüzü üzerinde karanlık vardı
ELOH’un RUHU suların üzerinde geziyordu,
Ve ELOH söyledi ( Kelam etti.)
IŞIK OLSUN”
(TEVRAT Elohim bölümü)
“En yetkin mutluluk, kendini azar azar Yüce Varlığa benzetmektir” İbn-i SİNA
“Alem bir yapıtsa, onu meydana getiren bu yapıtın dışında değil, içindedir”
“DOĞA sonsuz bir surette bölünmüş TANRI’dır”
Schiller
“Zerreden Arz’a kadar her şeye hakimse devir,
Bir ölen bir daha dönmez demenin yok sebebi.
Kim bilir kaç kere geldik de habersiz gideriz,
Doğarız menba’a bin defa dönen damla gibi.”
İbrahim ALAADDİN
“Unutma ki, bedenin düşüncenin somut biçiminden başka bir şey değildir”
MARTI Richard BACH
“Visito İnteriora Terrae Rectificando İnvemiens Occultum Lapidem.”
“V.İ.T.R.İ.O.L.”
“Is Chronoi Theou Ypercronou Simbolon”
“I Ch T Y S” “ICHTYS”
Sizlere, bazen hiçte yabancı olmayan, bazende acaba bunları bir yerde okumuş muydum diyebileceğiniz bazı bölümler aktardım. Hemen şunu belirteyim ki bu okuduklarım hepimizin bu güne kadar geçirdiğimiz birçok inisiyasyon törenlerinden alınmış satırlardı.
Bunlar bazen bu güne kadar neden burada olduğumuzu araştırdığımızda, belki bazen kendi kendinize” Allah Allah bana neler oluyor da bu bilgileri araştırıyorum?” diye sorduğumuzda, bazen bir aynanın karşısında, bazen de yolda yürürken veya bir deniz manzarasını seyrederken, ormanda bir yürüyüş anında veya bir teknede balık yakalarken düşündüklerinizin satırlara dökülmüş halidir.
Belki bazen niye bu yolcular arasına seçildim diye de düşündüğünüz anlar olmuştur. İşte bu gün sizlerle bazen benimde sizin gibi aynı düşüncelere vardığım zamanlarda kendimce bulduğum cevapları aktararak biraz da düşünce atlaması yaparak beraberce daha mükemmele gitmenin yollarını aramaya çalışacağım.
İnsanın ilk varlığının tam anlamı ile tespit edilememiş olmasına rağmen geçirdiği evreler tahminen bulunmuştur. Bu evrelerde ilk çağlarda henüz kendinin bile ne olduğunu anlayamayan, iki ayağı üzerinde dik durmayı beceren yaratık, zamanla etrafında ki bazı canlılardan ve varlıklardan bazı konularda avantajlı olduğunu fark etmiştir. Bu avantajlarını da kullanarak zamanla çevresine ve yaşadığı ortama sahip çıkmaya onların üzerinde bir otorite kurmaya başlamıştır. Ancak hala, bu gün doğa diyebildiğimiz ortamın kuralları ve kanunları karşısında o denli acizdir. Aklı ile yavaş yavaş çevresini sonrada daha önce korkarak saklandığı doğanın bazı kural ve kanunlarını anlayarak onları araştırıp çözmeye başladı. Ne var ki bütün bu imkanlarına rağmen özünde var olan bir iç güdü ile her an etrafında kendisinin de çözemediği ve kendisinin sıkıştığında yardım isteyebileceği, bazen şans, bazen de hakikaten o anda olan bir olayla çözüm bulucu bir gücün varlığını kabul etti.
İşte bu iç güdü veya olgu insanoğlunun ilk yaradılışından beri onda bir GÜC veya OTORİTE varlığını kabullenme düşüncesinin gelişmesine neden olmuştur. Ve her zaman hatta hala bile çözemediği bu güce veya bugün ki kavramla TANRI dediğimiz yaradana ulaşmanın ve ona yakın bir güçle doğayı ve çevresini kontrol etme hırsının yarattığı kaosla varlığını sürdürmektedir.
Bazen bu tek tanrı anlayışındaki farklar, bazende bu düşüncelerden birinin bir diğerine üstünlüğü gibi sadece ve sadece yöneticilerin kişisel menfaatleri uğruna dayalı birçok mücadele verilmiş ve insanlık uğruna yapılan bir çok çalışma sekteye uğramıştır. İnsanlık tarihimizi incelediğimizde bununla ilgili birçok veriyi rahatlıkla bulabiliriz. İnsanlık tarihinin en kötü ve yoldan çıktığı dönemlerde insanları bu kaostan çıkaran bir veya birkaç kişi mutlaka vardı. İşte Fransız İhtilali, işte İngiltere’nin düzen koyucusu ve işte elçiler ve peygamberler. Peki ne idi amaç neden bunlar gerekli idi madem düzen bozulmuş ve madem insanlar kötü ise bırakın yok olsunlar neden denmedi. İşte burada sanırım bizim kimliğimiz ortaya çıkmakta .
Satırlarımın başında sizlere her şey bir düzenle başlar demiştim. Evreninde bir düzeni ve yaratılış planı vardır. Bakın çevrenize o muhteşem doğaya hiç koyun başlı, at vücutlu, insan ayaklı bir canlı veya gün ortasında güneşin dorukta olduğu anda gece veya kıştan sonra aniden gelen bir yaz görmek mümkün mü? Bu imkânsızdır. Evrende her şey bir plan içinde yürür. İşte bu plan nedeni ile de İnsan ırkının tamamen dejenere olup yok olması mümkün değildi.
Peki neden? Ve ne idi bu plan? :
Birçok metafizik araştırması veya tasavvuf düşüncesi bu sorunun cevabına çok yüzeysel cevaplar vermişse de bizim için halen bir araştırma konusudur. Bu görüşlere göre Yüce Yaradan veya Adem-i Mutlak sonsuzluk aynasının karşısına geldiğinde evrende kendi güzelliğini görmek ve kendisine ulaşmasını istediği bir varlık yaratmak istediği için kendi görüntüsünden insanı yarattığı tezini savunur. Belki cevap olarak doğrudur ama bence olay bu kadar basit değildir. Evrenlerin yaratıcısının bu evreni sonsuzlukta var ettiği artık metafizik olarak kabul edilmektedir. Evet evren sonsuzlukta var olmuştur, ama ya ötesi, Yüce Yaradan, bu evrenler üzerinde varlığın devamı için canlılığın gerekliliğine de inanmıştı. İşte bu an kendi SEVGİ parçasını, görüntüsü olan IŞIK ile sonsuzluğa gönderdi. Işığın her değdiği yere Sevgi tohumu serpildi. Bu tohumlar bazen bir suya, bazen bir toprağa, bazen bir havaya, bazende bir ateşin üzerine düştü. Düştüğü yerde de ortamın kuralları ile gelişti büyüdü. Yaradan, kendi soluğunu bu tohumları birleştirip üfledi ve insanı yarattı. Ama işlemini bitirmedi. Bu son satırlarım bir masal gibi gelirse de tamamı birçok din kitabı ve tasavvuf kitabının satırlarından birleştirmedir.
İ-N-R-İ
Yani Hava, Su, Ateş ve Toprak. Evreni ve canlılarını yaratan dört güç. Aynı zamanda doğanın dört ana unsuru. İnsan emrine verilen dört element. Şu anda belki bilimsel olarak ispat edilmemişse bile evrenin ve dolayısıyla insanın yaradılışındaki dört faktördür. Hava, Ateş, Su ve Toprak.
Tekrar yaratılmış insana dönmek istiyorum. İnsan maalesef kişisel egoları ile toplumu yozlaştırdığında her seferinde de bir düzen koyma sistemi gelişmiştir demiştim. İlk zaman dilimlerinde başka gezegenlerden geldiği düşünülen ileri medeniyetten varlıklar diye tanımlanan güçleri, daha sonra tanrısal gücün tekilleştiği dönemlerde peygamberleri ve bunların ana yolu üzerinde yürüyen birçok elçi ve müritleri, işte bütün bunları incelediğimizde dikkatimizi çeken şeyin hepsinde de ortak olduğunu anlarız. Hepsi de hiçbir menfaat beklemeden ve belli bir yolla önce az ama seçilmiş bir avuç insanı daha sonra daha geniş bir kitleyi yönetmişler veya etkilemişlerdir. Ama asla tüm toplumu etkileri altına alamamışlardır. Veya almamışlardır. Yani yaşanılan bu alemde olumsuzluklarında var olmasına izin vermişler ama onlarla nasıl savaşılacağını öğretmişlerdir. Bu yolda ilk Yaradanlardan birisi hiç şüphesiz Kral Süleyman’dır. Bizler İslam Aleminde onu Hazreti Süleyman olarak da bilmekteyiz. Yaptığı eserse tek ve yegane olan Mutlak Yaratana ulaşmanın yolunu öğreten bir okul açmaktı. O halde kendisi bu sırra ermişti diyebiliriz. Çünkü bir kişi bildiği bir şeyi öğretir. Bunun içinde kendince bir eğitim sistemi kurdu. Aynı zaman diliminde kendinden kilometrelerce uzakta bir başka kıtada İNKA medeniyetinin başında QUETZALCOUATL da yine aynı amaç için çalışıyordu. Ve yine başka bir yerde MISIR’da bu kez IKHNATON (OZİS) da aynı amaca yönelik çalışıyordu. İşte bu öğreticiler zamanın insanoğlunu bir yere götürme eyleminde idiler. Bu da mükemmellik yolu idi. Onlara anlatmak istedikleri henüz tamamlanmamış bir şeydi. Zaman içinde öğretinin bir kısmını alan insan hemen bu gücü menfaati için kullanmaya kalktı. Ve düzen yeniden bozuldu. Bu kez YAHYA geldi kendine emredilen büyük düzenin ilk ışıklarını serpti topluma inananlar bir vadide toplandılar ve etraflarından gelenlere sırrı yavaş yavaş anlatmaya çalıştılar. Ama yine aynı olaylar başladı sırrı öğrenip dört yana yayılanlar aldıkları öğretiyi kendileri için kullandılar. Ancak söylentiler insanları rahatsız etti. Ve o vadi dağıldı. Bir grup kuzeye geçti orada bir zaman önce adı bilinmeyen bir güce adanan mabette ahşap ve bakır işçiliği yapan dağlarda yaşayan bir kavime rastladılar bunlara sırların bir kısmını verdiler. Sırra erenler bunu saklamak için kendilerine girilmez bir kale yaptılar Bu kaleye de ALAMUT dendi. Bu sırada batıda düzen bozulmuştu. Bir grup sırrı öğrenen daha iyiyi bulmak için yola çıktı. Kuzeye bu günkü İngiltere’ye ve doğuya ışığın yerine doğru yola çıkan bu grup yolları üstündeki hastalara şifa vererek ve yoksullara yardım ederek ALAMUT’a kadar geldiler kendilerine verilen üç tane üç kademeli planla yolları tamamladılar. Tarihe hepimizin bildiği TEMPLEIR’ler olarak geçen bu grup uzun yıllar ALAMUT’ta kaldıktan sonra tekrar batıya döndüler, ancak öğrendiklerini saklamak üzere, çünkü artık sırrı biliyorlardı. Bu sır MUSA ve İSA’nın birer kavmine mal olmuş olan sırdı. On üçüncü kavim olarak da bilinen ve hala araştırılan bu kavmin bildiklerini de öğrenen Templeirler öğrendiklerini bu gün Fransa’dan başlayıp önce İngiltere’ye ve daha sonra tüm dünyaya öğreten bir seçilmişler grubuna dereceler zinciri ile aktarmaktadır. Bütün bu mükemmellerin amacı o büyük sırra ulaşmaktı.
Peki ne idi bu sır veya plan? :
İşte şu ana kadar yazdığım satırlar ve daha başta sizlerinde cevabını aradığınızı düşündüğüm sorunun cevabını verecek olan SIR. Esasında biz bu sırrı başından beri biliyoruz sevgili dostlar, IŞIK YOLCULARI. Bu sır bize yaratıldığımızda ilk embriyo olduğumuz an verildi, biz, şanslı varlıklara. Neden mi böyle söyledim?
Lütfen biraz zorlayalım kendimizi değerli ustalar bir çoğunuzun biyolojik yaşının benden ileri de olduğunu biliyorum bu nedenle beni affedin. Ama yaşantınız boyunca lütfen düşününüz etrafınızdaki arkadaşlarınızdan, akrabalarınızdan, dostlarınızdan ve böylece nice tanıdıklarınızdan sayı olarak kaçta kaçıyla bu konuları konuştunuz neden?
Evet, bizler bir planın uygulanması için göreve seçilmiş şanslılar grubusunuz. Eğer cevabınız hayır ise hemen bir hatırlatma daha yapacağım.
SIRRI yeniden YARATMAK.
Ne ile?
Sırra giden yolun öğretileri ile özdenlikle, yüreklilikle, fedakarlıkla, metanetle, sadakatle, alicenaplıkla, feragatle, kahramanlıkla ve yurtseverlikle.. İşte bu sır ancak çok özenle seçtiğiniz insanlara verilecekti. Sizlere şanslı seçilmişleriz derken bunlara dayandım.
Değerli Işık Yolcuları tarih yaprakları ideal yolunda ilerleyen insanlara bir şeyi açık ve net olarak anlatmıştı. İnsanlığın mutluluğu için bu dünyanın hazineleri olan altın, bronz, taş, ahşap, bakır ve daha sayılabilecek malzemelerle yapılacak mabetler eninde sonunda insanın egoları veya yabancılar tarafından mutlaka yıkılacaktı. Bunun aksi mümkün değildi. Ama plan yürümeli idi. Peki çözüm ne idi? Bu emanet edilen sır nasıl ilerleyecekti? İnsanlık gelişimini nasıl yapacaktı? İşte bütün bu soruların cevabını yine TEMPLİER tarikatı mensupları vermişti ve bundan sonraki öğretinin ilk basamağıda bu olacaktı. Evet, yoldaşlar yine seçilerek alınacaktı ama bu kez onlara maddesel avadanlıklar değil o avadanlıkların manevi anlamları verilecekti ve mabet daha emin ve güvenli bir yerde kurulacaktı.
“Yaratım planımızı yaparken Yüce Sisteme verdiğimiz sözleri unutmayalım; onları yaşamımızdaki davranışlarımıza da uygulayalım. Geleneklerimiz uyarınca, sırlarımızı, en sağlam ve en emin yer olan kalbimizde saklayalım.”
Evet, mabedin yeri belli idi. Peki ne isimle kurulacaktı bu mabet?
İnsanlık için kutsal bir yapı kurmaya çalışmak.
Bir SEVGİ MABEDİ.”
Sevgi Mabedi ilk hedef belirlenmişti. Peki, nasıl kurulacaktı bu mabet? Gayet doğaldı ki yavaş yavaş ve hazmettire hazmettire bir eğitim zinciri, bir kademeli eriştirme sistemi ile ve böylece insanlık yıkılan onca mabet yerine son kez SEVGİ MABEDİ’ni de kurmaya başladı. İşte konuşmamın başındaki ara sıra daldığınız nedenli ve niçinli soruların cevabı. İnsanlık için mutluluk yuvası olacak BÜYÜK VE SON MABED’i kurmak için buradayız. Hoş geldiniz Seçilmiş Dostlar, IŞIK YOLCULARI, hoş geldiniz Evrenin Yeni Düzen Koruyucuları.
Evet, görevde tamamdı. Peki, anlaşılmış mıydı bu görev?
Hayır, görev anlaşılmıştı. Altına girdiğimiz yükü sonuna kadar taşıyacaktık.
Görev;
Mabet için YARATMAK. Kendimizi mükemmellik yolunda yeniden YARATMAK, karanlıkta kalanları bulup, seçip onları kendi aydınlıklarında yeniden şekillendirmek.
İşte yıllardır saklanan SIR.
Ya nasıl gerçekleşecekti bu? Bundan sonra ki satırlarımda da bilgimle dilim döndüğünce bunu anlatmaya çalışacağım.
Bir dere düşünün akıp gitmekte sizde onun yanında yavaş yavaş yürüyün. Bir an gelir ki derenin yanlarında küçük durağan göller oluşur. Bu göllerde hiç ama hiç hareket yoktur. Hatta hayat belirtisi bile yoktur. Balık yaşamaz. Üzerleri kurumuş yapraklar, toz ve yosunla kaplıdır. Oysa yan tarafta dere tüm yaşam doluluğu ile akmaktadır. İşte bizlerin yaşantısı ile doğanın yaşantısından size iki benzetme. O durağan göl BİZ, dere ise yaşamın ta kendisidir. Kendimiz o göl gibi mutlu sanırız ve tüm evreninde o kadar basit ve sınırlı olduğunu düşünürüz. Biraz gayretle derenin suları arasına karışmayı düşünmeyiz. Okuduğum bir kitapta şöyle diyordu.
“Küçük bir çukur kazıyoruz yaşamın selinden kurtulmak için çevresine kendimizce barikatlar yapıyoruz. O çukurun içine kendimizi, ailemizi, tutkularımız, kültür değerlerimiz, korkularımız, tanrılarımızı ve bu tanrılara tapınma yöntemlerimiz koyup kapatıyoruz. Ve o çukurda da ölüp gidiyoruz. Yaşamın selinin yanımızdan tüm güzelliği ile akıp gitmesine seyirci kalarak umursamazca. Ama yaşam böyle değil doğada her şey ölüyor ve tekrar yeniden diriliyor. Tıpkı kışın ölüp dökülen ağacın yapraklarının baharda yeniden canlanması gibi….”
Evet, böyle bir süreci ret ederek sırrı yaşatmak veya ona ulaşmak sanırım bu imkânsız. Gerçeklerden saklanarak karanlıkta yalnız bizim gözlerimizi aydınlatan mumla evreni keşfe çıkmak. Ne denli boş.
“Nasıl bir gövdenin içindeki can,
Çocukluktan gençliğe,
Gençlikten yaşlılığa geçerse
Ölümden de başka bir gövdeye geçer
Gövdeler ölür,
Gövdeleri giyinen ise ölümsüzdür.
Eskimiş giysilerinden soyunduğu gibi gövdenin,
Gövdeyi giyinen de eski gövdelerinden soyunur.
Yeni giysiler gibi yeni gövdeler giyer O.”
Diyen büyük düşünür BUDA’nın dediği gibi eskimiş gövdelerimizden kurtulup yeni ışıklı giysiler bulmak O ölümsüz varlığa yani KELAM’a.
Bizi var eden Yüce Yaradanı tanımak ve anlamak ve bizim onun KELAM’ı olduğumuzu bilmek.
Bütün öğretilerde LOGOS ‘un bir alt logosu olarak da kabul edilen ve yaşamın ışığı diye bilinen GÜNEŞ sembolü vardır. Bu sembol gerçekten de bilimsel açıdan incelendiğinde gezegensel açıdan her şeyi yaradan veya her şeyin yaşamını etkileyen bir gaz ve element füzyonudur. Metafizik açıdansa o yapısında her türlü ışık boyutunu ve enerjisini taşır. Sonsuz zekânın yönlenmiş bir şekli olarak da kabul edilebilir. Ancak kesinlikle hiyerarşik düzen içindedir. LOGOS ‘un kuralları ile kendi sonsuz zekâsını kullanarak yaşam dağıtır.
Güneş birçok dinsel inanışlarda da dört ve yedinci enerji düzeylerinde yoğunlaşmış bir birlikte varoluş olgusunu taşıyan varlık olarak kabul edilir.
Güneşin önemi İslam dininde de vardır Nisa’ Suresi 103 ayette güneşin işlevi de anlatılmaktadır. Ayrıca geçirdiği zaman evreleri de verilir. Güneş bu metafizik ve yaşam felsefesindeki yeri ile ayrıca gerçekten bilimsel olarak yaşamın da ışığı olması nedeni ile daha ilk insanın varlığı ile birlikte kutsallık yolunda ki yerini almıştır. Bu yeri nedeni ile de birçok inanışta vardır. Her seferinde de gerek doğumu ve gerekse mükemmel nuru sembolize eder. Çünkü şu gerçek kabul edilmiştir ki evrende ilk var olan şey, sevgi tohumunu taşıyan IŞIK ‘tır. Yani bilimsel olarak ilk yapı taşı bugün FOTON dediğimiz ışığın en küçük parçacığıdır. Biz de bu yoldan hareket ettiğimizde yaratılışın görünen ışığı olarak Güneşi kabul ederek bu sembolü yolumuzun hedefine yerleştirmiş bulunmaktayız. Bu gün yaratılışın yedi günde tamamlandığı, yerin ve göğün yedişer kat olduğu inancını değişik kitaplarda okumaktayız. İslam dininin kitabı olan Yüce Kur’an’da da yedi rakamı önemlidir. Yaratanın adının zikredildiği besmele yedi harften oluşmaktadır. Fatiha suresi yedi bölümden oluşmaktadır. Bu surenin ilk üç bölümü giriş daha sonra KELAM’ı zikreden ortada iki ayet ve bir rabıta akdi ile de son bulmakta. Yine Araf suresinin elli dördüncü ayetinde yaratılışın altı iş ve bir dinlenme günü olarak yedi gün içinde bittiği açıklanmaktadır. Birçok kadim öğretide ve Kültür Birliklerinde de 7 rakamı kutsaldı ve mükemmelliği sembolize ediyordu.
Yine RA bilgilerinde;
SORU: Ezoterik edebiyatta birçok bedenden söz edilir. Fiziki, eterik, duygusal ve astral gibi bize bu konuda bilgi verebilir misiniz?
RA: Yapı ve deneyimlerde mikrokozmozdan makrokozmoza kadar her şey “yedi” sayısı ile yinelenmektedir Buradan YEDİ BEDEN’in olacağının çıkarmak doğaldır. Bu bedenler beyaz ışıkta olduğu gibi yedi ana renk ile isimlendirilir. Kırmızı ışın bedeni sizin kimyasal bedeninizdir. Ama bu sizin madde aleminde giydiğiniz beden değildir. Bu beden henüz yapılaşmamış haldeki elementleri kapsar. Turuncu ışık bedeni fiziksel beden bileşimidir. Buda yine sizin içinde bulunduğunuz beden değildir. Bu daha benlik bilinci yani farkındalık olmadan meydana getirilen ruh/akıl ikileminin bedenin içine girmeden evvel anne rahmindeki bedendir. Sarı ışın bedeni sizin bildiğiniz fiziksel bedendir ve sizin illüzyon âleminize aittir. Yeşil ışık bedeni ektoplazmik bedendir buna siz astral beden dersiniz. Mavi beden devaşenik beden denen tedavi edici bedendir. Çivit rengi beden eterik bedendir ve artık Özdür onu sadece ışık olarak görürüz. Menekşe beden sizin deyiminizle BUDA bedenidir en mükemmel bedendir.”
Bütün bunlar bize yedi rakamının bilinmezini vermektedir. İşte bu yolla eğitimine başlayan her yolcu tüm kadim bilgelik okullarında yedi gömlek giyer bunlar onun bu geçici maddesel evrendeki kendince kazandığı yanlış güçleri sembolize eder. Bu cübbelerin renkleri ve isimleri ise insanlık tarihinde metafizik olarak etkili olmuş melekleri, gezegenleri ve renkleri ifade eder. İçeri bu kıyafetlerle alınan adaya mükemmele gitmek için arınması gerektiği şeyler her bir cübbe çıkarılışında anlatılır. Eğer her iki bölümü birlikte değerlendirirsek tablo bize yaratılışta etken olan yüce yedi gücü sembolize eder en son güneşin yakılması ile adaya yaratıcılık vasfı da verilerek ona bir güneş gibi KELAM’ın bir parçası olduğu anlatılır. Yedi rakamı çok daha farklı bir şekilde karşımıza çıkmakta bu kere yedi sayısı şimdiye kadar öğrendiğimiz ve bize biraz evvel yukarıda da bahsettiğim dört ana elementi Ateş, Hava, Su ve Toprağı da bünyesine alarak ve doğal olarak bu sistemi ve her sistemde de bulunduğu bilimsel olarak kabul edilen KELAM’ın temsilcisi GÜNEŞ ‘ide bu dört ana maddenin üstüne ekledikten sonra bize işaret olarak gelmekte. Ancak işaret bizim bu yaradılışın muazzamlığı karşısındaki şaşkınlığımızı ve sonunda kabullenişimizi de sergileyerek tamamlanmakta. Evrenin yaradılışında ve diğer bütün varlıkların gelişiminde rastlanan düzende tıpkı yukarıda anlatmaya çalıştığım gibi hiyerarşik bir katlar olgusu vardır. Bunu KUR’AN’da da görmekteyiz. İnfirat Suresi 6-12 ayetlerde;
“Ey insan; ne mağrur etti seni O kerim Rab’ına.. Ki seni yarattı. Düzeni koydu, tenasüp ve itidal verdi. Dilediği surette terkip etti.. Hayır, hayır. Siz dini tekzip ediyor, cezaya inanmıyorsunuz. Halbuki üzerinizde ki katlarda hafızlar var, kiram kâtipler var.. Her ne yaparsanız biliyorlar…”
Müsaade ederseniz şimdi sizlere benim bu sırrı anlayışımı aktaracağım tabi yukarıda sadece satır başları ile verdiğim öğreti mesajlarının ışığında. İnsan ilk ruhsal bedenini giydiği anne karnında bir embriyo iken başlayan hikâyesi onun zamanla akıl/ruh/beden formunda kendini bilirliği öğrendiği zamana kadar olan eğitiminden sonra bir şekilde seçilerek ve törenle kendisine resmen seçilmişliği tebliğ edildiği andan itibaren yüklendiği en önemli görevle açıklık kazanmakta;
-Önce neden ve nasıl yaratıldığını araştırmak bunun için tarihini okumak,
-Daha sonra varoluşunda ki faktörleri araştırmak ruhunu, bedenini ve aklını bunun için başta dinler tarihi, metafizik ilmi, felsefe ve pozitif bilimleri ana hatları ile anlamaya çalışmak,
-Belli bir zaman sonra kendisinde yaşadığı çevreyi önce doğayı ve sonra çevresindeki varlıkları ve nihayet insanı öğrenmeye çalışmak,
-Işığı ve sevgiyi tanımak,
-Ve nihayet bunların yardımı ile önce kendini yeni baştan mükemmellik yolunda yaratmak.
Ama nasıl?
Sanırım bunu incelerken yapacağımız önemli birkaç çalışma daha var.
Evrenin yaratılışında bazı gerçekleri kabul etmemiz gerekir. Eğer biz çevremize doğru bir gözle bakıyorsak zaten bu gerçeği pozitif ilimlerin şu anda henüz yeterli kanıtları olmasa da görmemiz mümkün. Bu evrende her şey aynı merkezden kaynaklanmakta ve bu merkez bizim bildiğimiz Zaman/Uzay boyutu ile ölçümlenemeyen ancak Uzay/zaman boyutu denen sınırları olmayan ve zaman kavramının da bittiği boyuttaki bir noktadadır.
Yani bizim şu anda bildiğimiz pozitif birimlerle ölçülmesi mümkün olmayan bir boyutta bulunan bir enerji yine kendi gücü ile yeni bir oluşumu çizmiştir. Bunun gerçekliği ancak kutsal kitaplarda vardır. İşte Kur’an’da mevcut İhlas Suresi 1-4. ayetler, Rahman Suresi 26-30 ayetler, Seb’e suresi 1 ayet.
Adına Yüce Yaradan dediğimiz bu güç bence büyük bir SEVGİ Topu ve bu top her devirde kendi ışığı ile bir parça göndermiş evrene. Dewey Larson ortaya attığı fizik teorilerinden yola çıktığımızda başlangıcın bir titreşim olduğu ortaya çıkar Evet bu titreşim SEVGİ topunun yaydığı bir frekanstan kaynaklanmaktadır. Çünkü bu güç biraz evvelde dediğim gibi zamanın üzerindeki bir sonsuz güçtür. Oysa titreşimler ise bizim zaman boyutu diye bildiğimiz süreç içinde vardırlar. Bu nedenle de elle tutulup gözle görülebilen veya pozitif ilimle ispatlanabilen formüllere dönüşmektedirler ve doğal olarak da diğer zaman birimine göre illüzyondurlar. Ancak bunun amacı belki de SEVGİ’nin kendisini tanımak veya görmek amacı ile yaptığı sonsuz zekânın bir ürünü olan renklerin karmaşası da olabilir bu görüntüler. Böyle olunca da bu dünyada ki her şeyin ne denli aldatmaca ve yansıma olduğu ortaya çıkmakta. Tıpkı;
“Bu dünya hayatı bir eğlence ve oyundan ibaret. Hakikaten son yurt: DARÜL’AHİRE, işte halis hayat o ama bilselerdi…”
Buyuran Yüce Kur’an’ın Ankebut Suresinin 64. ayetindeki gibi. Veya
“-Bana bir Hint inciri getir.
-İşte buyurun burada efendim.
-Onu yar,
-Yardım efendim.
-Ne görüyorsun?
-Küçük çekirdekler var içinde efendim.
-Yar o küçük çekirdekleri
-Yardım efendim
-Şimdi ne görüyorsun?
-İçi boş efendim.
-İşte evladım senin o içi boşluk dediğin ve göremediğin özden, koskoca bir Hint İnciri ağacı oluyor.
Bana inan oğlum incir çekirdeğinin içindeki boşluk o özle doludur. Her şey varoluşunu o öze borçludur. İşte gerçek budur. Sende ondan başka bir şey değilsin.
-Biraz daha açıklar mısınız efendim?
-Peki, bana bir bardak su ve bir avuç tuz getir.
-Evet, getirdim efendim.
-Şimdi tuzu suyun içine at ve biraz bekle.
Biraz sonra tuz suyun içinde erimişti.
-Oğul şimdi bana tuzu ver
-Tuz yok efendim.
-Öyle ise suyu iç nasıl?
-Tuzlu efendim.
-Şimdi tuzu ara.
-Yok, görülmüyor efendim.
-İşte evlat hayatta budur. Senin gördüğün sadece su oysa onun içinde daha başka özde var. İşte evladım evren senin yarattığın görüntüdür. Esas olan görünmeyen onun Özüdür. Doğru olan budur ve sende O’sun.”
Diyen yüce BUDA’nın babası UDDALAKA’nın anekdotunda ki gibi
Biz insanoğlu maalesef yıllardır kendi yarattığımız bu görüntü dünyasının esiri olmuşuzdur. Yarattığımızı düşündüğümüz bu görüntüler bizim gerçekte var olması gereken şeyleri görmemizi engellemiştir.
Olması gerekenleri mahvetmekle insan övünç duyar mı bilmiyorum. Ama onurumuzla yüceleceğiz derken, güzellikleri kana bulayan ellerimiz onuru bizden alıp yokluğa götürüyor. Mahveden ellerimize sığınıp, gururumuzu onurumuz sanıyoruz ve biz olmayan, bizim olmayan anlayışlar içinde kendimiz sandığımız nesneyi tahminlerle ve yalanlarla doyuruyoruz. Nesne bizleşiyor, bizler ise yok oluyoruz. Ancak nesnenin aşıldığı yerde yok olmanın bir büyüklük olduğunu, her şeye nüfuz edebilen bir özümüzün olduğunu hissettiğimizde gerçeği anlarız.
“Bana su damlası dendiğinde günde güneşle yıkanıyordum. Sonra yerin derinliklerine, kayaların gövdelerine ve karanlığın koyuluğuna yalnızlığın feryadı olup yeniden yüzeylere doğru çektim kendimi. Hareketin güzelliği idi beni çeken oysa o sırada hareket bendim. Sonrası o hep bildik hayat. Sen doğdun diyorlar oysa ben hep varım. Damlayken çokluğa karışıp sonra tekrar tekleşen ben. Buzulsun, elmaslaşan gövdeden çok, ateşsin sana su dökmeye kalkışıldığında, kansın yaşadığın oranda yansıyıp şafaklarda, güneşsin sen çakıl taşları ile de örülmeye kalksalar da. Göz sensin, görmek sen, gözüken de sensin. Her şeyde olan da sen, her şey senin varlığında anlam bulup varlıklaşıyor ve Yaradan da sensin. Yarattığın varlıklar seni yok etmeye çalıştıkça, sen kimliklerini öğrenmek istediğinde senin ismini söyleyip onun iyiliği için dediklerinde gülüyorsun kendine. Öldüremiyorsun kendini yeniden dirilebilmek için çünkü sen kendin arzusun, tutkusun, sevgisin, aşksın. Bütün bunlarda senleştiği için sana kıymak hakkını yitirmişsin artık. Öl desende ölemezsin sen, sen olmadan.”
Her zerre kendi vaktini yaşar, kendi kemaline ulaşmak için hareket eder.
Evet, sanırım çok kısa özeti bu. Yaşamın ve görevin amacı yavaş yavaş verilirken de bu işlenmişti.
“RA: Tekâmül eden ve arayan akıl/ruh/beden bileşimi her deneyin birbirini izleyen bir seri eğitim olduğunu ve her deneyin o kişinin enerjisini bir kademe daha üste eriştirdiğini anlamak zorundadır. Çünkü bu deneyimler bir zaman sonra o kişinin yaşadığı toplum ve evrensel sevgi açısından kendisindeki gücü anlamasında yardımcı olacaktır. Bir zaman sonra kişi bu deneyimlerinin özgür iletişime nasıl dönüşeceğini ve evrensel enerji ile nasıl birleşebileceğini ve onun kutsallığını ancak yedi bilinç düzeyini geçtikten sonra anlar. Çünkü bütün bunlar olurken Yaratan zaten onun içindedir. Kuzey kutbunda taç çoktan başın üzerinde oturmuştur ve varlık potansiyel tanrıdır. Bu enerjinin ortaya çıkması için varlığın, meditasyon yoluyla, böyle bir enerjinin varlığını anlaması, alçak gönüllülükle ve güvenle bunu kabullenmesi, kendi benliğini ve Yaratanı düşünmesi, bunların üzerinde tefekküre dalması gerekir. Bu enerjilerin kesiştiği nokta ise evrensel sevgiye sahip ışıyan varlığın oluştuğu noktadır.”
Satırlarımın başlarına doğru bir yerde Tanrı kendi nefesinden insanı yarattı demiştim. Ve devamında da bu işlemi noktalamadı yani bitirmedi diyerek başlamıştım. Sanırım buraya kadar anlatılanlar sizlere bunun neler getirdiğini anlatmamda yardımcı oldu. Müsaade ederseniz Merhum Dr. Bedri RUHSELMAN’ın bir kitabından alıntı ile bu tezimi biraz daha savunulur yapmak istiyorum;
B.R Geçen defa sizinle görüşürken aramızda geçen, ALLAH insanı kendi suretinden yarattı, sözünün manasını lütfen izah eder misiniz?
ŞEMS İnsana ilahileşmek imkanı verilmiştir sözünün manası, insanın çok yüksek mertebelere çıkabilmesi imkânının ifade eder. İnsan isterse kendini çok yüksek mertebelere çıkarabilir. O derece ki ona, insanın fevkinde sıfatlar verilebilir.
Tanrı insanı yaratırken ona büyük bir serbestlik sahası, hatta hudut tanımayan fikir ve faaliyet sahası da vermiştir. Bu sahada insan inkişaf eder, kendi hislerini yükseltip ve inceleştirip her tarafa doğru ışıklar gönderirse bunların hiçbirisi boşlukta kaybolmaz. Muhakkak bir yere çarpar ve bunun neticesinde de muhakkak bir hadise meydana gelir. İşte böyle bir yere çarpan ışıklar, geriye döndükleri zaman tarifi imkânsız birçok vasıfları da beraberlerinde getirirler. Bu sayede insan yek nazardan mümkün görünmeyen ve tahayyül edilemeyen mertebelere ulaşır ve böyle yapmakla da o kendisini ikinci defa yaratmış olur. Tanrı insanda bir eser yaratmıştır. Bir o kadarını da kendisine bırakmıştır. İnsanın böylece kendisini ikinci defa yaratması tabiri, elbette sembolik ve Allahın insanı yaratması ile kıyaslanamayacak bir sözdür. Ve bunun manası insanın içindeki ilahi nuru duyabilecek ve iradesini tam bir serbestlikle kullanıp faaliyete geçirebilmesi ve dolayısı ile de kendisini çok yüksek mertebelere ulaştırabilmesi mefhumu etrafında toplanmıştır.”
Yine büyük düşünür Halil CİBRAN’ın SÖZLER ‘inde ki gibi;
“Sizler ne gövdelerinizin içine ne de konutlarınıza kapatılmış değilsiniz. İçinizdeki SİZ olan o varlık, dağların doruklarında ve rüzgârın eşliğinde yaşıyor.
Ne ısınabilmek için güneşe sığınıyor, nede güvenliğini sağlamak için uğruna karanlık oyuklar açabilmeye uğraşıyor.
Eğer bunlar belirsiz sözler gibi gelirse onları açık kılmaya çalışmayın. Her şeyin başlangıcı belirsiz ve sislidir. Ama sonu öyle değildir.
Sizin içinizdeki en cılız ve bitkin görünen yanınız, sizin en güçlü ve adanmış yanınızdır. Kemiklerinizin çatısını kuran ve onu dimdik tutan içinize çektiğiniz soluk değil mi? O soluğun gel-gitini bir görebileydiniz bir daha başka bir şey görmek istemeyecektiniz.
Gözlerinizi bulutlayan o peçeyi var eden elleriniz bir gün gelip onu yine kendileri kaldıracak.
Ve kulaklarınızı sıvayan o çamuru yine onu yoğuran parmaklarınız çıkarıp atacak.
İşte o zaman görecek ve işiteceksiniz.
Çünkü o gün, her nesnenin içinde gizlenen amacı bilmiş olacaksınız.
Ve karanlığı olduğu kadar, aydınlığı da kutsayacaksınız.”
Evet, bu kadar sözden sonra çok kısa olarak benim şahsi inancım ve yorumum, konuşmamın başında da belirttiğim gibi sistemin özü;
YARATAN OLMAK,
YARATILANLA BAŞLAYARAK
VE YARATMAK YENİDEN
YARATILANLARDAN
YENİ YENİ YARATANLAR.
ÖNCE GÖRMEK ÖZÜ,
SONRA TATMAK SEVGİYİ.
Sanırım neden kardeş ve bir olduğumuzu anlatmaya çalıştım.
“Aynı kökten geldiğimizi, aynı umutları paylaştığımızı, mevkiimiz ve zenginliğimiz ne olursa olsun Kardeş olduğumuzu, zenginliğin ve iktidarın yarattığı ayrıcalıkların bir gün son bulacağını ve Yüce Yaradanın her varlığı eşit hale getireceğini”
unutmamalıyız.
Sizleri Sonsuz Yaradan’ın sevgi ve ışığı ile selamlıyorum.
O’nun gücü ve huzuru ile mutlu olun. “ADONAİ”
http://savascin.com/
KAYNAKLAR:
RA BİLGİLERİ 1- 2- 3 ELKINS, RUECKERT,McCARTY
RUHSAL TEBLİĞLER (SADIKLAR PLANI) R.M. GRUBU
AYETLER ŞEVKİ DİNÇER
FOUCAULT SARKACI UMBERTO ECO
İLAHİ KOMEDYA DANTE
MARTI JONATHAN LIVINGSTON RICARDS BACH
KOZMOS PROF.DR.CARL SAGAN
KAİNATIN SIRLARI READER’S DIGEST
ZAMANIN KISA TARİHİSTEPHAN W.HAWKING
FELSEFE ANSİKLOPEDİSİ ORHAN HANÇERLİOĞLU
ALLAH Dr. BEDRİ RUHSELMEN
TANRI ANLAYIŞI CEMİL SENA
İÇ ÖZGÜRLÜK KRİŞNAMURTİ
BUDA VE ÖĞRETİSİ İLHAN GÜNGÖREN
TANRILAR, MEZARLAR VE BİLGİNLER C.W.CERAM