Kent ve Görme
Günlük yaşamımızda karşılaştığımız birçok güzellik genellikle gözlerimizi kamaştırır. Bu durum, ne yazık ki bir süre görünenle yetinmemizi sağlar. Oysa gördüğümüz sadece bize yansıyan yüzdür. O suretin ardında hiçbir zaman kaybolmayan, zamanla daha da değer kazanan, içsel güzellikler ve daha keşfedilesi neler vardır, neler. Fakat zamanla dışa vuran görsel güzellikler göz alışkanlığından mıdır, yoksa dış etkenlerle yıpranmalardan mıdır nedir, bir süre sonra bizi tatmin etmemeye başlar. Buna rağmen özümsenmiş, giderek zenginleşen daha derin duygulara gereksinimle algılanan içsel güzelliklerden de hiçbir zaman vazgeçemeyiz. Kalıcı sevgiler de böyle doğmazlar mı zaten?. Fakat bunu anlayabilmek için bakmayı ve görmeyi bilmek gerek. Şöyle diyor Proust: “Gerçek keşif yolculuğu, sadece yeni yerler görmek değildir, fakat yeni gözlere sahip olabilmek demektir.” Proust’un bu sözleriyle belirtmek istediği, insan gözündeki fiziksel değişim değil elbette. Bilindiği kadarıyla evrenin oluşumundan bu güne kadar göz denen organ büyük fiziksel değişimler geçirmedi zaten. Fakat gözün beyne ilettiklerinin yorumlanış biçimi değişti ve değişmektedir. Gerçekten de olgulara farklı gözle bakanlar, bu bakışlarıyla görme ve bilme tutkusunun esiri olurlar.
İnsan nerede olursa olsun her zaman görüntü bombardımanı altındadır. Özellikle kentle her buluşmasının ardında özgürleşen bakışı mekânların üzerinde gezinmeye başlar. Özellikle görüntüler yumağının acımasızca sarmaladığı belleği, açılıp kapanan bir göz gibi her gördüğünü depolar. Fakat bir süre sonra yaşama çabasının oluşturduğu alışkanlıklar o denli baskınlaşır ki, insan gelip geçtiği mekânların önemli özelliklerini görmez bile. Çünkü yaşadığı kente zaman içerisinde alışmıştır. Zaten zamanda belleğe sarılı bir kefen gibi görüntüleri tüketip tarihin tozlu raflarına istiflemeye başlamıştır. Çoğu kez heyecan ile buluşup tekrar tekrar gözlemlediği ayrıntı zenginliklerinin, karşılaştığı mekânların, yoğun tarihsel dokunun farkına varmamaya başladığında, kanıksadığı ve kabullendiği birçok imge ve simge bombardımanının onu kör ettiğini düşünür. Bakma eylemi içinde bulunan, fakat göremeyen insanların varlığı bir virüs gibi kenti kaplamıştır. Kentin görsel panoraması zaman içinde tükenir gibi görünse de aslında yıpranan insanın farkına bile varamadığı kendi bakışıdır.
Piramitlerin güzelliğini keşfetmek için mimariden anlamak, klasik müziği hissetmek için kulağınızı önceden ritme alıştırmak, sanat yapıtını doğru yorumlamak içinde üslupları iyi bilmek gerekir. Aksi durumlarda dinlenen müzik, izlenen mimari yapı ve yorumlanamayan sanat yapıtı sizi rahatsız edecektir. Örneğin Picasso’nun tuvallerini birdenbire anlayamazsınız. İlk önce resim sanatıyla ilgilenmeniz gerekir. O güzellikleri ancak ilgi gösterdiğinizde anlayabilirsiniz. Resim sanatından anlamayan birisi için bu resimler beş para etmez bez parçaları, anlayanlar için ise paha biçilmeyen hazinelerdir. Görmek, yaşananların sonunda kazanılan deneyimlere, elde edilen bilgilere ve meraklı olma duygusuna bağımlıdır. Onun için insan merak ettiği şeyleri görür, gördükçe de bilgisi artar ve daha detaylı görür. Güzeli görmek öğrenilebilir bir davranıştır, aynı kötüyü görmenin öğrenilebildiği gibi. Görmek aynı zamanda tüketmektir, yani görünenleri eskitmektir. Belki de bu nedenle kent bencil bir olgudur. Ziyaretçilerine aldırış etmez. Gözün görebildiği kadarını sunar, farkına varılamayanların varlığı ile de yaşamını sürdürür. Buna rağmen görmeyi içeriksiz bir eylemden çok, entelektüel bir duyum olarak algılayan insanlar, kentin devingen ortamından faydalanarak keşfetme arzularını canlı tutarlar. Kendi beklentilerine ve arayışlarına bir karşılık bulma kaygısı, kent gerçeğine olan ilgilerini de ortaya koyar. Gündelik tutkularından uzaklaşmış, kâşif ruhunu açığa çıkaran bu insanlar ile canlılığının ayartıcılığını sunan kentin çekiciliği birleşince görme daha da anlamlı hale gelir. Hele ki bu tavır bilinçli bir eylem ve alışkanlık haline gelirse yaşam her boyutuyla sorgulanmaya başlar. Koca bir kentte özel bir topluluk, kendine özgü kurallarına göre yaşayan bir ayrıcalıklı gruptur onlar. Bakmakla görmek, görmekle algılamak, algılamakla anlamak, anlamakla bilinçlenme arasındaki ilişkiyi doğru özümseyenlerdir. Onlar bütün yaşamları boyunca dikenli bu yolda zevkle yürürler.
Kenti keşfetmeye soyunanlar yalnızca bir kent kimliğini algılama uğraşı içinde olmazlar. Onlar gözlemlerindeki olgunluğun ve objeleri tanıma yetilerinin de tadını çıkartırlar. Aslına bakarsanız, kent de yaşayanlarından kendisiyle ilgili bir okuma talep eder. Karşılaşılan her objenin bir derinliği vardır kentte. Her şey bir işarettir, göstergedir, sırdır. Bu nesnelerin gizini çözenler kenti kitap gibi okumasını becererek onu doyasıya yaşarlar. İşte bu göstergelerin -simgeler- çağrışımlarından kaçamayan kentliler, bunlarla “ne anlatılmak isteniyor?” sorusunun peşinde fütursuzca koşmaya başlarlar. Bu koşuşturma kimilerine göre boşuna zaman tüketmek, bazılarına göre ise sadece bir kazançla eşdeğerdir.
Bakmak / dikkat etmek / sahiplenmek / keşfetmek / toplamak / biriktirmek / bozmak / ayrıştırmak / dinlemek / derlemek / seçmek / özgürleştirmek / biçimlendirmek / bütünlemek / örtüştürmek gibi kente özgü birçok kelimenin anlamlarını özümseyenler ve uygulayanlar kentin sıcak ve şefkatli iklimine çabucak sarılıverirler. Yaşam yanı başlarına usulcacık sokuluverir. Yüzeysel sorgulamalar ve sıradan gözlemlerle yetinmeyerek yönünü yitirmiş bir kuş gibi kentin çoksesliliğine, çeşitliliğine, dal budak salmış kargaşasına kendilerini korkmadan bırakırlar. Onlar için görüntülerin ayrıntılarında gezinmek zihinsel doyuma ulaşmanın keyifli bir yoludur. Onlar kenti sorgulamanın yaşamlarını değerlendirmekle eşdeğer olduğunu bilirler. Kentin dilselliğini çözmeyi özgür ve mutlu olmak için bir yol gibi kavrayıp özümseyen insanlar, kente dair bilmeceler döngüsünde yerlerini alırlar. Bu, sonu gelmeyen bir süreçtir. Bazı bilmeceler çözülürken, yenileri de sürekli ortaya çıkar. Yaşadığımız, yaşamamızı sürdürmek zorunda olduğumuz kent budur. Bizler, burada ve bu zamanda da güzel yaşamlar üretebilmenin yollarını bulmakla yükümlüyüz.
Üzerini kat kat sır örtüleriyle kaplayan kenti yaşamak ve onu anlamak, bu örtüleri bir bir kaldırmakla mümkündür. Kim bilir altından gizemleriyle birlikte ne çıkacak!… Örtüleri kaldırmaya koşalım!… Walter Benjamin bir denemesinde vurguladığı “İnsanın bir kentte ormanda kaybolur gibi kaybolması” cümlesine dikkat kesilelim. Kent ile ilgili ne varsa bu sözde var. Öyleyse dalalım kente, fütursuzca, korkmadan kaybolalım!…