Kerbela ve masumiyetin taşınması
Ruhumuz, ne olduğunu tam da bilmediği bir özgürlük arzusuyla uçsuz bucaksız okyanusta kulaç atarken, izdüşümler sıkıştıkları zaman kıskacında kavramlara sığınırlar.
İnanırlar ki, varoluş öyküleri, efsaneler, kültürler ve dillerle taşınan kavramlar onlara bu çırpındıkları deryada anlam kazandırıp, yol gösterecektir.
Mesela …?
Mesela “masumiyet”.
İnsan inanır ki, “masumiyet” diye bir “şey” vardır.
Zira insan hiç bir şeyinden emin olmadığı bir varoluş kurgusunda, gittiği menzile dair bir hedef koymak durumundadır.
Ne için varım? Neyin peşindeyim? Gibi sorular iç bunaltır, emin olmama halini perçinler ve belirsizlik girdabında depresyona buyursunlar çeker.
“Ya Rabbi, masumiyeti arıyoruz…! Bağışla bizi”
Doğru mu bu?
Değil elbette, ama önemli olan doğru yanlış değil, orada, taaa ileride bir hedefin olması.
Yoksa, dön dön nereye kadar?
Şu içine sığındığımız anlam düzleminin kurgusunda gerekiyor “masumiyet”; tıpkı zorbalık ve kötülüğün gerektiği gibi.
Çünkü, hayat labirentinin duvarlarını paradoks tuğlalarıyla örüyoruz. Masumiyet ve gaddarlık birer uca yerleşmiş, ortada hep o gerilim.
Niye ki?
Labirentten çıkış olmasın, bu gerilim bizi içeride tutsun, anlamı onda bulalım, içeriyi onun renkleri ve kokusuyla dayayıp, döşeyelim ki… acı bizi ondan çıkışın aşkını öğretsin.
Kim masum?
Suçsuz olandır, günahsız ve temizdir.
Saftır.
Düşmüş olan ruhumuzun kurtuluş parolasıdır.
Ardımızdan ağlayan anamızın gözyaşlarıdır.
Tersi, şuçlu, günahkar, kirlenmiş olan.
Kural gereği, biri diğerini var ediyor.
İlerleyelim…
Şebber ve Şubber isimlerini duydunuz mu?
Shabbir (Hüseyin) ve Shabbar (Hasan).
Yani, İslam Peygamberi Muhammed’in torunları, Ali ile Fatıma’nın evlatları olan,
Hasan ve Hüseyin.
Nereden çıkmıştır bu Şebber ve Şubber isimleri?
Merak edip araştırmış olanını görmedim.
Vardır kuşkusuz, “görmemiş olmak, körlüğümüzdendir” diyelim.
Görünene dair bir bilgi dolaşır ortalık yerde: Ali ile Fatıma’nın çocukları, İbrani Peygamberi Musa’nın kardeşi Harun’un çocuklarının adı ile anılırlar, bazen.
Yani, Shabbir ve Shabbar.
İyi ama, neden?
İşte öyle!
“Öyle” değil tabii, olmalı bir nedeni.
Biliyoruz ki, gelenek koridorunda bütün iplerin ucu bizi bir yere taşır.
Defineyi bulmak isteyen, kazmayı eline alıp çıkar keşif yolculuğuna.
İstemeyene, yüzeydeki malumat kümeleri gani gani yeter.
Hazırsanız, buyurun…!
Hadis yorumcularına göre, (Molla Muhammed Bakır gibi, ağırlıklı olarak şia kökenli yorumcular) Muhammed bir gün der ki, “Harun Musa için neyse, Ali de benim için O’dur”.
Bu nedenle, Ali’nin çocuklarına, Harun’un ilk iki çocuğunun adını (shabbar ve shabbir) verirler.
Bu açıklama, ilk bakışta makul ve mantıklıdır.
Daha öteye gitmeye de ‘gerek yok’ dedirtir sanki.
Peki, İbrani kaynaklarında Harun’un çocukları arasında, isimleri Shabbir ve Shabbar olan var mı?
Yok…!
Tevrat’a göre Harun’un dört çocuğu var, isimleri: Nadab, Abihu, Eleazar ve Ithamar
O halde?
Bu isimleri İslam kaynakları (ağırlıklı Şia) kullanıyor.
Arapçada Hassan ve Hüseyin aynı mastardan türüyorlar (h-s-n).
Anlamları adil, hilesiz, doğru; hoş, güzel ve cana yakın olarak zuhur eden.
Arapçada ‘Hüseyin’ denildiğinde, Hasan’ın diminutive hali anlaşılırmış.
Yani, küçük Hasan anlamında “hasancık”.
İbranice de shappir, shaper, shopar “iyi, erdemli, adil, faziletli, hoş” demek.
Dört isim de aynı anlama geliyor aslında.
Yetti mi?
Yetmedi.
Burada bir durup, derin nefes almak gerekir.
Çünkü, yol biraz yokuş.
Shappir denince akla bir şey daha geliyor: Safir.
Koyu mavi (siyahı da var, kırmızısı da) değerli taş “safir”.
“Gök yakut” da deniyor.
Evet, safirin ibrancası Shappir (şappir).
Arapçada ‘p’ sesi çoğu zaman ‘b’ ye dönüşüyor ve Shappir, Shabbir (şebber) oluyor.
Değerli taşımız Sappir, Yunanca da ‘sapphire’ olmuş.
Köken sanskrit olabilir mi?
Olabilir, fonetik çok benzer.
Sanskrit dilinde ‘sanipriya’ deniyor bu mavi değerli taşa.
Taşın, mineral olarak en bol bulunduğu ve dünyaya yayıldığı yer Afganistan.
Urdu dilinde de çok benzer bir sözcük karşımıza çıkıyor.
Sanskrit dilinden ‘sanipriya’ sözcüğünün bire bir çevirisi ilgi çekici: Satürn’ün mukaddes mavi taşı.
Safirin mineral olarak sertlik derecesi kaç?
9
Son sayı.
Bu nedenle de, ölümün sayısı, ama sonrasında doğumu da içinde barındıran ölüm.
Kahramanımız aslında, eskilerin ünlü mavi taşı lapis lazuli.
Klasik dönemde ve orta çağda lapis lazuli’ye safir derlermiş.
Merak edip, bakalım, Tevrat’ta nerelerde geçiyor Shappir?
Biliyoruz ki, Harun’un evlatları arasında geçmiyor.
Ama, değerli taş olarak pek çok yerde var.
Örneğin, Çıkış (exodus)24:11 de söylenen şu: Musa ve Harun’un tanrıyı gördükleri an “İsrail’in Tanrı’sını gördüler. Ayakları altında safiri andıran bir döşeme vardı, gök gibi duruyordu”.
Keza çıkış 28:9-12, Tanrı der ki, “iki safir taşı alacaksın, İsrailoğulları’nın adlarını bunlara kazıyacaksın, 6 kabile birine, 6 kabile birine … Harun, anılmaları için onları Rabbin önünde, iki omzunda taşıyacak”.
…
Harun’un omuzlarına oturttuğu Sappirler.
İbrani soyu, Harun’un omuzlarında yükseliyor.
Sanki arşın yakut küpeleri.
Neden?
“Anılsınlar” diye taşımak.
Buradaki “taşıma” bir işlev olarak önemli.
Tıpkı, bir devletin varlığını başka bir devlette taşıma görevi verilmiş olan “seffirler” gibi.
Taşıma işinin bizatihi içinde yer aldığı, “sefer” gibi.
Harun, omuzlarında bir soyu taşıyor.
Sefir gibi.
Soy değil aslında, kavram.
Taşırken de onayı (emri) Tanrıdan alıyor.
“Taşıma” yerine “intikal” dersek, daha iyi olacak sanki.
İsa’nın mesajını taşıyan salîah’lar gibi. Yunan buna taşıyıcı anlamında apostole demiş, Araplar Habeşlerden ilhamla hwr mastarindan, yolcu, elçi, taşıyıcı anlamında ‘havari’ demiş.
Ama İbrancası salîah.
S’den kurtuluş yok yani.
Bir minik cümle ile kapatalım bölümü:
Mavi safir veya lapis lazuli, kadim gelenekte “cennet, gök, içsel aydınlanma, diriliş” gibi anlamları sembolize etmek için kullanılmış.
İbraniler Eski Mısır’dan taşımışlar sapphir taşlarını.
İhtimal ki oraya Hindistan’dan geldi.
Ahit sandığının içindekiler de sapphir taşı mıdır?
“Öyledir” diyelim.
Nihayetinde, Ahit Sandığı da taşıyıcıdır.
İçindeki önemli değildir, kavramsal olarak işlevi önemlidir.
Kutsalı taşır.
İdeolojik bir akılla, yani zaman – mekan kıskacında inşa edilmiş, tarih, etnos, kimlik, din, isim, ünvan, siyaset gibi kabuklar üstünden bu veriler okunursa, gidilecek yer, çıkarılacak sonuç bellidir: o bundan, bu da şundan almış …
Yok efendim, İbranilerden İslam almış…
Kimsenin, kimseden bir şey aldığı yoktur aslında.
Hep orada olanın, farklı kültürlerde değişik yansımaları vardır.
…
Kronos’un tuzağına düşmeden, ilerlemek lazım, zira Kronos (zaman) evlatlarını yeme eğilimi gösterir.
Ama, Kronos oluşturduğu kronoloji içinde taşır da.
Ne varsa, zamanda taşınır.
Gariptir ki, kronos’un Roma karşılığı da Satürn’dür, yani Sapphir.
…
İsimler, sıfatlar, sayılar, semboller, ritüeller, mitler …
Bizi o oluşturulmuş olan “eksene” yakın tutmak için, o eksende sabit kılmak için oluşturulmuş birer referans hepsi.
Başka hiç bir şey değiller.
(Bir yere kadar onlarsız olmuyor, o bir yerden sonra da onlarla olmuyor.)
Onlar olmasa uçar gideriz, onlar bizi bu eksende sabit tutan güvenlik alanlarımız.
Gerçek sevinç deryası Okyanus’dan kaçanların yegane sığınağı, sakin limanları, referanslarımız onlar.
Ezberleyip belleğe kazıdığımız malumat yığınları.
Aslına bakarsanız, bu referansların çoğu hayata yön veren kavramsal kurgulardır.
Bu kurguların bir bölümünde kurban ve celladın kaderleri birleşir.
Bir uçtan kurban çıkar gelir, diğer uçtan cellat.
Ortada mı buluşurlar…?
Değil… Cellt, kurbanın alanına yaklaşır ve onu masumiyet alanında yok etmek ister.
Kaderleri bir noktada birleşmektir ve birleşme beraberinde bir “işlev” barındırır.
“Taşımak”.
Sefirlik, havarilik, kayıkçılık, kaptanlık, elçilik …
Bu işlev, kahramanların taşıdıkları referansları süreğen hale dönüştürüp, geleceğe taşımaktır.
Önemli bir ayrıntıdır, “kahramanın taşıdığı referansı uzun ömürlü hale getirmek”.
İntikal eden, taşınan kavram ise, Okyanusta kulaç atanın buralarda dolaşan yansımasına, referanslarıyla rehberlik ediyor.
Kurban ve cellat buluşmasının bir ürünü vardı.
Masumiyet.
Size garip gelebilir ama, bu buluşmadan ortaya çıkan kavramdır, masumiyet.
Düşün ki, kurban masumiyetin temsilcisidir ve varoluş kurgusunun sürmesi için de masumiyetin o asılı olduğu yerde duruyor olması gerekir.
Masumiyet yok olmamalıdır. Şayet ona olan ilgi düşer, yüklenen anlam zayıflarsa, (bu durum ancak diğer tarafın ağır basması ile oluşur) kurban cellat buluşması yaşanır ki, masumiyet yeniden doğsun.
Nasıl olacak ama bu doğum?
İşte, kurban celladı kendi alanına çağırır, onunla orada karşılaşır, kurbanın kaybedeceği malumdur, çünkü adı üstünde o kurbandır; ama kurbanın temsil ettiği kavramın bu karşılaşmada ortaya çıkan acıdan doğması beklenir, ki doğar da.
Sonra, doğan kavram acıdan oluşan bir fanusa konarak, yerine asılır.
Masumiyetin sadece ne olduğuna dair bir his vardır bir yerde. Niyetle başlar, süreçle devam eder, sonuç ile biter ama elde ettiğin sonuç da aslında o (masumiyet) değildir, sadece “ona yönelme haline” dair ipucu sunar sana.
Saflığın nihai hali gibi bir şeydir masumiyet.
İnsan ruhunun aradığı da bu mudur?
Çekilen acılar ruhun bu arayışının ürünleri midir?
Yani, “masum değiliz hiç birimiz …” mi?
Ama, masumiyeti aramak için yola koyulma gibi bir fırsat da bize sunulmuştur.
Yol, ruhun masumiyeti (hürriyeti) arayışında yöneldiği isteklilik halidir.
Bitmeyecek olan evrimimizin yegane motivasyonu.
İnsan bilinci ruhunun bu isteği ile buluştuğunda, yükseliş, yükselişi izler ve yükselişler sürecinde masumiyet bir gül gibi insanın ruhunda açılmaya başlar … ki bu daha yolun başıdır.
Çok mu dağıldık?
Hayır…!
“Referanslar” dedik, “kurban-cellat ve paylaşılan kader” dedik, “masumiyet” dedik.
Hepsi bir bütünün parçaları.
Peki, burada şu soru akla gelir, kurban cellat karşılaşmasında, nasıl oluyor da masumiyet ortaya çıkıyor?
Önce bir aşk mı oluşuyor da, masumiyet o aşkın içinden doğuyor?
Kurban varlığını korumak niyetiyle celladına aşık olup, onu kendine mi dönüştürüyor tam o noktada ve aşk oluşuyor…?
İsa ve onun çarmıha gerilişini anımsayın.
Bir Hristiyan için büyük acıdır ve bu acı, sembolü ile, miti ile, ritüelleri ile canlı tutulur.
Olay esnasında ortaya çıkan şey (sonuç-ürün) masumiyetin ta kendisidir.
Masumiyetin, bir düşünce olarak saklanması ve taşınması gerekir, bu nasıl olacaktır?
“Acı” içine saklanarak, kavramsallaştırılır.
Çünkü, acı ne kadar derinse, insanlar onu o kadar yoğun içselleştirir ve kalplerinde taşırlar.
Ve bu kavram nesiller boyu, taşınır.
İnsanlar da kavramın açtığı yolu izleyerek masumiyete yönelmeye çalışırlar.
Habil – Kabil de benzerdir.
Kerbela da …
Masumiyet Hüseyin’in kişiliğinde taşınır.
Ardından açılan yol da, masumiyeti aramaya yöneliştir.
Fatıma Ana’nın (Magna Matter) göz yaşları aslında kaybolan masumiyete dökülür.
Bu sayede de, kavramı taşıyan referans oluşturulur, kurgu tamamlanır, masumiyet taşınmış olur.
Referans ve kavram üzerinden kurgunun gerçeğini, anlamını ayakta tutmaktır temel ilke.
Düşünce canlı olduğu sürece, gerçeklik kendini korur.
Düşünceyi, onu anarak, hatırlayarak, zikrederek besliyoruz, biz besledikçe, eksen güçlü bir şekilde çekim alanını koruyor.
Referanslar yıkılıp, anmaktan vazgeçildiğinde, eksen zayıflayıp, çöküyor.
Düşünmezsen, ol’muyor.
O halde, taşınan düşüncenin kendisi mi?
Evet…!
Düşüncenin kavrama dönüşmüş halidir taşınan.
Düşünce taşıyoruz… farkında değiliz ama sürekli taşıyoruz, besliyoruz, büyütüyoruz ve taşıyoruz.
Bu şekilde bir koskoca hayatı ayakta tutuyoruz.
Ne gariptir ki, masum olmama hali (kötülük – günah) dahi, sonuç itibarıyla masumiyete yönelmeye bir çağrı çıkartması açısından, iyiliğe hizmet ediyordur ve cellat her zaman bu uğurda bir sorumluluk üstlenendir.
Demiştik taa başlarda, her şey karşıtıyla birlikte var.
Olmak zorunda mıydı?
Burada bunu tartışmak pek doğru değil zaten artık yazının da sonuna gelinmiş.
Evrimsel yolculuğumuzda bu böyle kurgulandı ve biz de varoluşumuzu bu kurguda anlamlı kıldık; şimdilik daha iyisini bulana kadar bununla ilerleyeceğiz.