Kolunda çiçek aşısı izi olanlara…
Kolunda çiçek aşısı izi olanlara…
Geldiğimiz günlere bakıyorum, bir de bugüne. Saygının yerini saygısızlık, terbiyenin yerini terbiyesizlik, efendiliğin yerini hödüklük almış durumda. Gözlerde manâ vardı. Şimdiki gibi boş boş bakmazdı kimse: Duygu ve düşüncelerimizi bir bakışa sayfalarca yükleyebilir ve bir bakıştan o sayfaları okuyabilirdik.
Kardeşten öte arkadaşlıklar, dostluklar… Birbirini düşünen, kollayan fedakâr, cefakâr ilişkiler….
“İlk fırsatta üstüne basıp geçmek mi?” O da ne?
Bizim bildiğimiz aşklar da yok artık. Ahmet Muhip Dranas’ın dizelerindeki gibi “Aşklar uçup gitmiş olmalı bir yazla / Halay çeken kızlar misali kol kola”
Aşk gidince şiir de gidiyor haliyle. Nerede o cumhuriyetin ilk yıllarındaki şairler ve ekolleri; Yedimeşaleciler, Beş Hececiler, Garipçiler, İkinci Yeniler…
Şiir gidince şarkı da gidiyor. Ebeveyinlerimizin dinlediği, dans ettiği tangolar misal… Secaatin Tanyerli “Kemanımla ona bir ses verebilseydim eğer/Bu sesimle ona ersem bana dünyaya değer” derken…
Adı güllü dallı biri, keman sesi yerine silah sesli şarkı yapıyor.
“Ya beni gelip alırsın buradan / Ya da bir ses duyarsın oradan/ Öldürürüm kendimi / Dan dan dan dan dan dan”…
Ziya Osman Saba’nın “İstanbul” şiirinde sözünü ettiği İstanbul’um yok artık… “Gün olur, Köprü ortasında durur / Anarım, Adalar`da çamların uykusunu”…
Ah şairim vah şairim… Gel de köprü ortasında dur bakayım… Senin zamanında köylü köyünde, yerli yerindeydi. Yer yerinden oynadı bir bilsen.
Görgü hak getire… Ruhlar maddeye esir düştü. Adamı adam etmeye yetmeyen… adına “para” denilen bir gücün yönetimi altında insanlar senden kelli şairim… Sevgisiz, duygusuz, bencil… gerçek dostluk, arkadaşlık, paylaşım olmadan yaşamdan tad alabilir mi insan?
Oscar Wilde der ki; “Ruh vücutta ihtiyar olarak doğar. Vücut onu gençleştirmek için ihtiyarlar.”
Düşünüyorum da; bizler kafaca mı yaşlandık? Yoksa yaşlandıkça mı olgunlaştık?
…