Kör Müdavim
Hayat bilardo oyunu gibidir, bilmem size de öyle gelir mi?
Mesela, üzerinde oyunu oynayacak masaya ihtiyaç vardır.
Zaman bu masa üzerine bir çuha kumaş gibi serilir, kurallar, değerler ve anlam kumaşın üzerinde beden bulur.
İş masa ile bitmez elbet, mesela masanın çevresinde sınırları olmalıdır, sert kauçuk, çarptıkça seni masadaki oyuna geri postalayacak duvarlar.
Muhtaç olunan şey yansımadır.
Her çarpma ve her geri dönüş olguları doğurur, olgular ilmik ilmik anlamın dokusunu örer.
Düşünsene sınırsız bir masada oynuyorsun ve sen topsun afedersin, vurmuşlar afedersin, alıp başını gidiyorsun, haydi buradan buyur, sıfır yansıma, sıfır olgu, sıfır anlam.
Oyunun özü çarpa çarpa oluşan etkileşimler ve yansımlara dayalıdır.
Vuruşma şart yani.
Anlam denilen muhtaçlık buradan türüyor.
Sınır yoksa oyun yok, oyun yoksa anlam yok, anlam yoksa hayat bir koca boşluk.
Oyunu sürekli kılan, seni dışarı salmayan, her çarpışmada yansımalar üreten o çerçeveyi oluşturan sınırlardır.
Seni de, seni sen yapan ötekini de o masanın kauçuk bantı ve çarpışmalardan geri gelen yansımalar doğurup, büyütür.
Sanırsın sen sensindir.
Ne oyun ama!
İlk kural topa vurulacak.
Sopa lazım yani, sopasız oynanmıyor mübarek.
Vurduğun gidip başkasına vuracak, başkası daha başkasına, o vuruşmadan sen de de bir devinim olacak.
Afedersin bir orgy alemi içinde seyreden hayat hadisesinde, vuruşa vuruşa sayı kazanılır.
Sayı kazanılır da ne olur?
Hiç bir şey olmaz, oyunun sürmesi için, insan denilen kıt akıllıyı masada tutmanın yegane yoludur “kazanabilirsin” duygusunu canlı tutmak.
Oldu ya, top sınırı aştı, masadan atlamaya kalktı?
Hata, cezası var.
İnsan masada vuruşmalar içinde ömür tüketen toptur afedersin, lakin sanır ki eli sopalı oyuncu kendisidir ve aynı şekilde bir an gelip kazabileceğini sanır.
Olsun, hepi topu oyun bu.