Küreselleşme sürecinde “kentlilik”le “köylülük” çatışması
Yeryüzündeki 5 kıtayı, 200 değişik bayrak, başkent, ırk, dil ve inançla 200 devlete bölen “ulus-devlet” modeli; aynı zamanda, bir güzel de beyinlerini buzlandırıp koşullandırarak, köküne kadar kazıkladı içinde yaşayanları.
Her ülkenin vatandaşı, tüm dünyayı kendi ülkesinden ibaret sanmaya ve kendi ülkesinde prim yapan söylemleri tekrarlayıp durmaya başladı.
Ülkelerin tepesine kurulmuş olan yöneticiler; resmi arabaları, resmi sarayları, resmi uçakları, harcırahları, ziyafetleri, gösterişli törenleriyle eşdeğer bir saltanatı paylaşıyorlardı.
Yönetilen kitleler ise, büyük oranda kırsal kesim ağırlıklı, yani köylüydüler. Ve onlar da özeniyorlardı daha iyi yaşamaya…
21. yüzyılın başında, yeryüzü nüfusunun sadece 5’te 1’i burjuvalaşabilmişti; gerisi burjuva taklidi yapan kesimleri de dahil, köylülüğün tabu ve dogmalarıyla tümörlü dar kalıplarını aşamamış, evrensel kalitede kadro yetiştirmekte pek cılız kalmıştı.
Oysa küreselleşme süreci, yoksulluğu bir türlü yenemeyen köylülüğün, artık aşılması doğrultusundaydı…
Türkiye’yi de, objektif bir değerlendirmenin içine oturtma zamanı…
Sorulması gereken ilk soru şu:
– Köylülüğü ne kadar aştık, ne kadar aşamadık?
Köylülüğü aşmışlık kriterleri ise şöyle sıralanabilir:
1- Kentlerde, 5 kuşak boyu aynı evde doğup ölmüş kaç ailemiz var?
2- Kendi anadilimizin “yazı” boyutuyla ne oranda bütünleşmiş durumdayız; örneğin kitaplığımızda babamızın dedesinin, babamızın babaannesine yaş gününde armağan ettiği Türkçe bir roman var mı?
3- Başkentimiz Ankara’nın adı, Picasso’nun adı kadar biliniyor mu dünyada?
Bu tür soruların kıskacı, bizi sinirlendiriyor ve:
– Bu tür soruları Londra, yahut Oslo’da da sorsanız; kaç tane doyurucu yanıt alabilirsiniz, diye hemen savunmaya mı geçiyoruz; yoksa ufak bir gülücükle bir kez daha düşünmeye mi başlıyoruz?
Hemen savunmaya geçiyor ve balıklama bir tartışmaya atlıyorsak; kendi köylü koşullanmalarımızı da; evrensel “burjuvazi”ye karşı, değişik bir “medeniyet” olarak görme avuntuları içindeyiz.
Dış dinamiklerin hızlandığı bir dönemde, kendi koşullanmalarımıza mıhlanmışlık sonucu, iç çalkantılara doğru kayma olasılığımız da artabilir…
Kaba bir anlatımla, öldükten sonra cehennemi boylayacakları kesin olan gavurların; öldükten sonra cenneti hak etmek için en doğru yolu benimsemiş bulunan İslama, düşmanlığı ortada…
Ortada da; acaba öldükten sonra cenneti hak etmek için en doğru yolu benimsemiş bulunan biz Müslümanlar, öldükten sonra cehennemi boylayacakları kesin olan gavurlara ne kadar dostuz?
Bir başka açıdan bakıldığında, “kentlilik”le “köylülük” arasındaki bir çatışma da denebilir mi buna?
Çünkü “kentlilik”; ölmeden önce de, üst düzey bir yaşam kalitesini gerçekleştirmiş durumda…
“Köylülük”, ne kadar özense de, bunu tam becerememiş…
Ve çatışmanın nirengisi, hep ölümden sonraya göre ayarlanmaya yöneliyor; her dinin, ayrı bir medeniyet olduğu iddia edilmek isteniyor…
“Medeniyet”in tanımlamasını yapmak gerekirse…
“Medeniyet, Kozmos’un elektrik, elektronik vs. verilerini, insan iradesinin sarmalı içine alıp, insan yaşamını çok daha kolaylaştıracak bir ortam yaratarak, onunla bütünleşmek demektir.”
Hangi dinden olunursa olunsun, kentlileşme süreci böyle bir ortamı yaratmış; köylülük, yaratamamış ve sürekli tek bir medeniyetin evrenselliğine sığınmak ve ona özenmek durumunda kalmıştır.
Ve bir soru daha:
– Türkiye’yi böyle bir denklemin neresine oturtabiliriz?
Tanzimatçılar da, İttihatçılar da, Cumhuriyetçiler de; Küçük Asya’nın köylülükten kentliliğe geçmesini sağlayamadılar…
En büyük yanılgıları, çağdaş bir medeniyete kavuşmanın anahtarı olarak, “eğitim”i görmeleriydi…
Oysa “eğitim”, ekonomik yapıyı biçimlendirmez, tam tersine ekonomik yapı eğitimi biçimlendirir.
Ve Türkiye’de oldum bittim, yeterli bir sermaye birikimi yoktu; doğal olarak da toprak ağalığıyla toprak köleliğinden; kapitalizmle işçi sınıfı “kentlileşmesine” geçilemiyordu…
Köylülük aşılamayınca da; politikada egemenlik çatışmaları “Kışla” parfümlü siyasetle, “cami” parfümlü siyaset arasında dalgalanmaya başladı.
İster seçilmiş, ister atanmış olsun; Hazine’den geçinmeli takımın “mal varlığı”, saydamlaşma havuzuna düşüyor…
Keşke böyle bir saydamlaşma, son 80 yılı kapsayacak oranda genişlese…
Genişlese de görsek, kimler ve kimler yutmuş deveyi hamuduyla…
Ve ne nutuklar söylemişler vatan aşkı, şanlı tarih, ulusal gururumuzla, gelenek ve göreneklerimiz üstüne…
Köylülüğü aşamamış “Üçüncü Dünya” insanlarını en çok kimler kazıkladı biliyor musunuz?
Başlarına çöreklenmiş olan değnekçileri…
İlk Yayın: http://www.milliyet.com.tr/2006/02/04/yazar/altan.html