Medeniyet ile Cehaletin ‘Araf’ında Bekleşmek
Toplum(lar) değişir…Değişim kaçınılmazdır…Ama “değişmek” her zaman “gelişmek” midir? Elbette hayır…
Uluslar, bazen “değişirken”, ulaştıkları medeniyet seviyesinden geriye düşebildikleri gibi, sahip oldukları olumlu değerleri de yitirebilirler…
***
Toplum, bireylerin toplamıdır…
Şu durumda, birey gelişmeden toplum gelişir mi?
Gelişmez tabii ki…
Toplumun gelişmesi bireyin gelişmesiyle direkt bağlantılıdır…
“Birey” geliş(e)memişse, geri kalmışsa, “toplum”un gelişmesini, ilerlemesini nasıl bekleyebiliriz?
Bu, kendimizi kandırmaktan başka bir şey olabilir mi?
***
Türkiye yıllar önce yaptığı kültür sıçramalarını bugün gerçekleştiremiyor…
Hormonlu bir meyve gibi.
İrileşiyor, görüntüsü daha cazip bir hal alıyor.
Ya tadı?
İşte orası tartışılır…
Peki neden?
Acı bir gerçeği kabullenmemiz lazım.
Artık her tarafta ve her alanda “yarı cahil”ler ezici çoğunlukta…
Türkiye’de neredeyse “cahil” kalmadı…
***
Evet, “cahil” kelimesi iticidir, soğuktur…
Ama cehalet ve/veya cahil kelimesi, içinde olumlu unsurlar da barındırır.
Cahillik saflıktır, naifliktir aynı zamanda…
Cahil insan “bilmediğini” bilir…
Bilmediği için de korkar, çekinir hata yapmaktan…
Cahile “Bunu böyle yapma” dersiniz, hemen yazar aklının bir kenarına. Çekinir ve yinelemez yanlışını…
Cahile “Bu yaptığın kanunen yasak” dersiniz…
O da, “Başıma bir şey gelir” diyerek korkar ve yapmaz…
Cahil “bilmediğini farkında olduğu” için öğrenmeye, eğitime, almaya açtır, açıktır.
Cahil, bir hata yapıyorsa “bilmediği” için yapıyordur ama “öğrendiğinde” vazgeçer yanlışından…
Peki, ya yarı cahil?
***
Türkiye’de toplum cahil mi?
Değil…
Yüzlerce televizyon kanalını izleyebiliyor evinde…
İnterneti var…
“İstemesi” durumunda kendisini “bilgi”ye ulaştıracak birçok yola, olanağa sahip…
Peki, aydın mı?
O da değil…
İkisinin ortası, yani “yarı cahil”
Bir yarısı karanlık, diğer yarısı aydınlık…
Amorf bir yapı…
***
Türkiye televizyonla çok erken tanıştı.
Daha okuma kültürüne sahip ol(a)madan izleme kültürüyle buluştu.
Toplumun “yarı cahil” kalmasında bunun payı büyük.
Matbaayla çok geç tanışan, “batı”yla arasındaki medeniyet uçurumunu bıkmadan usanmadan “okuyarak” kapatması gereken toplum bir anda hiç zahmete girmeden izleyebileceği televizyonu buldu evinin salonunda…
Ne gerek vardı klasikleri okumaya?
Nasılsa televizyonda filmleri vardı ya!
Ne gerek vardı gazete okumaya?
Televizyonda da haberler vardı ya!
Ve fırlattı attı kitabı bir tarafa…
İşte kırılma noktası buydu aslında…
Toplum, dünyayla eş zamanlı bir biçimde internetle tanıştı sonradan.
Kültür evrimini tamamlayamadan iletişim devriminin içinde buldu kendini…
İnternet dünya üzerindeki sınırları ortadan kaldırıyordu ama yabancı dil bilmeyen bir toplum dünyaya nasıl entegre olacaktı?
Temel olmadan çıkılan bina sağlam olabilir miydi?
***
Türkiye’nin sosyal kaosları ve paradoksları da toplumun tam bu “ara”da, ortada konuşlanmasından kaynaklanıyor…
Toplum, Araf’ta bekleşiyor…
Ve bu Araf’ın adı “Yarı cahillik”
İşte, en tehlikelisi bu.
Yarı cahillik, cahillikten çok daha kötü ve çok daha tehlikeli…
Konfüçyüs “Bildiğini bilenin arkasından git, bildiğini bilmeyeni uyar, bilmediğini bilene öğret, “bilmediğini bilmeyen”den kaç” demiş.
Bilmediğini bilmemek…
Yarı cahilliğin en güzel tanımı bu olsa gerek…
Ve Konfüçyüs’ün da dediği gibi “yarı cahil”den kaçmak en doğrusu belki de…
***
Eskiden köylerimiz vardı…
Köylülerimiz vardı…
Cahildi köylü, ama erdemliydi…
Ne Fransız İhtilali’ni bilirdi, ne aydınlanmanın önde gelen yazarlarını tanırdı ama “özgürlüğü” uğrunda canını ortaya koyabilmiş bir köylüydü o…
Çalışkandı, fedakârdı…
Artık “o köylü”den eser kaldı mı?
Köylü artık ismini bile telaffuz edemediği markalı ürünler kullanıyor…
Köylü artık üzerinde ne anlama geldiğini bile bilmediği yazılar bulunan tişörtler giyiyor…
Köylü köyünden hoşnut değil “şehirli olmak” istiyor…
Şehre geldiğinde ise köyünü özlüyor…
Ne şehirli oluyor, ne de “köylü” kalıyor…
***
Peki, şehirlinin, burjuvanın durumu çok mu farklı?
“Yes”i, “no”yu yarım yamalak öğrenmeyi yabancı dil bilmek kabul ediyor.
Evinde, işyerinde internet var.
Ama dünyaya entegre olmak, bilgiye ulaşmak derdinde değil.
Oyun oynuyor, chat yapıyor ya da malum beklentileri doğrultusunda kullanıyor interneti…
Kitap okumak hak götüre!
Kültür sanat?
Nerede!
Üniversiteyi bitirmiş, ama dilekçe yazmayı bile bilmiyor.
Yurtdışına çıkıyor ama bir farklı kültür tanımaktansa Türk Lokantası arıyor gittiği her yerde… Basıyor parayı en güzel otomobili çekiyor altına ama kullanırken bangır bangır arabesk dinliyor. Evinde şakır şakır su akıyor, ama yıkanmıyor.
Tıraş bıçağı sakızdan bile ucuz bu ülkede, ama tıraş olmuyor.
***
Bir tabir vardır:”Cahil cesareti”
Ama bizim sosyal yapımızda “Yarı cahil cesareti” çok daha geçerli bir niteleme…
Ve işte, en tehlikelisi de bu.
Çünkü yarı cahil korkmuyor.
Çünkü yarı cahilin gözü kara…
Çünkü yarı cahil kendisini “uyanık”, kendi haricindeki herkesi de “saf” görüyor…
Çünkü yarı cahil fütursuzca diğerlerinin de huzurunu bozuyor…
Sıkıysa uyarın, “Neden böyle yapıyorsun, doğrusu bu değil” deyin.
Yanıt belli: “Sana mı soracağız ulan!”
“Yarı cahil”in yarattığı terör öyle bir noktaya gelmiş ki artık “aydın” çekiniyor…
Hasta olduğunu kabul etmeyen bir bireye tedavi uygulamak nasıl imkânsızsa, bilmediğini kabul etmeyen bir toplumu eğitmek de günden güne zorlaşıyor…
***
Güzel bir atasözümüz vardır: “Yarım hekim candan eder, yarım hoca dinden eder”
Yarı cahiller de toplumu “erdemlerinden” ediyor ne yazık ki.
Diğerlerine saygılı bir biçimde yaşayanlar, bu tutumlarının “enayilik” haline dönüştüğünü görüyorlar.
İdeal sistemle yaşanan (yaşatılan) sistemin, teorikle pratiğin arasındaki mesafe öylesine açılmış durumda ki, ebeveynler çocuklarını eğitirken hangi değerleri aşılayacaklarını bile şaşırıyor…
Hele hele siyaset, sanat, spor gibi kitleleri “yönlendiren” alanlarda sivrilen yarı cahiller sosyal dokuyu tamamen yerle bir ediyor.
Temel amacı toplumu bilgilendirmek ve bilinçlendirmek olan medya da bu furyanın peşine takılmış gidiyor, talep neyse onu arz ediyor.
İçi boş programlar, toplumsal belleği uyuşturan diziler.
***
Aydınlığa giden yol “karanlık”la yüzleşmekten geçiyor.
Gelişmek istemek “gelişmemişliği” kabullenmekle başlıyor.
Toplumumuzun sorunu da burada aslında…
Biz pişmeden, “olduk” demeyi tercih ediyoruz…
Zorumuza geldiğinden gelişmenin özünü ıskalıyor, yalancı ölçütlerle kendimizi kandırıyoruz.
Gelişmek, kullanılan telefonun, otomobilin, giyilen elbisenin markasına ve modeline endekslendiyse eğer (ki ne yazık ki durum budur Türkiye’de) işimiz çok zor.
Evin salonuna plazma, LCD televizyon koymak değil ilerlemek…
Önemli olan o televizyonda neyin izlendiği…
En gelişmişinden en incesinden bir dizüstü bilgisayarı alarak internete girmek değil modernleşmek. Asıl ölçüt, internete girildiğinde ne yapıldığı, ne okunduğu, ne öğrenildiği…
Evet, çağdaş yaşamın sunduğu olanakları kimse inkâr edemez ama bu olanaklardan yararlananlar “çağdaş” olamadıysa bir “gelişmeden, ilerlemeden” söz edebilir miyiz?
Bugün ekonomik açıdan Türkiye’nin gerisinde olan birçok Doğu Avrupa ülkesi mevcut…
Halkın alım gücü de Türkiye’dekinden oldukça düşük…
O ülkelerdeki eğitim oranına, okunan kitap sayısına ve kültürel hayatın zenginliğine bakarsak evrensel medeniyet ölçütlerimizin ne kadar hatalı olduğunu görürüz…
Yani, ilerlemeyi sadece “ekonomik güç”ün sunduğu olanaklarla sınırlı görürsek “yarı cahil” ordusunu kalabalıklaştırmaktan başka bir şey yapamayız…
***
Atatürk “Kurtuluş Savaşı” mucizesini cahil mi cahil bir toplumla gerçekleştirmişti.
Halk “cahil” olduğunu biliyordu ve kendisine “özgürlük” vaat eden kurtarıcısının peşine takılmıştı.
Atatürk, devrimlerini uygulamaya soktuğunda da toplum cahildi.
Ama cahil toplum, medeniyete ulaşabilmek için “Ata”sının yolundan ayrılmamıştı…
Atatürk o yıllarda “zırcahil” bir toplumdan medeni bir ulus, çağdaş bir Cumhuriyet yaratmıştı.
Bugün, her türlü olanak mevcut, tüm koşullar çok daha ileride ama Atatürk’ün hedef gösterdiği ileri medeniyetler seviyesine çıkabiliyor muyuz?
Hayır…
Çünkü artık Türkiye’de “cahil” kalmadı…
Atatürk’ün başardığı gibi, cahil bir toplumu eğitip harikalar yaratabilirsiniz…
Ama bugünkü gibi yarı cahil, bilmediğini bilmeyen (ve inkâr eden) toplumların ilerlemesi çok zor…
***
Değişim?
Evet değiştik, değişiyoruz…
Peki ya gelişim?
Gelişiyor muyuz?
Gelişmiş toplumlarda töre cinayetleri olur mu?
Gelişmiş toplumlarda kadın dövülür mü?
Gelişmiş toplumlarda bilimin dışında bir doğru olabilir mi?
***
Deve kuşları gibi kafamızı kuma gömüyor, “gelişme”ye sırtımızı dönüp “değişmenin” sahte baharına aldanıyoruz.
Ne cahiliz, ne aydın…
Ne batılıyız, ne doğulu…
Yıllardır medeniyet ile cehalet “Araf”ında bekleşiyoruz…
Ama beklerken, “medeniyet cenneti” gözden uzaklaşıyor, “cehalet cehennemi”ne daha çok yaklaşıyoruz…