Nasıl?
Keşke bilsek! Neyin ne zaman ve nasıl olacağını yani… Çoğu yaşamsal kavramın ya da kimi zaman “kaza” denebilecek yaşantıların kendi içinde hazırlık süreci olsa da bilincimizin ve gözümüzün dışında bir süreci olması yaşamın belirsizliklerinden değil mi?
Bir şeyler olduktan sonra sormuyor muyuz şu soruyu: “nasıl oldu?” diye…
Bir yandan yaşamsal klişelere sarılıyoruz. Güneşli bir günde ölünmez ya da kasvetli, fırtınalı bir günde mutlu olunmaz sanıyoruz. Ama oluyor…
Kendimizi yaz günü tepemize yağan yumruk büyüklüğünde dolu tanelerinden korunmaya çalışırken ya da yaşam sınırlarını zorlayan bir kış soğuğunda şefkatli bir güneşin içimizi ısıtan ışıklarında bulabiliyoruz.
Yazın en sıcak gününde kendimizi yapayalnız, çırılçıplak ve kimsesiz hissedebiliyoruz.
Ne kadar güçlü olduğumuzu hissetsek de kendimizi yumuşacık bir peçete gibi en ufak bir rüzgarda uçabilecek kadar çaresiz bulabiliyoruz. Veya gücümüze bakmadan karşımızdaki kocaman dağı delip ardındaki suyu bu tarafa getirmemiz de mümkün…
Kısacası yaşam bu; zıtlıklar arasındaki denge; dengenin temellerindeki zıtlıklardan ve yaşadığımız bu süreçlerin hikayeleştirilmesinden oluşmuyor mu?
Ve olur da zamanın/mekanın bir noktasında “huzura” vardığımızda ve hatta olur da sorulduğunda; yaşadığınız yaşam ile ilgili vereceğiniz cevap ne olacak “nasıl geçti, nasıl oldu?” sorusuna…
Ve belki o zaman yaşadığımız zaman, mekanlar, kişiler ve tüm yaşamımız ilk an’ından son an’ına kadar film şerifi gibi görünecek. Hatalarımız, sevaplarımız ve kattıklarımız, yok ettiklerimizle hiç bir eleştiriye gerek kalmadan değerlendireceğiz varlığımızla başbaşa bulacağız kendimizi…
Bizden önce de olan ve bizden sonra da olacak olan şu kubbe’de hoş bir seda bırakabilir, ismimizi bizden sonraya taşıyabilirsek bu bize yaşamdan kalabilecek en büyük armağan olmaz mı?
Peki o zaman şimdi birlikte soralım mı şu soruyu; “bu armağanı kendimize nasıl gerçekleştireceğiz?” diye…