Ne Bileyim Kardeş!
“Ne bileyim kardeş.” Adlı mahsun eser.
Kula’daki tarihi lokantanın vitrininde güveç kabında mis gibi kuru fasulye.
Yanında güveçte sarma dolma, güveçte kavurma, güveçte türlü…
Yemeklerin tencerede pişip toprak kaba boşaltıldığını öğrendiğimde uyanmam lazımdı.
“Olsun, yemek yemektir” deyip, yediydim.
Yemeyeydim iyiydi.
Ne bileyim kardeş böyle olacağını.
2000’lerin başıydı galiba.
Bir mağazada plastik gül gördüydüm, üzerinde plastik su damlaları.
Bir de gül kokusu sıkmışlar.
“Şuna bak gerçek gibi” dediydim.
“Ömürlük bunlar, kokusu hediyemiz” dediydi satıcı.
Bir yıl geçmedi, bizim tarım müdürünün makam odası plastik gül bahçesine döndü.
‘Ne güzel değil mi, hep canlılar sanki?” Dedi müdür.
“Ya ya … öyle” dediydim.
Demeyeydim iyiydi.
Ardından sarmaşık çıktı, manolya ve siklameni, lale ve zambak takip etti.
Bir gün baktım Âşık Mahzuni Şerif’in mezarında da plastik gül.
Gerçeğimizi şıpınişi işgal ediverdi namussuz.
Ne bileyim kardeş böyle olacağını.
Sene 2006, Ankara Siteler’de bir mobilyacıya “Selamünaleyküm ben Hızır” diye biri girdi.
Zamanla Hızır ile mobilyacı dost oldular.
“Seni gözlüyoruz epeydir, seçilmiş insansın, kıymetini bil” dedi Hızır.
Ardından ekip, birer ikişer gelmeye başladı.
Önce Musa.
Sonra İsa, derken Muhammed.
Ve bir gün telefonuna bir mesaj geldi adamın: 45 dakika içinde geliyorum ya kulum.
Kapı açıldı, kollarını açmış bir adam “gel” dedi.
Kucakladı seçilmiş insanı.
O zamanın parasıyla 2.5 trilyon gitti.
“Olsun, münferit vakadır” dediydim.
Demeyeydim iyiydi, kapı bir kere açılınca, kucaklayanın ardı arkası kesilmedi.
Ne bileyim kardeş böyle olacağını.