Neden Oku(t)muyoruz ?
Kitap yakmak insan öldürmeye denkse, her ihtilal döneminde başa bir şey gelmesin diye evdeki kitapları yakmak bir tür meşru müdafaa olarak yorumlanabilir. Kütüphanecilik Haftanız kutlu olsun!
Yakın bir zamanda bir dostumla kitap mezatına giderken konuşuyoruz. Babasının bir arkadaşının Yılmaz Güney’in hapishane arkadaşı olduğunu anlatıyor. Kader kurbanı olan bu arkadaş, bir ziyaret günü dostumun babasına Yılmaz Güney’den imzalı bir kitap hediye ediyor. 70li yıllar. Uzun yıllar sonra dostum bu hikayeyi öğrendiğinde babasına kitabın şimdi nerede olduğu soruyor. Bugün dijital göçmen denen yaş grubuna girenlerin aşina olduğu bir cevap alıyor : “Oğlum, 12 Eylül olunca, başımıza bir şey gelmesin diye yaktık o kitabı da!”
Ah dijital yerliler bilmez! Kitap yakmak insan öldürmenin muadili ise ülkemizde her ihtilal sürecinde yaşanan “evdeki kitapları imha etmek zarureti” bir tür meşru müdafaadır. Ah dijital yerliler bilmez! Evde bir genç varsa, anne babalar kendi canlarından çok onları düşündüğünden, kah onlardan gizli kah onların itirazına rağmen kitap yakmak zorunda kalmıştır. Soba varsa sobada, yoksa tuvalette, banyoda. Ah dijital yerliler bilmez, eskiden kitap silaha eş değerde bir “delil” idi; “anarşik” damgasını yemek için. “Kitap okuduğuna göre bu mutlaka devlete, millete karşıdır” denilerek zan altında kalmak için. Bu antipatinin izi matbaaya kadar sürülebilir. Hadi burada yakın bir örneği ele alalım.
Şöyle bir tablo: Yeni hükümet Köy Enstitüleri’ne karşıdır. Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, yanına Tonguç’u ve bir iki muhalif milletvekilini alır, trenle enstitülerin olduğu illeri geziye çıkar. Her gittikleri yerde de olumsuz bir şey tespit edip etmediklerini milletvekillerine sorar. Vekiller gördükleri şeylerin pek güzel olduğunu belirtirler. Ancak bir ara Tonguç’u kenara çekip “Bu köylü çocuklarını niye okutmak istiyorsunuz? Gelip bizi kessinler diye mi?” diye sormaktan da geri durmazlar. Tonguç, sorması üzerine durumu İnönü’ye aksettirir. İnönü’nün cevabı nettir: “Okusunlar da gelip önce beni kessinler” (Emre Kongar; “Yazarlar, Eleştiriler, Anılar”; Remzi Kitabevi)
Anımsamakta fayda var: Mart ayının son Pazartesi ile başlayan hafta ülkemizde Kütüphanecilik Haftası olarak kutlanıyor. Her seferinde de akla ülkemizdeki kitap okuma oranlarının ne kadar düşük olduğunu gösteren istatistikler geliyor. Buna göre gelişmiş ülkelerde bir kişi yılda 15-20 kitap okurken, ülkemizde bir kişi altı yılda bir kitap okuyor.
Mahcup edici bu istatistikten önce yukarıdaki tabloyu anımsadığımızda, oranın yerlerde sürünüyor olmasına şaşırmamalı. Ancak nedense onyıllardır hatta yüzyıllardır mağdur edilmiş, potansiyel suçlu hatta vatan haini damgası yemiş bireylere yüklüyoruz suçu; okumuyorlar diye.
Aslında ortalamaya olumlu katkıda bulunan kemikleşmiş bir kesim var. Onlar kafasının dikine gittikleri için şartlar ne olursa olsun okumaya devam edecekler (2001 krizi döneminde ekonomik sebeplerden dolayı satın alamadığımdan Orhan Pamuk’un Kar isimli kitabını çaktırmadan kitapçılarda beşer, onar sayfa okuduğumu anımsıyorum).
Kitabın vatana millete devlete karşı suç unsuru oluşturan bir silah olmadığını ortalama bir vatandaşa idrak ettirebilmeli öncelikle. Bunu yapma sorumluluğu kimde? Bunu da vatandaş mücadele ede ede mi alacak? Yoksa vatanın, milletin, devletin bu olumsuz tabloyu tersine çevirmede bir sorumluluğu olduğuna karar vermesi (ve ona göre harekete geçmesi) daha mı pratik? Kimin kimi kestiği, yaktığı ortadayken…