Nörofelsefe düşünmeye çağırıyor
19. yüzyıl sonlarına doğru nörolog olarak mesleğine başlayan Sigmund Freud farkında olmadan miras aldığı bir hazineyle karşılaştı. Bu hazine düşünce ve felsefeden geliyordu; önce „arzu insanın özüdür“ diyen Spinoza onu şaşırtmıştı. Onun „affectus“ adını verdiği duygu akışı kafasını kurcalarken birden tüm endamıyla Nietzsche karşısına çıkmış ve insanın akıl dışı yanını sistemli olmasa da fragmanlar olarak açık seçik dile getirirken „ne oluyor“ demeye kalmadan üçüncü filozof Schopenhauer de iradeyi, özellikle „özgür irade“yi bir yanılsama olarak ilan ederek nörolog Sigmund Freud’un zihnini alak bullak etmişti.
İyi de oldu: psikoanaliz doğdu.
Freud psikoterapi dünyasını oluşturmaya başlayıp nöroloji sularını yavaş yavaş terkederken asıl başka bir deha o sularda büyük buluşlara adını yazdırıyordu. Bu önemli bilim insanı, literatürde kendisinden pek sözedilmemekle hakkı yenmiş İspanyol Santiago Ramon Cajal’den başkası değildi. Cajal’ın bütün derdi insan beyninin sırlarını ortaya çıkartmaktı. Mümkün olduğu kadar çok beyin üzerinde araştırma yapabilmek için orduya yazılıp savaş meydanlarındaki yüzlerce ölü beyin üzerinde çalıştığı söylenen Cajal, ilk kez beyin hücrelerinde nöronların yapısını net biçimde göstermeyi başardı; nöronların akson denilen uzantılarını ve aksonların uçlarındaki saçaklar olan dendritler ile onların da uçlarındaki sinapsları gösterek bilim dünyasında daha 1911 de nöroanatominin temelini attı.
Bugün gelişmiş ölçüm aletleri ve bilgisayarın da yardımıyla canlı beynin içindeki bütün nöronal faaliyet şekil ve renk olarak gözlenebilmekte, özellikle sinapslar arası bağlantıların beyin faaliyetinin temelini oluşturduğu bilinmekte.
Fakat bütün bu bilgiler bilmediklerimizin ne denli kabarık olduğunu ortaya koymakta ve merak dolu çekiciliğini de korumakta. Henüz bilinmeyen ve araştırmacıların sürekli dile getirdigi konu: Herkeste farklı olan kişisel yaşantı ve duygu deneyimi nasıl oluşuyor?
Beyin faliyeti tamamen fiziksel ve kimyasal süreçlere dayanan nöronlar arası iletişimi sağlayan sinapsların bağlantısıysa, nasıl oluyor da duygularla dolu bir „iç dünya“mız var? Hepimiz herhangi bir anımızı ya da duygusal yaşantımızı yaşarken beynimizdeki nöronların bağlatılarını görmüyor, düşünmüyor hatta orada olup biteni fark etmiyoruz. Ama buna rağmen yoğun bir içsel yaşantıdayız. Bu yaşantı da sadece onu yaşayan bireyde olan, başkasında olmayan bir deneyim. İşte bu tamamen öznel olan deneyimin sırrı henüz çözülmüş değil. Kısaca beynimdeki her türlü nöronal faaliyeti en ince hatlarıyla gösteren gelişmiş alatlerin hiçbiri o anda yaşamakta olduğum duygularımın içeriği hakkında bir şey söyleyemiyor.
Nöroloji sanki teslim bayrağını çekerek „bundan sonrası tek başıma altından kalkabileceğim iş değil“ diyor. Demesiyle de felsefeyi beraber çalışmaya çağırıyor. Felsefeden daha iyi bir partner bulamayacağını çok iyi biliyor. Çünkü felsefe iki bin beş yüz yıllık bir bilgi teorisi (epistemoloji) birikimiyle bilginin nasıl oluştuğu hakkında kafa yormuş ve hala da bu sevdasından vazgeçmiş değil. Öte yandan felsefe de bilginin oluşması konusunda bazı yeni şeyler söylemek arzusundaysa nörolojiden daha iyi bir yol gösterici bulamayacağının bilincinde. Çünkü beyindeki maddi süreçlerin nasıl oluştuğu, dış gerçekliği temsil eden nöronal iletişimin ne olduğu gibi benzer sorular felsefenin tüm felsefe tarihi boyunca hiç aklından çıkarmadığı sorular (Aristoteles, Descartes vd.).
Böylece nöroloji ile felsefenin izdivaçları bir mantık evliliği olarak ilk kez önemli bir kitapla; Patricia Churchland’ın 1986“da „Neurophilosophy„ adlı eserinin yayınlanmasıyla gerçekleşmiş.
Bugün Daniel Dennett’ten Thomas Metzinger’e kadar uzanan felsefe ve nöroloji iş birliği ürünlerini vermekte ilginç sorulara cevap aramaktadır. Bu bağlamda nörofelsefenin en önemli uğraş alanlarından biri de „özgür irade“dir. Günümüzün önemli beyin araştırmacılarından ve felsefeyle iç içe olan Gerhard Roth ve Wolf Singer gibi bilim insanları sanki yüz elli sene önceki Schopenhauer‘i seslendirircesine „özgür irade“nin bir yanılsama olduğunu, bunun yerine artık başka bir kavram üzerinde düşünmemiz gerektiğini vurgulamaktalar. Karşı tarafta da bazı felsefeciler özgür iradeden (toplumsal ve politik açıdan) vazgeçmenin olanaksızlığını dile getirmekteler. J.Habermas ve E.Tugendhat gibi.
Sanırım önce kısa da olasa kavramsal açıklığa ihtiacımız var. Bu nedenle irade özgürlüğü ile davranış özgürlüğünü birbirinden ayırmamız gerekiyor:
• İRADE ÖZGÜRLÜĞÜ : İnsanın genlerden ve toplumsal çevreden (kültür) gelen belli bir belirlenmişliği (determinizmi) inkar edilemez. Bu anlamda iradenin özgürlüğü ‘sorunlu’… Üstelik 1980 başlarında Benjamin Libet’in deneyleriyle ortaya çıkan gerçek; „Ben“in kararlarından önce beynin karar verdiği, başkaca denirse özgür gibi görünen kararları pek de „özgür“ Ben“in veremediği.
Kısaca şu üç belirlenmişlikten dolayı özgür irade ‘sorunlu’ görünüyor; a) genlerimizden getirdiklerimiz, b) çevre ya da içinde büyüdüğümüz kültürün biçimlendirmesi, c) nöronal açıdan; beyindeki fiziksel-kimasal süreçlerin etkin rolü.
Burada karşılaşacağımız sorun, bu determinizmin politik ve toplumsal alanda kötüye kullanılabileceğidir: „Madem özgür irade yok ve herşey genlerimiz ve toplumsal çevrece belirleniyorsa insanın yapabileceği hiçbir şey yoktur.“
Kuşkusuz böyle bir akıl yürütme ancak totaliter düzenlere hizmet eder. İşte burada başka bir kavrama ihtiyacımız var:
• DAVRANIŞ ÖZGÜRLÜĞÜ : Bireysel davranışlarımız iki çeşit engellenebilir; birincisi, bizim kendi psikolojik yapımızdan kaynaklanabilir, bazı fobilere sahip olmamız, akıl-dışı inançlarımız ve bireysel gelişmemizi kısıtlayan her çeşit ruhsal sıkıntılarımız. Tamamen bireysel olan bu ruhsal engeller bir ölçüde psikoterapi süreciyle aşılabilir. İkinci tür engelleme ise dışımızdaki toplumsal ve politik çevrenin engel ve sınırlamasıdır. Örneğin ifade özgürlüğü, kendini geliştirme özgürlüğü, politik faliyet özgürlğü gibi daha iyi ve insancıl toplum çabalarına karşı getirilmek istenen engellerdir. İşte buna karşı davranış özgürlüğünü korumak ve istemek bir etik davranıştır. Bunun genlerin ya da nöronların etkisindeki ‘sorunlu’ özgür iradeyle bir ilişkisi yoktur. Bu sadece davranışlarına engel konan insanın göstereceği olumlu ve gereken tavırdır.
Tekrar konumuza dönersek; sadece tek bireyin farkında olduğu „iç dünya“ yasışantısı ya da duygu dünyası, fizik dünyadan ayrılan önemli bir özelliğiyle dikkat çekiyor. Fizik olayları zaman ve mekanda olan olaylardır. Oysa öznel yaşantılarımızdaki anı ve benzeri içerikler gerçi zamandadır (onları zihnimizden geçirdiğimiz an olarak zaman) ama mekanları yoktur. Geçen yaz yaşanmış bir aşkı mekanda gösteremeyiz. Ama öznel yaşantılarımızın mekandan yoksun olmaları onları yok kılmıyor. İşte fiziğin de teslim bayrağını çektiği yer burası. Nörofelsefenin en önemli uğraş alanlarından biri bu duygu ve anıların mekandan yoksunluklarıdır. Acaba burada her türden determinizmin dışına çıkıp raslantı alanına mı giriyoruz? Acaba kuantumun raslantısıyla bir bağı olabilir mi? Nörofelsefe düşünmeye çağırıyor…