O şimdi ne yapsın?
Ankara’da bir alışveriş merkezinin otoparkına gireceğim, güvenlik görevlisi önümdeki aracı durdurdu, bagajı açtı.
Bagaj bavul ve koli ile dolu.
Kapattı.
Araba gitti….
“Abbovvv, girdi bir bagaj dolusu bomba” dedim.
Sonra, beni durdurdu.
Bizim bagajı açmadı, çamurla sıvanmış arka camdan baktı, bir şey göremedi tabii, “ilerle” dedi.
Soğukta titreyen güvenlik görevlisine baktım, dedim, “o ne yapsın?”
Evet, parola “O ne yapsın?”
Buyurun…
Bir arkadaşım içinde bulunduğu rolden sıkılmış.
Söylemeye de dili varmıyor, “ben bu değilim”.
Oynuyor, sanki kendiymiş gibi.
O role uygun evi var, giysileri var, diyetini bile rolüne uygun seçti… dost çevresi keza.
O rolün cümle kalıplarını ezberledi.
Süper konuşuyor.
Benzer rolü yapan biriyle de evlendi…
Mutlular.
O ne yapsın..?
Hani derler ya, insan epilepsi hastası olmasa da, olduğunu kabul ederse, bir süre sonra onda epilepsi krizleri başlayabilirmiş.
Taklit yoğunlaşınca, sahte durum sahnede kendi gerçeğini oluşturmaya başlıyor.
Evler, iş yerleri, kentler birer sahne.
Hepsi dekor.
Bir gün Mersin’de biri evine yemeğe davet etmişti, kocaman bir yemek masası olan salonda, yer sofrasında, elle yemek yedik.
Ama duvardaki yağlı boya tablolar, kütüphaneyi süsleyen kitaplar, bilgisayar… başka bir şey söylüyordu.
Kültürlü- entellektüel rolü oynayanlar olduğu gibi, güngörmüş rolü oynayan da var. Çevreci-doğa sever de, vatansever, milliyetçi, sosyalist, dindar, sanatcı rolü oynayanlar da…
“Ben ne güzelim” rolü ortak bileşenlerden, “ben bilirim” rolünü oynayanlar en çekilmezlerden.
Ey ademevladı, kendini sürekli “öteki” üzerinden tanımlaya tanımlaya olgunlaşan tek canlısın şu âlemde, bir de kendini kendin sanıyorsun.
Ama ama… ne yapacaksın ki?
İnsanı oynadığı rolden çıkart, görüyor musun geriye nasıl bir boşluk kalıyor?
Bommmm… boşşşş… !
Ürkütücü.
Kim orada olmak ister ki..?
Sahne senin mekanın, oyun senin zamanın.
İkisinin evladısın, haberin yok.
Doğarken öğretiliyor bu roller, aileden miras kalıyor bir kısmı; kültür biraz, biraz toplum, biraz biz bulduğumuz boşluktan yararlanıp, kendimize bir rol oluşturuyoruz; biraz tesadüf, rolü emanet almışken üstümüze kalıyor mesela; biraz da mecburiyetten… bazı uyanıklar var, rolden kaçarak sahneden kurtulacaklarını sanıyorlar, gittikleri yerde farklı dekorla, farklı kisve altında yine oyuna başlıyorlar.
O role kendimizi kaptırıp, -mış gibi yapa yapa, sanki oymuş gibi sanıyoruz kendimizi.
Kabul ediyoruz ki buyuz.
Bunun için ölüyor, öldürüyor ve yaşıyoruz.
Oysa, o değiliz.
Peki, kimiz?
İçinde bulunduğumuz bu sahne, bu dekor, bu oyun, bu seyirci… bizim bu soruya cevap vermemizi engelliyor ne yazık ki.
Cevabı boşver, soruyla muhatap olmak bile istemiyoruz.
Ne olacak ki öğrensen.
Sen ki şu alemin en nazik, en alçak gönüllü, en sevgi dolu insan rolünü oynayansın, özünün bir hırt olduğunu bilmek hoş mu yani?
Estağfurullah…!
Sahne mahne olmadığını öğrensen buna yürek mi dayanır?
Bu sahnede oynadığın oyunda, mutluluk, sevgi, iyilik, kötülük, sadakat, refah, inanç, ideoloji, fikir, cinsellik … hepsinin tanımı yapılmış.
Hepsi dekorun parçası.
Sen ne kadar ararsan ara, sonunda bulduğun zaten başında var olandır.
Ama arayan rolünü tercih etmişsen, arayacaksın o zaman.
Ne yapacaksın ki?
Hani beyfendi soruyor ya, “sen kimsin?”.
Durum biraz da budur
Sen kimsin?
İşte, busun. Mamul ürün.
Son kullanma tarihin bile var, baksana.
İçindekiler belli, seni kim yüklemiş, ne zaman yüklemiş, nasıl tüketecekler… Hepsi belli.
Sen kim olabilirsin ki?
Bir gün insanın kendi sandığı kendine, yine kendinden gerçek başkaldırısı başlayacak, o gün insan kim olduğunu bilmek isteyecek, sahne yıkılacak, replikler yakılacak…
“O nasıl bir şeydir?” dersen, o sanki bir kıyamettir.
Doğduğunda sahne tozu yutmuş olan bu günün insanı, sahne dışında nefes almayı bile bilmiyor.
O şimdi ne yapsın?