Ormanda Öten Kuş
Tevazu, insanı yücelten faziletlerin başında gelir.
Buna itirazı olan çıkar mı?
Sanmam…
İstisnasız, tüm dinler ve bütün ahlaki normlar, kişiye alçak gönüllü olmasını salık verir.
Yazılı ve sözlü tüm öğretiler hemfikirdir tevazu konusunda…
Tarih boyunca neredeyse her düşünür de alçak gönüllü olmanın önemine vurgu yapan bir söz söylemiş, görüş beyan etmiştir.
Evet, bir erdemdir tevazu sahibi olmak…
***
Amma velâkin, erdemle zaaf arasında kıldan ince bir sınır çizgisi olabilir bazen.
Misal mi?
Açık sözlülük bir erdemdir örneğin…
Ama aşırıya kaçıldığında bu, patavatsızlığa dönüşür.
Onur da olmazsa olmazdır mesela…
Ama onurun abartılı haline “kibir” denir.
Sözgelimi, iyi niyetli olmak…
Biraz ileri gittiğinizde iyi niyet saflığa ya da enayiliğe dönüşür.
Hırslı olmak mesela…
Hırslı olmayan başarıya ulaşamaz…
Tamam, ama hırsın dozunu biraz arttırırsanız olay ihtirasa dönüşür ki, bu da insanı felakete sürükler.
Sonuç itibarıyla evet erdemler çok önemlidir, değerlidir.
Lakin erdemin dozu ve eyleme dönüşme tarzı da, erdemin kendisi kadar önemlidir.
***
Tevazuyu da aynı perspektiften değerlendirebiliriz.
Tevazunun da dozu olmalıdır.
İnsanın bir noktaya kadar alçak gönüllü olması güzeldir…
Ama bir yere kadar.
Ve bazı konularda…
Tevazunun da abartılmış hali iyi değildir ki bu da “aşağılık kompleksi”ne dönüşebilir pekâla…
***
Bireyle ilgili kanaat oluşumunda bilginin, liyakatin, deneyimin kriter olduğu toplumlarda tevazunun yorumlanması farklı olabilir.
Ama sesi çok çıkanın haklı görüldüğü bir ortamda durum farklıdır.
İş hayatında bir yaklaşım vardır örneğin…
Şöyle denir : “Kendinizi nasıl satarsanız, öyle alırlar.”
Bu yaklaşımı tevazuyla bağdaştıramayıp, karşı çıkanlar olabilir.
Ama gerçektir.
Bakın çevrenize…
Sizden çok daha az mesleki bilgiye sahip olmasına rağmen sizden çok daha iyi konumlara gelmiş insanlar yok mudur?
Siz hak ettiğiniz değeri, saygıyı göremezken, birilerinin sürekli dört ayak üstüne düştüğü gerçeğiyle yüzleşmek isyan ettirmez mi sizi?
***
Reklam sektöründe kullanılan bir metafordur…
Sorarlar: “Kaz yumurtası mı daha değerlidir, tavuk yumurtası mı?”
Herkes, muhtemelen ve haklı olarak, hacimsel büyüklüğünden ötürü “kaz yumurtası” diye geçirir içinden.
Eklerler: “Bilimsel araştırmalar, kaz yumurtasıyla tavuk yumurtasının aynı protein değerlerine sahip olduğunu ortaya koymuş…”
Ve final sorusu gelir “Peki, neden kaz yumurtası değil de tavuk yumurtası popülerdir?
Çünkü tavuk yumurtlarken bas bas bağırır!
Ortalığı ayağa kaldırır “bakın ben yumurtluyorum” diye…
Garibim kazcık, sessiz sedasız “pıt” diye bırakıverir yumurtasını…
Kimsenin haberi bile olmaz.
***
Tevazuda dozu kaçıranlar işte bu örnekteki kaz gibidir…
Aşırı alçak gönüllülük, değerinizin bilinmemesine sebep olur.
Silikleştirir sizi…
Tıpkı karanlıkta göz kırpmaya benzer bu durum.
Birilerinin göz kırptığınızı görmesini, fark etmesini beklersiniz…
Ama nafile…
***
Ardında 2000’in üzerinde eser bırakan Vincent Van Gogh hayattayken sadece bir tek eser satabilmiş…
20. yüzyılın en önemli yazarlarından Franz Kafka’nın kitapları ölümünden sonra basılmış…
Daha bunun gibi nice örnek sayabiliriz aynı kaderi paylaşan…
Hepsi sessizce yumurtlayan kaz olmayı tercih etmişler…
Değerleri anlaşılamadan, bilinmeden göçüp gitmişler…
Nice sanatçılar, bilim insanları, sporcular, siyasetçiler vs…
İstisnasız hepsi bir gün fark edileceklerini hayal ederek yaşamışlar.
Ama hak ettikleri övgü, methiye mezar taşlarına kazınmış ancak…
Evet, değerleri belki sonradan anlaşılmış…
İsimleri efsaneleşmiş hatta…
Ama bu, onların yaşarken çektikleri sefaletin, yalnızlığın özrü ve telafisi olabilir mi?
***
İnsanın maddi olanaklarıyla övünmesi, örneğin sürekli zenginliğini gündeme getirmesi görgüsüzlüktür…
Hazımsızlıktır…
Çiğliktir…
Peki, ama kişi sahip olduğu erdemleri gündeme getirmekten (ve/veya getirilmesinden) neden utanır?
Birisine “ne kadar kibarsınız” ya da “çok zekisiniz” dersiniz misal.
Faziletlerine, yeteneklerine vs. gönderme yaparsınız.
Neden yalın bir “teşekkür ederim” deyip geçmek varken ısrarla “estağfurullah, aman efendim ne demek” diye ısrarla inkâr etme yoluna gider insan.
Yoksa bu “yo, öylesiniz” üstelemesini duyma ihtiyacının mı bir sonucudur?
Yoksa bu tevazu, egonun biraz daha okşanması talebi midir?
***
Ve kişi, elde ettiği başarıları neden gizler?
Ödüllerini, diplomalarını örneğin neden saklar?
Bunların duyulmasından neden rahatsız olur?
Hepsi verilen emeklerin, çekilen çilelerin ödülüdür insana.
Alın teriyle kazanılmış zaferlerin dillendirmesinden daha doğal ne olabilir?
Mükemmel bir biçimde yerine getireceğinden emin olduğu bir pozisyonu gözüne kestirmekten neden utanır, sıkılır insan örneğin?
Neden ille de talep edilmeyi bekler; açıkça talip olmak varken?
***
Kendinden hiç söz etmemek çok soylu bir ikiyüzlülüktür der Friedrich Nietzsche.
Tamam, kişinin kendisini övmesi, göklere çıkarması doğru değildir…
Peki ya kendisini anlatması?
Ve anlatırken kazandığı başarıları ortaya koyması?
Bunun nesi ayıptır?
Alnında yazmaz ki bir insanın kim olduğu, kapasitesi, yeteneği…
İnsanın kendisine âşık olması narsistliktir de…
Neden yadırganır insanın kendisiyle gurur duyması?
***
Ne güzel söylemiş Konfüçyüs…
“Bir yerde küçük insanların büyük gölgeleri varsa, o yerde güneş batıyor demektir.”
Ama küçük insanların gölgelerinin büyümesinde gerçekten büyük insanların tevazusunun da payı var.
Bilgili olanın susması, meydanı cahile bırakmak değil midir?
Doğrunun köşesine çekilmesi yanlışa var olma şansı tanımaz mı?
Konuşması gerekenler susarsa susması gerekenler konuşmaya başlamaz mı?
***
Jean Jacques Rousseau aşırı tevazunun da tıpkı gurur gibi kendine has tehlikeleri olduğunu öne sürer…
Kanımca haklıdır…
Son tahlilde tüm erdemler gibi tevazu da kararındaysa değerlidir.
Tevazu sahibi olma hususunda da tevazulu olmaktır gerçek erdem…
Abartılan tevazu da tevazusuzluktur aslında…
Güzel söylemiş eskiler: “aşırı tevazu göstermeyin, inanırlar.”
Boynuna davulu asıp “ben şöyleyim, ben böyleyim”diye tellallığa çıkmak yakışık almaz, yanlıştır.
Ama bir diğer yanlış olan şeyse insanın kendisini önemsememesidir.
Kendisine saygı duymaktan, başardıklarının, erdemlerinin bilinmesinden rahatsız olan birisi başkalarının kendisine saygı duymasını, takdir etmesini nasıl bekleyebilir?
Bekleyebilir mi?
***
Halkla ilişkilerde çok sevdiğim bir sorunsal vardır…
“Ormanda bir kuş ötmüş, şehirde kimse duymamış. O kuş ötmüş olur mu?”
Ne dersiniz?
Olur mu?
Hele hele şehrin nüfusu ve bunun paralelinde gürültüsü hızla artarken.
Suçlu kimdir peki sizce?
Kuşu duy(a)mayan şehirliler mi?
Yoksa sesini duyuramayan kuş mu?