Osmanlı İmparatorluğunda Dışişleri
Osmanlı İmparatorluğunda 1836 senesine kadar Dışişleri Bakanlığının olmadığını biliyor musunuz?
Osmanlı tarihinde Dışişleri ile işler, üç ayrı devirde, üç ayrı şekilde yapılmıştır:
1300 den 1650 ye kadar Nişancı,
1650-1836 arası Reis Efendi veya Reis-ül Küttap (Katiplerin Reisi) dışişlerini yürütmüş veya yürütmeye çalışmıştı…
1836-1918 arası nihayet Hariciye Nezareti yani Dışişleri Bakanlığı
Şimdi isterseniz bu terimlere bir göz atalım:
Nişancı: görevleri
Fethedilen arazileri kaydetmek.
Dirlikleri dağıtmak, tapu defterlerine işlemek ve kayıtları düzenlemek.
Padişahın berat ve fermanlarında tuğrasını çekmek.
Divanda alınan kararları düzelttikten sonra tamamlamak, fermana uygun olarak emirleri yazmak,
Padişaha ve sadrazama gelen mektupları tercüme ettirerek bunlara cevap hazırlamak.
Allah aşkına, yukarıdaki maddelerde dışişleri ile ilgili bir satır görüyor musunuz? Ben görmüyorum. Belki mektupların tercümeleri olabilir…)) Demek ki Osmanlı İmparatorluğunun ilk 350 senesinde yabancı ülkeler ile ilişkiler, ikincil bir uğraş olarak görülmüş ve Nişancı isimli ikincil bir katibin ellerine bırakılmış…
Reis-ül Küttap: Reis-ül Küttablık görevi Osmanlı Devletinde ilk defa 1453 yılında İstanbul’un fethi sonrasında oluşturulmasına karşın, o dönemde henüz Divan-ı Hümayun düzeyinde bir görev değildi: Reis-ül Küttablar o devirde Nişancıların emrinde çalışırlar, yurtdışıyla yapılan yazışmaları kaleme alırlardı. Divan’ın sadece kırtasiye işlerini yöneten bu reis, Vezir sayılmadığı için “Paşa” değil, sadece “efendi” unvanıyla anılırdı. 1650 yılından sonra ise -Reis-ül Küttablar protokolde Nişancıdan sonra gelmekle beraber- dış siyasete ait işlerden tek başına sorumlu oldular. Reis Efendi 1794 de Divan-ı Hümayun’dan ayrılarak Bab-ı Ali’ye taşındı, Sadrazamdan sonra ikinci önemli kişi derecesine yükseldi. Reis Efendinin yönetimi altındaki Yunanlıların hakim olduğu Baştercümanlık dairesi de yabancılarla ilişkinin merkezi haline geldi.
Divan’a katılamayan, Başdefterdarın maiyetindeki bir katibin Dışişlerini yönetecek kadar deneyimli olduğuna aklınız yatıyor mu? Bu kişinin Batı ile protokol yazışmalarını liyakat ile yapabileceğini zannediyor musunuz? Ben pek ihtimal veremiyorum…
Osmanlı İmparatorluğunda sözcüğün tam anlamıyla bir Dışişleri Bakanlığı (Nezaret-i Hariciye) kurulması için 11 Mart 1836 tarihinin beklenmesi gerekti.
Osmanlı İmparatorluğunun bir “Güç” olarak resmen tanınması ise 1856 Paris Kongresinde gerçekleşti. 30 Mart 1856 da Paris’te imzalanan barış antlaşmasının 7. Maddesi, Bab-ı Ali’nin kamu hukuku ve Avrupa Konseyinin avantajlarından yararlanmasının Büyük Güçlerce onaylandığını ifade etti. Başka bir deyişle, Osmanlı İmparatorluğunu Kapitülasyonlardan sonra iyice sömürgeleştiren Batı, Osmanlıların uluslar arası ilişkiler kavramını değiştirerek kendi sistemine 1856 da Paris antlaşması ile dahil etmiştir.
İsterseniz, şimdi de Osmanlının 500 sene boyunca Dışişlerine neden önem vermediğine bir göz atalım:
Çin, Osmanlı ve daha önceden Bizans İmparatorları, kimseyi kendilerine eşit kabul etmiyorlardı. Batı ülkelerinden gelen temsilciler, bu imparatorlara haraç getiren kişiler gibi önlerinde eğilmek mecburiyetindeydiler. Silahlarını zaten kabul salonuna girmeden bırakmak zorunda olan yabancı temsilciler, İmparatorun huzuruna Batılı kıyafetleriyle de çıkamazlardı! Sultan onlara görkemli Osmanlı kıyafetleri verir, elçiler de Sultan’ın karşısına birer Osmanlı gibi çıkarlardı. Getirdikleri armağanlar da haraç kayıtlarına yazılırdı. Ücretleri Batılı ticari kuruluşlar tarafından ödenen bu elçiler, sultan tarafından politik kişiler olarak değil, sade ticaret elçileri olarak görülürdü.
Kısaca Elçinin kabul törenini hatırlayalım:
Padişahın huzuruna çıkabilmek için “medeni” bir kıyafet giyilmesi gerekmekteydi. Medeni kelimesini açmamı gerekirse: Elçiler, huzura kabul edilmeden önce elçilere “hil’at” adı verilen bir kürk giydirilirdi. Yani medeni kürkün giydirilmesinin anlamı: elçiyi gönderen devlete elçilerinin “kendi kıyafetleriyle huzura kabul edilemeyecek kadar düşük seviyede oldukları”nın mesajı idi.
Huzura kabul edilen elçinin iki koluna birer kapıcıbaşı girer, elçiyi -deyim yerindeyse- karga tulumba Sultan’ın önüne getirirler ve elçinin padişah karşısında eğilmesini sağlarlardı. Buna uymayan elçiye de haddi bildirilirdi! Örneğin, 1668’de İstanbul’a gelen Rus elçisi, padişahın huzurunda fazla eğilmeyi kabul etmemiş ve getirdiği mektubu padişaha kendisi vermek istemiştir. Bunun üzerine görevliler elçinin ensesinden tutarak başını sert bir şekilde yere çarpmışlardır. Sultan 4. Mehmet’in sinirlenmesi üzerine elçi huzurdan kovulmuş, Sadaret Kaymakamı Merzifonlu Kara Mustafa Paşa, elçiyi ve yanındakileri de paylaşmıştır.
Osmanlı İmparatorluğunun Fransa’ya gönderme lütfunda bulunduğu ilk önemli büyükelçi Yirmisekiz Çelebi Mehmet Efendidir ve Paris’e 16 Mart 1721 de gelecek ve beş aydan az bir süre sonra Osmanlı Başkentine geri dönmek üzere kenti terk edecekti.
Osmanlıların ilk sürekli büyükelçisi ise, 1793-96 yıllarında İngiltere de görev yapacaktı.
Osmanlılarda Batı dillerini bilen fazla kişi olmadığı için, elçilik görevlerini genelde Yunanlılar yapmaktaydılar. Fakat 1821 de Mora yarımadası ihtilali İmparatorluğun Batıya yaklaşmasını bir süre durduracaktı. Çünkü Yunan kökenli elçi ve konsoloslar görevlerinden alınacaktı. Yurtdışındaki sürekli Osmanlı Büyükelçilikleri ancak 2. Mahmut tarafından 1834 yılında tekrar oluşturulacaktı.
Haziran 1822 de Yunanlıların elinde bulunan Baş Tercümanlık Kurumu kaldırılarak, yerine Bab-ı Ali Tercüme Odası diye makam oluşturulacaktı. Yine de Batılılaşmanın taşıyıcısı Yunanlılar o kadar vaz geçilmezlerdi ki 1912 Balkan Savaşlarına kadar bu ithal diplomatik sistemdeki yerlerini koruyacaklardı.
Kısaca Osmanlı İmparatorluğu’nun Dışişleri Bakanlığı Kuruluş Hikayesini özetlemeye çalıştım.
Kaynaklar:
Kitsikis, D: Turk-Yunan_Imparatorluğu, İletişim Yayınları, İstanbul, 1996
Halaçoğlu, Y: Osmanlı Devlet Teşkilatı, Ankara, 1995,
Mustafa Nuri Paşa: Netayic ül-Vukuat I-II, (Sad. Neşet Çağatay), Ankara, 1992,
Mignot, M: Histoire De L’empire Ottoman, Paris, 1771,