Pamuk Prenses’e ezoterik bir yorum
“… Etrafımızda olup biten görünüşte önemli ancak boş olaylarda bir anlam aramak gereksiz ve yanlıştır…”
“Onu, insanlığın yüzyıllar boyu belli başlı bir kaç efsane çevresinde inşa ettiği katmanlarda aramak gerekir. Bu katmanlar, sürekli olarak bizim etrafında toplandığımız ve yüzyıllar boyu taşıdığımız inanç tohumunun şeklini oluşturur. İnsanlığın gerçek hikayesi peri masallarındadır. Anlamını tahmin etmek ve hatta keşfetmeye imkan verirler.”
İvo Andriç – Yazar
Sözlü kültür yıllar boyu insan evladının evrenle, doğayla kurduğu ilişkiye dair kadim bilgiyi efsaneler, masallarla taşımış gelenek koridorunda. Bu masalların arkalarında neler var diye bir baş uzatıp bakmak, İvo Andriç’in de dediği gibi kimi zaman insanlığın gerçek hikayesinin keşfine imkan veriyor. Devam eden sayfalarda çok bilinen bir çocuk masalının içine girip taşınan (ya da taşındığını varsaydığımız) bilgileri ve bu bilgilere dair sembolleri göreceğiz.
Benim için çok şaşırtıcı ve öğretici bir serüven oldu Pamuk Prenses ile geçirdiğim günler.
Yazılanlar bir zihin alıştırmasının ötesinde değildir ve kuşkusuz yeni katkılarla gelişmeye ziyadesiyle muhtaçtır.
Neden Pamuk Prenses? sorusunu içinden geçirenler için söylenebilecek fazla bir şey yok aslında. Bir gün Yedi Uyurlar efsanesi üzerine çalışırken birden yedi cüceler aklıma geldi, derken üvey annenin konuştuğu ayna.
Masalın sonunda da Prensesin tabuttan kalktığını hatırlayınca, Yedi Uyurları bıraktım bir kenara.
Daha ilk sayfalarda karşıma çıkan sözcükler, gelenek tünelinde zor ve zevkli bir yolculuğa çıkılacağına dair ip uçlarını döküverdi önüme.
Siz de hazırsanız, ilerleyelim.
Prenses’in geçmişi
Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler’i kim yazmış?
Doğru, masalcı Jacob and Wilhelm Grimm kardeşlerin 1812 yılında yazdıkları masallarından biri olarak bilinir Pamuk Prenses. Bu arada masalın Almanca ismi Schneewittchen (Küçük Kar Beyazı); İngilizceye Snow White and the Seven Dwarfs (Kar Beyazı ve Yedi Cüceler) olarak çevrilmiş.
Daha sonra (1937) Walt Disney aynı öyküden çizgi film dünyasının klasiklerinden birini ortaya çıkartır.
Disney filmde masala göre küçük değişiklikler yapmış, örneğin Grimm’lerin masalında isimsiz olan cücelerin, filmde isimleri olmuş (Dopey, Grumpy, Sneezy, Happy, Sleepy, Bashful, Doc). Ancak, Pamuk Prenses’in gerçek yaratıcısı Grimm kardeşler değil, onların görevi neredeyse tüm Avrupa’da yaygın olarak bilinen bir peri masalını derleyip, toplayıp sunmak olmuş.
Ayrıca, madem insanlığın gerçek hikayesi peri masallarında saklı, neden aramayalım ki?
Masalı yorumlamaya geçmeden önce bir küçük bilgi sunmak yararlı olabilir. Elimden geldiğince, bilebildiklerim çerçevesinde, masalın ezoterik yorumunu yapmaya çalıştım. Bu işe girişince de zorunlu olarak semboller ve onların bizi taşıdığı dünyaya bir yolculuk gerekti. Dolayısıyla sembollerin diline ve ezoterik düşünce yapısına aşina olmayanlar için aşağıdaki yorumlar saçma, anlamsız ve sıkıcı gelebilir. Bu da son derece doğaldır.
Bir bilgi daha, masalın herkes tarafından bilindiği kabul edilerek, cümle cümle buraya aktarmaya gerek duymadım, sadece yorumlanmaya muhtaç cümleler üzerinden hareket ettim.
Dolayısıyla, bölümlerin başlarında yer alan italik cümleler masala dair olanlardır, diğer bölümler de yorumlar. Madem gelenek üzerinden ayrılmıyoruz, masalımızı da “bir varmış bir yokmuş” diye başlatalım.
kış ortası
Yıllar önce ülkenin birinde, bir kralla kraliçe yaşarmış.
Türkçe metinlerde bu ilk satır çok sade bulunmuş ki, biraz detay eklenmiş. Mesela kraliçe için “halkını çok seven” demişler, iyi de etmişler, kraliçe dediğin halkını sevmeli.
Ayrıca, “kraliçe Allah’a hep kendisine bir çocuk vermesi için dua edermiş” gibi bir cümle de sıkıştırmış bizimkiler. Hatta, bazı çevirilerde şöyle bir cümle de var “her zaman her yerde, her şeyi duyan Allah, kraliçeyi de duymuş ve dileğini kabul etmiş”.
Ne demeli? Zamane kraliçesi!
Devam edelim…
Kışın ortasında güzel bir gündü, karlar cennetten düşen tüyler gibi süzülürken, kraliçe çerçevesi abanoz ağacından yapılmış bir pencerenin önünde oturmuş nakış işliyordu.
Burada duralım!
Önemli detaylar var.
Orijinal metinlerde “güzel bir kış ortasıydı” veya “karlı bir kış ortasıydı” diye geçiyor cümle.
Yani ısrarlı bir “kış ortası / mid winter” vurgusu var.
(bizimkilerde yok elbet)
İyi ama, neden?
Kış ortası 25 Aralık günü olmalı.
Çünkü, 25 Aralık’da günler karanlıklardan sıyrılıp, aydınlanmaya başlıyor.
Artık üç vakte kadar toprak ısınacak ve bitkiye su yürüyecektir.
Üç vakte kadar kuşlar yeniden göç hazırlıklarına başlayacaklar; üç vakte kadar karıncalar rahat nefes alacaklar ve doğa üç vakte kadar yeniden doğacaktır.
İşte, bir anlamda 25 Aralık bize bu yeniden doğuşun müjdesini iletir.
Çoğumuz 21 Aralık gününü gün dönümü olarak biliriz.
Doğru, en kısa gün 21 Aralıktır. Ama güneş o pozisyonu üç gün daha korur ve 25 Aralık gününden itibaren artık kuzeye doğru, yukarılara yönelmeye başlar yeniden.
Aydınlığa – ışığa – hayata kavuşan doğanın bayramıdır 25 Aralık.
Dolayısıyla o gün ışığın/güneşin/gök babanın çocuklarının (Adonis, Horus, Attis, Dionisos, Mitra, İsa…) doğum günüdür.
“Vay canına, o iki sözcükten buralara nasıl geldik?” diyecekseniz, demeyin, daha nerelere gideceğiz, nerelere?
Ee, ne demiş atalar, “tünele giren terler”.
abanoz çerçeve
O cümledeki bir diğer önemli ayrıntı da pencerenin çerçevesinde saklıdır.
Türkçe çevirilerde bu bölümde sadece “pencerenin önü” denip geçilir. Oysa farklı dillerdeki metinlerde sürekli sözü edilen bir “siyah abanoz çerçeve” var.
Örneğin:
1882, Lucy Crane (Londra) çevirisinde “… abanoz kadar siyah saçları olan kraliçenin nakış işlediği bezin çerçevesi (kanaviçe kasnağı diyelim mi?) siyah bir abonoz ağacındandı…”.
1907, Peter Newell çevirisi (New York) “…abanoz kadar siyah saçlı kraliçe abanoz çerçeveli bir pencerenin önünde oturmuştu…”
1909, Edgar Lucas, (Londra), “abanoz kadar siyah saçlı bir kraliçe, siyah abanoz çerçeveli bir pencerenin önünde nakış işliyordu…”
1952, Walt Disney (metin yazarı Jane Werner) “…kraliçenin saçları abanoz kadar siyahdı…)
Grimm Kardeşlerden doğrudan Almanca yapılan baskılarda ise, “…kraliçe abanoz ağacından siyah bir çerçevesi olan pencerenin kenarında oturmuştu …” denmiş.
Neden küçük bir pencere çerçevesi için bu kadar detay?
Neden, İngilizce ve Almanca kopyelerin çoğunda bu abanoz renk önemle vurgulanmış?
İlginç! Ama önemli!
Biraz sonra abanoz yine karşımıza çıkacak. Bu arada merak edenler için söyleyelim, abanoz ağacının rengi siyah ama farklı kahve tonlarında abanozlar da var.
Bir bilgiye göre, piyanoların siyah tuşları da abanozdan yapılıyor.
üç
Kendi derdimize düştük, kraliçeyi pencere önünde unuttuk iyi mi?
Bakalım kraliçemiz ne hallerde.
Kraliçemiz nakışını işlerken iğne eline batmış ve üç damla kan parmağından kar üzerine damlamış. “Ah keşke” demiş kraliçe, “benim de kar kadar beyaz tenli, kan gibi kırmızı (rose – gül rengi) dudaklı ve abanoz gibi siyah saçları olan bir kızım olsa”
Şimdi, tüm çevirilerde ve orijinal metinde kraliçe kızının saçlarının abanoz gibi siyah olmasını istiyor, ama Türkçe çevirilerde (bir bölümünde) siyah yerine sarı saçlı bir kız evlat istemiş kraliçe.
Neden?
Herhalde bizimkiler çevirirlerken masaldaki renk sembolizmasına önem vermeden, “o ki ülkemizde yüzbinlerce esmer kadın sarışın olmak için berber koltuklarında ömür tüketiyorlar, var bu işte bir keramet, prenses de sarışın olsun” diye düşünmüş olmalılar.
Bu da derinliği olan bir düşünce tabii.
Ayrıca, Türkçe çevirilerin çoğunda kan damlaları yerdeki kar’a değil, kraliçenin işlediği kanaviçenin üzerine düşüyor, ki ilk bakışta mantıklı.
Öyle ya, koskoca kraliçe, kar altında mı nakış işler?
Şatoyu bırakıp neden dışarı çıkmış?
Yoksa camlar açık, oda kar mı dolmuş..?
Üstelemeyelim, belli ki kraliçeyi üşütme pahasına masalda bir renk sembolizması var.
Hem, kan damlalarının kızıllığını doğada en güzel gösterecek fon, kar beyazı değil mi?
Haydi başlayalım yorumlarımıza.
Neden kan üç damla düşer?
Üç önemli bir sayı, nasıl önemli olmasın?
Herşeyden önce bir ile iki’nin toplamı.
O zaman, önce bir ve iki ile tanışalım.
Sayı sembolizmasında bir, ilk olanı, başlangıcı temsil ediyor.
Bir, göğe dair olandır, erildir, dairedir, beyazdır, ışıktır, aktiftir, pergeldir…
İki, toprak ana’dır, dolayısıyla dişidir, yere dairdir, karedir, siyahtır, pasiftir, gönyedir…
(iki aynı zamanda düalitedir de)
Mükemmel bir ve mükemmel iki’nin kutsal birleşmesinden (hierogamos) mükemmel üç çıkar ki o herşeyi kapsar.
O bir üçgendir, yer ve gök’ün mükemmel ürünü, mükemmel insandır.
Mükemmel insan Işığın Oğlu’dur, Cheun-jen, Adam Kadmon, İnsan-ı Kamil’dir.
Masalımızda üç numara, kral ve kraliçenin kutsal ürünleri, kar beyazı saflıktaki pamuk prensestir.
(daha doğrusu masal, üç numara olacak olanın serüvenini anlatır)
Eh, kraliçemiz de prensesi doğurmaya kış ortasında niyetlendiğine göre, üç numara yolda demektir.
Üç üzerine bir kaç kelime daha söyleyecek olursak, pek çok kadim uygarlıkda üçlü tanrı kültü yerleşmiştir.
İlk akla gelenlerden biri, Baba-Oğul-Kutsal Ruh’dur.
Eski Mısır’ın kutsal baba-ana-oğul’u: İsis – Osiris – Horus.
MÖ 3. binin başlarında, Sümer tanrıları Anu, Enlil ve Ea göğe, havaya ve yere karşılık geliyorlardı.
Keza eski Babil’de de Sin (ay), Şamaş (güneş) ve İştar (Venüs) üçlemesi vardı.
İranlılarda Mitra (güneş), Mah (ay), Zam (toprak) ve Atar (ateş), Apam Napat (su), Vahyu (rüzgar) üçlemeleri.
Bektaşilerdeki, Allah, Muhammed, Ali.
Bu böyle sürer gider.
Bir diğer önemli üçlü de, üç tanrıça-üç melek-üç kız olarak karşımıza çıkar ki şu an için bizi ilgilendiren de bu dur. Eski Yunan’da Hera, Athena, Aphrodite; Hindistan’da Sarawati, Lakshmi, Durga ya da Parvati, Durga ve Kali gibi…
Arap yarımadasında da, Müslümanlık öncesi inanışta ay tapınımı son derece yaygındı. Kabe’nin üst katında özel mekanlarında üç tanrıça (melekler) duruyordu. Bunların adları: El Lat, El Menat, El Uzza idi.
Tanrıça (veya melek) El-Lat’ın farklı dillerde Il-lah, İlah, Allah hallerine dönüştüğü biliniyor.
Hepsinden daha eski, Çatalhöyük’de rastlanıyor üç tanrıça sembolüne. Bu konuda Burhan oğuz’a kulak verelim: “Çatal Höyük’te uluhiyetin esas mümessili tanrıça olup üç şekilde gösterilirdi: genç kadın, bir çocuk ya da bir boğa doğuran anne ve, bazen bir alıcı kuşla birlikte yaşlı kadın”[1]
Derler ki, “üç tanrıça veya üç kadın sembolizması, kadın yumurtasının ay’ın üç haliyle benzer evreler geçirdiği varsayımı üzerine oluştu”.
Şimdi yumurtanın böyle evreleri olmadığı biliniyor.
Şükür mü?
Değil!
Meleklerimizden de olduk.
Üç tanrıça çoğu kez insanın döngüsel kaderini temsil edermiş (doğum-yaşam-ölüm-ölümün ötesi/yeniden doğum).
Ayın üç hali(hilal, yarım ay ve tam ay) genç kız, anne ve yaşlı kadını sembolize ediyor.
Eski pagan inancında (yenisi var mı ki?) üç tanrıça için kullanılan renklerin farklı anlamları var: Beyaz genç kız, kırmızı anne, siyah da yaşlı kadın.
Sevgili Şuayip Yeltan’dan bir yorum ekleyelim: “Kadının üç evresi Artemis’de çok belirginleşir, çünkü Artemis (Çatalhöyük mabedinde doğuda yer alan üç öküz/ya da inek başının üst üste gelmesinde ya da Hekate’de olduğu gibi…) üç kapılı kaleyi/üç kuleyi anımsatan tacı üst üste takar….Eteği de üç parçalıdır. Etek meselesi Anadolu Türkmenleri’nde ve Çepniler’de aynı kutsal çerçevede hala varlığını sürdürür… Hatta enteresandır halı ve kilimde kullanılan renkler biçimler neredeyse Çatalhöyük’teki renklerin ve biçimlerin aynısıdır”.
Eh artık bunca sözün ardından renklere giriverelim.
beyaz – kırmızı – siyah
Beyaz, kırmızı ve siyah, Avrupa’da orta çağa kadar üç temel renk olarak kabul edilmiş.
Genel olarak beyaz saflığın, masumiyetin, temizliğin rengidir. Kırmızı daha çok hayatı ve arzuları temsil eder. Siyah ise ölümü.
Pamuk Prensesin de küçüklüğü beyaz dönemse, genç kızlığa adım atışı kırmızı döneme geçişdir, ki pek çok çizimde Pamuk Prenses’e yedi yaşından sonra kırmızı giysiler giydirilmiştir.
Pek çok inisiyetik gelenekde tekris olacak aday beyazlara bürünür (en bildik örnek Kabe’yi tavafa giden hacı adaylarının giydikleri ehramlardır).
Duruidlerde olduğu gibi, bazı inanç gruplarında din adamları da masumiyetlerini ve arınmışlıklarını simgelemek için beyaz giyerler.
Zamanında Roma’da kamu görevine talip olan ve mükemmel karakterde olduğunu savunan aday bir tür beyaz ehrama büründürülürmüş.
Bu adaya da candidate denirmiş.
Peki, Latin dillerindeki aday=candidate sözcüğünün kökeni nedir?
Latince candidatus beyaz giyinmiş demek.
Yine Roma’da jüri üyeleri karar verirken bir kaba ‘masum’ anlamında beyaz taş, suçlu anlamında da siyah taş atarlarmış.
Beyaz, saflık ve arınmışlığa bağlı olarak, elbette bilgeliği ve yüceliği de temsil ediyor.
Üzerinde daha fazla oynayıp lekelemeden, beyazı geçelim artık.
Ya kırmızı?
Kırmızı denildiğinde belki de ilk akla gelen ateş olur.
Ateş ise arınma ve yeniden doğuşu sembolize eder.
Eski Mısır’da yeniden doğuşun sembolü kırmızı.
Alev ve yeniden doğuş deyip, efsanevi kuş phoniks’i anmamak olmaz. Phoniks
(Mısır’da bennu, Asya’da garuda)alevlerinde yanan ve küllerinden yeniden doğan bir sembolik varlıktır.
Dikkatli gözlerin Anadolu yollarında turlayan kamyonların arkasında görebileceği garuda sembolleri de bu coğrafyanın phoniksleridir. Türklerin Asya’da Budistlerin etkisiyle garuda efsanesini ve sembolünü benimsedikleri düşünülür. Bizim kamyon şöförünün ne düşündüğünü bilmiyoruz elbet, ama bu halleriyle kamyonun sadece yük taşımadığı da kesin.
İlk insan Adem/Adam da İbrani dilinde kırmızı (aynı zamanda kan ve toprak da) anlamına geliyor.
Bu ilişkiyi yorumlamak yazının konusu değil ne yazık ki.
Bizi asıl ilgilendiren, kadınlarda gençliğin ateşi, heyecan ve cazibesinin de kırmızı ile temsil ediliyor olması.
Geldik siyaha.
Tamam, hep birlikte siyah ölümdür, matemdir diyoruz.
Kimilerine göre siyah gücün de sembolü olmuş ama bizim için yaşlılık ve ölüm daha geçerli bu sayfalarda.
Bir zamanlar çok merak etmiştim “neden Akdeniz’e sadece biz Akdeniz diyoruz da, dünyanın geri kalanı Mediterra diyor?” diye.
Var mı açıklaması?
Bence var.
Eskiden Türkler dört temel yönü dört temel renkle tanımlarlarmış.
Hatta atlarını da buna göre bağlarlarmış.
Kuzey – Kara
Güney – Kızıl
Doğu – Gök (Mavi)
Batı – Ak (Beyaz)
Merkez ise Sarı.
Ne muhteşem!
Karadeniz, Sarıdeniz, Kızıldeniz, Akdeniz, Karadağ, Karagöl …
Kabul etmek lazım ki, masalımız ilginç başlıyor.
Böyle giderse de bitmeyecek!
Kral ve Kraliçe’yi gök ve yer olarak kabul edebilir miyiz?
Yani bir ve iki numaralar?
Kraliçe dişidir, yerdir, iki numaradır, pasiftir, karedir, siyah (abanoz)renktir.
Kraliçe’nin bir numaradan olacak kutsal ürünü, yani üç numara bir üçgendir. Kare + Üçgen (4+3=7) bizi yediye götürür ki, ilerde geleceğiz yedi sayısına.
Üç numara aynı zamanda beyazdır, çünkü saftır, temizdir.
Üç numara aynı zamanda siyahtır (abanoz renkli), ölümü ve kederi tadacaktır.
Üç numara aynı zamanda kırmızıdır, çünkü bir kaç sayfa sonra genç kız olacaktır ve ölüp yeniden doğacaktır.
Evet, üç numara pamuk prenses olarak geliyor sahneye.
anne ölür
Bir süre sonra Kraliçenin kar gibi beyaz, kan gibi kırmızı ve abanoz rengi saçları olan bir kızı olmuş, kızın adını da ‘Küçük Kar Beyazı’ koymuşlar (biz Pamuk Prenses demişiz).
Kraliçe ise kızının doğumunun hemen ardından ölmüş.
Hay allah! Neden ki?
Ölmek zorunda mıydı?
Altı üstü bu bir masal, okuyanı üzmek zorunda mıyız?
Ne yazık ki öyle!
Kraliçemiz, kötüye sahnede yer açmak ve iyiyle kötünün çarpışmasını insanlara göstermek için ölüyor biraz da.
Sindrella ve Hansel – Gratel’de de öyle değil mi?
Başka şansımız var mıydı?
Öz anne kötü karakter kılığına girebilirdi. Nitekim Grimm kardeşlerden önce, yani masal daha sözlü kültürün bir ürünü iken Pamuk Prenses’in annesi ölmez, Kral da kötü kalpli olan başka biriyle evlenmez. Yani, kıskançlık gösterilerini sergileyen ve Pamuk Prenses’in başına o bildik belaları açan öz annesidir. Grimm kardeşler ilk yazdıklarında bu haliyle korurlar masalı. Daha sonra (1819 yılında) öz anneyi masumlaştırarak, kötü karakter rolünü üvey anneye vermeyi tercih ederler.
Aman, iyi de etmişler.
İlerleyelim.
Kraliçenin ölümünün üzerinden bir yıl geçince Kral yeniden evlenir.
ayna ayna
Kral’ın yeni eşi çok güzeldir ama bir o kadar da kibirlidir, üstelik hiç bir kimsenin kendisinden daha güzel olabileceğini kabul edemez. Bu nedenle de sık sık aynasının karşısına geçip sorar:
Ayna ayna söyle bana; var mı benden güzeli bu dünyada?
Ayna hep hep aynı cevabı verir: “Yok kraliçem, siz dünyanın en güzel insanısınız”
Bu arada Pamuk Prenses büyümüş ve yedi yaşına gelmiş. O kadar güzelmiş ki, Kraliçe’nin güzelliği yanında bir hiç kalmış.
Bir gün Kraliçe yine aynı soruyu sormuş aynaya, aynanın cevabı bu kez farklı olmuş: “Evet var senden güzeli Kraliçem, Pamuk Prenses senden daha güzel bu dünyada” demiş.
Masalın eski hallerinde ayna yerine bir minik su birikintisi kullanılıyormuş.
Evet, doğru tahmin ettiniz, Yunan mitolojisindeki Narsis akla geliyor değil mi?
Narsis ve onu esir eden kibiri.
Ayna tuzaklarla dolu bir sembol.
Bakmayı bilene, kendiyle kavuşma, kendini bulma, sırra erme, erginleşme fırsatı sunan muhteşem bir araç.
Bakmayı bilmeyen için de, kibiri azdırıp, egoyu şişiren, tehlikeli bir şey ayna.
“Antik dönemde ayna kahinlerin ve büyücülerin aletleri arasında yer almış. Aynanın en büyük ve önemli günahı mucizeler üretmek ve bir yaratma hayali oluşturmaktır” diyor Sabine Melchor-Bonnet, Aynanın Tarihi adlı kitabında. Melchor’a göre ayna “…yansımanın oluşturduğu neredeyse mükemmel benzerlik onu gerçek yerine bir taklidi, olan bir şey yerine hiçliği temsil eden boş resmin taklidiyle aynı mahkumiyet karşısında bırakır. Lucifer benzerlik bağlamında en ünlü iki yüzlüdür ve imgesine hayran olan insanı, modelini gözden kaçırmaya iter[2].”
“Kötülük yapmak amacıyla elinde tuttuğu çok kuşkulu bazı şeyler eşyaları arasında bulundu ve bunların kendisine ait olduğunu söyledi: İki göbek bağı, aybaşı kanıyla lekelenmiş çamaşırlar, kokulu tütsüler, keten kumaşa sarılmış bir ayna ve küçük bir çakı, bir kağıda yazılı formüller…”
1321 yılında sapkınlık ve zina suçuyla tutuklanan ve büyücülükle suçlanan Beatrice de Planissoles’un davası böyle başlamış. Şeytanın aleti olan aynaya sahip olmak kendisine yöneltilen suçlamalarda ağır basmış; genç kadın yargılanıp, ömür boyu hapis cevası almış… [3]
Papa XXII. Johannes 1326 yılında yayınladığı bir fermanla “cehennem anlaşma yapanları, şeytanlara kurban adayanları, onlara tapanları ve şeytanlara ulaşabilmek için bir resim, küçük bir halka, bir ayna ya da buna benzer bir şey üretenleri” afaroz etmiş[4].
Aynayla şeytana ulaşmak mı?
İnsan aynaya baka baka şeytana ulaşır mı?
Ulaşır.
Ama biz aynaya baka baka insanın kendine ulaşacağını sanmıştık?
Şeytan da nereden çıktı şimdi?
İşte, böyle tehlikeli bir şey ayna.
Ona bakan şeytana da ulaşır, Tanrıya da.
Bir de Tanrı çıktı?
Yoksa, üvey anne bir şeytan mı?
Peki, şeytan kim?
En basit tanımıyla şeytan, kötülüğün kişiselleştirilmesi olarak kabul edilir.
Bir özelliği kılıktan kılığa girip, insanları kandırmasıdır.
Hıristiyan düşüncesine göre şeytan, “en sonunda, kesin yenilgiye uğrayıncaya kadar, Tanrıyla karşı sürekli bir savaş içinde olacaktır.[5]”
Ne zaman yenilgiye uğruyor bu arkadaş?
Dünyanın sonu geldiğinde.
O kadar bekleyecek miyiz?
Ama düalite bu!
Siyah olmadığı sürece beyaz tek başına bir anlam taşımıyor.
Dişi olmadan erkek, kötü olmadan iyi…
Şu dünyanın enerjisi düaliteden mi üretiliyor?
Ya bizim?
O halde üvey anne, aynaya baktıkça besleyip büyüttüğümüz içimizdeki kibiri, kötülüğü, şeytanı mı simgeliyor?
‘Ben’ i sürekli kandırmaya çalışan, ‘yol’ dan çıkartmak için binbir dalavere keşfeden, en cazip kılıklarda, en cazip hediyelerle ‘kapıyı’ çalan üvey anne içimizdeki şeytan/lucifer olmasın?
Yoksa biz o muyuz?
Ya da biz hem o, hem o muyuz?
İşin özü de burada galiba, ne dersiniz?
İşte geldik Lucifer’e.
Lucifer şeytan’ın (Satan, Arapça Şitan’dan) Latin adlarından biri.
Lucifer kim peki?
Lucifer’i dilim dilim kesersek, bakın ne çıkıyor ortaya?
Latincede Luc=lux=lucis=ışık.
Anadolu’da bir zamanlar (Hitit ardılı) kullanılan Luwi dilinde de Lu-luw-alluwa=ışık
Yine Latincede ferre = inferre =alıp içeri taşımak, getirmek.
Lucifer=içeri ışık taşıyan.
Sabah yıldızı kim?
Venüs, İştar, İnanna, Star, Çoban Yıldızı, Çolpan, Afrodit, Zühre, Seher Yıldızı…?
Hepsi Lucifer.
Aa! Bütün bu Tanrıçalar şeytan mı?
Değil tabii.
Doğru, hepsi çevrelerine ışık saçan çok güzel kadınlar, tanrıçalar.
Mesela Babil’in İştar’ı (star’ı yani) “kötülük ruhuyla özdeşleştirilmiş olmaktan uzaktır, kuşkusuz baştan çıkartıcı bir tanrıçadır, çılgın ve kimi zaman acımasızdır. Ancak kötülüğü temsil etmez[6]”
Lucifer’e karşı önyargılardan arınarak ilerlemekde fayda var.
Ne Sümer’de, ne Babil’de, ne de Hint Veda inancında şeytanın “kesin kötü” bir rolü yok.
Özellikle Hindistan, İran rotasını izleyerek gelen Veda’cılıktan epeyce nasiplenen Yahudi teolojisi, Lucifer’i bir başmelek olarak transfer etmiş. “Eski Ahit’te Tanrı hem iyilik, hem kötülüktür. Şeytan onun hizmetkarından başka biri değildir. Yeni Ahit’te bu kadar güçlü olarak görülen çatışma Eski Ahitte asla görülmez. Yeni Ahit’te şeytan daima Tanrı’nın düşmanıdır… Eski Ahit’e göre şeytan kötülük müdür? Hayır, Tanrı iradesinin gerektirdiği ıstıraptır o[7]”.
“Hıristiyanlığın ilk dörtyüzyılı boyunca şeytanın varlığı bilinse de, kim olduğu bilinmiyordu[8]”
Konsiller bu eksikliği gidermeyi görev bilirler ve başlarlar çalışmaya. Her bir konsülde bir zamanların melek Lucifer’i biraz daha şeytanlaşır.
12. Piskoposlar meclisinde (1215) çıkan birinci yasa maddesi şudur: “şeytan ve cinler de Tanrı tarafından yaratılmıştır; ancak yaratılışları sırasında kötü değillerdi; kendi hataları yüzünden kötü olmuşlardır ve o zamanda bu yana insanları kışkırtmakla meşguldürler[9]”.
“Kışkırtma” buradaki anahtar sözcüktür.
Kışkırtıcı da çoğunlukla şehvet ve cazibesiyle kadındır.
Sonra da bir büyük cadı avı başlar.
Din adamlarının, cazibenin baştan çıkartıcılığına karşı aldıkları tavır, bizim kırk yıllık Lucy’i (veya Lucie) ne hallere düşürdü, gördünüz mü?
Sevgili Burak Eldem’in bu noktadaki Lucifer katkısı atlanır cinsten değil: “Farsça’daki (ve bugünkü Türkçe’deki) “lacivert” de Lucifer’den geliyor. Bağlantı noktası, Lapis Lazuli, yani lacivert taşı. Bu taş hep İnanna/İştar/Astarte’ye ait bir kutsal sembol olarak görülmüş ve onunla ilişkilendirilmiş. Bu tanrıçanın göksel ifadesi de Venüs zaten, malum. Burada Venüs’ün Sabah Yıldızı fazına geçtiği dönemde “Işığı Getiren” (Luci-fer) nitelemesine layık görülmesi durumu söz konusu tabii; güneş doğmadan hemen önce doğu ufkunda, siyahtan laciverte dönmeye başlayan gökyüzünde Venüs ışıldamaya başlıyor. Hemen ardından güneş doğduğu için Venüs, onun habercisi, işaretçisi, “ışığı getiren” olarak algılanmış. Diğer yandan lapis lazuli, yani lacivert taşı da, koyu mavi zemin üzerinde ışıltılara sahip bir taş; tıpkı Venüs’ün gökyüzünde belirdiği andaki gökyüzü gibi.”
Nerelere geldik, nerelere?
Oysa biz sakin sakin ayna üzerine laflıyorduk.
Her şey, Avrupalının ağzından çıkan şu cümle ile başladı: “Kibirli ve şehvetli kadının günahları bu günahlarla birlikte hoppalık, tembellik, kıskançlık, açgözlülük, yalan da getirir ve bunların tümü sıkı sıkıya ayna olgusuna bağlıdır”
Aynanın biraz üzerine gittik, biraz da haksızlık mı ettik acaba?
Yok, yok! Hakkını yemeyelim o, olgunlukla ve bilinçle bakılabildiğinde bambaşka işlevleri olan, muhteşem bir araçtır.
Doğru dürüst bakarsak bizi tanrıya ulaştırır.
Elinize bir cam alırsınız, bakınca karşınızda bir alem vardır.
Camın ardına biraz sır sürüp, yine bakınca bu defa aynada başka bir alem vardır.
O alemi görmek için sırra ermek gerekir.
Buradan hareketle, sırra ulaşan kişi kendine ulaşmış, vicdanıyla baş başa kalmış ve nihayetinde kendini bulmuş, bilmiş kişidir.
Kendini bilen kişi Kamil İnsan’dır.
Kamil İnsan, üç numara’dır.
Yani Işığın Oğlu’dur.
İyi ama hani ayna bizi tanrıya ulaştırıyordu, nerede Tanrı?
Bu tezcanlıkla aynada olsa olsa meraklı gözler, çatık kaşlar gürürsünüz.
Sabır.
Nerede kalmıştık?
7
Ah, evet, Pamuk Prenses yedi yaşına gelmişti ki, ayna o münasebetsiz sözleri söyledi.
İyi ama neden yedi yaş ve neden ayna bu yaşa kadar bekledi?
İşte yedi yine karşımızda.
(bizim çevirilerde Pamuk Prenses yedi yaşına gelince aynanın bu cevabı verdiği belirtilmiyor)
Yedi yaşını çocukluktan genç kızlığa geçiş için bir dönüm noktası saymışlar. Doğru mu? Gerçek hayatta değil tabii!
Ama biz masalın içindeyiz, gerçek hayattan kime ne!
Belli ki prensesimiz bir derece yükselmiştir artık. Beyaz renk yerine, derecenin rengi kırmızı olmuş baksanıza!
Gelenek tünelinde ortak anlam taşıyan ender sayılardan biri olsa gerek 7.
Tüm söylenenler bir yana, yedi gezegenden ötürü semavi bir kökeni var yedi’nin. Ya da, pleiades (ülker-yedi kız kardeş) yıldız kümesindeki gözle sayılabilen yıldızların sayısı yedi sayısını kutsallaştırır.
Sonuç olarak kozmolojik bir kökeni var, tıpkı 40′ın Venüsle ilişkisi olduğu gibi.
Her bir yıldız bir göksel tabakayı ifade edebiliyor, gökyüzü yedi tabaka ise, ezoterik gelenekte de her bir tabaka yeni bir şuur, bilinç aşaması.
Hayat ağaçlarının yedi katlı oluşu, Babil Zigurat’ının yedi katlı oluşu, arınma ve yükselme törenlerindeki yedili dönüşlerin anlamları hep aynı.
Kadoş merdiveni çiftlidir ve 7 basamakla çıkılıp, 7 basamakla inilir. Brahman misterlerinin de yedi farklı dünyayı anlatan, yedi basamaklı merdivenleri var. Keza Yakup’un merdiveni de yedi basamaklıdır.
Kadim Mitra gizemciliğinde, mükemmeli arayan ruhun yolculuğunda sembolik olarak tırmanılacak yedi basamaklı bir merdiven vardır. Bu basamakların her biri, inisiye olan adayın aşması gereken bir kapıyı temsil ediyordu. Kapıların ardında karanlık ve dönemeçli mağaralardan oluşan geçitler vardı. Mükemmelliğe (insan-ı kamil) ulaşacak aday her bir mağaradan geçerek, bir dünya aşmış olur. Birinci kapıdan itibaren, aşılan her bir dünya, gezegenler ve madenlerle de ilişkisi kurularak şöyle tanımlanabilir.
7. Altın Güneş Hakikat
6. Gümüş Ay Kutsanmışlar Evi
5. Demir Mars Doğumlar Dünyası
4. Kalay Jüpiter Orta Dünya
3. Bakır Venüs Cennet
2. Cıva Merkür Varoluş öncesi dünya
1. Kurşun Satürn Birinci Dünya
Eski Ahit’de Süleyman’ın tapınağı 7 yılda tamamlanır ve yedi basamakla çıkılır.
Başka, başka?
Kabe’yi hacılar yedi kere tavaf ederler.
Eski Ahit’de Tanrı dünyayı altı günde yaratır, yedinci gün dinlenir.
Buradan hareketle, yedinci gün Tanrı’nın yaratısıyla bütünleşmesi olarak algılanabilir mi?
Öyle yorumlarsak, altı köşeli Süleyman’ın mühürü (hekzagram) merkeziyle birlikte yediyi temsil eder.
Merkezde ne var?
Kimi zaman bir nokta, kimi zaman güneş, kimi zaman da bir horoz.
Horoz kim?
Horus
Yani üç numara.
Yedi heryerde karşınıza çıkar.
Alın işte, İstanbul yedi tepeliymiş.
Aslında Roma yedi tepeliymiş.
İkisi de yedi tepeli değil[10].
Buradaki yedi tepe sembolik kuşkusuz.
Merkez ve çevresindeki yedi gezegen olarak kurgulanmış kentin yapısı.
Bir tür kent kozmolojisi var yani.
Eskiden Roma’da devlet yönetiminde kilit rol oynayan 7 insanın oluşturduğu gruba septemviratus derlermiş. Almanya’da ve Türkiye’de bugün hala bir dernek kurmak için yasa gereği en az yedi kişiye ihtiyaç duyulur.
Ama tüm anlamlarının ötesinde, yedi sayısının en temel özelliği üçgen ve karenin toplamını oluşturmasıdır. Yani, mükemmel ürün, üç numaranın sembolü olan üçgen ile, yer’in sembolü olan dörtgenin toplamı (3+4=7).
Kız ve 7 denildiğinde, Çin geleneğinde ilginç bir bilgiyle karşılaşıyoruz. 7 aylıkken kız çocuklarının süt dişleri çıkar ve 7 yaşındayken süt dişleri dökülür; 2X7 yaşında ergenliğe ulaştığı yin yolu açılır; 7X7 yaşında menapoz başlar.
Sözün kısası şu ki Prensesimiz yedi yıl sonra bir aşama yükselmiştir. Artık o genç kız olmuş ve iyi-kötü savaşı sahnesinde yer almaya hazırdır.
Tıpkı Set ile savaşa hazırlanan Horus gibi.
tavus kuşu ve orman
Kötü kalpli kraliçe bunu duyunca çok kızar ve sarayın avcısını çağırıp “Prensesi al ormana götür, onu orada öldür ve karaciğerini, akciğerini söküp, ölmüş olduğunun bir işareti olarak bana getir” der.
Walt Disney’in filminde kraliçe avcıya emri verirken tahtında oturur ve tahtın arkasını kuyruğunu açmış bir tavus kuşu süsler.
Bu detay masalda yer almaz.
Ama ne detay!
Sabine Melchior şöyle diyor, “Ortaçağ’ın sonunda ve Rönesans’ta kendini sevme güzel bir kadın görüntüsüne bürünür; sürekli kendisini seyreden bu kadının ayaklarının dibinde, tüylerinde kibir yansımaları, sayısız gözün bulunduğu bir tavus kuşu vardır…”.
O çağlarda tavuskuşuna farklı kıtalarda farklı gözle bakılır. Avrupa iyi gözle bakmayanlar coğrafyasındadır. Örneğin tavus tüyünün bir evde bulunması o eve kötü şans, uğursuzluk getireceği anlamına gelirmiş. Açıklama olarak da, tavus kuşunun kuyruğundaki gözlerin dişi şeytanın bakışlarını yansıttığı söylenirmiş.
Bu arada Kral Süleyman yüzlerce tavus kuşunu yaptırdığı ünlü mabedine getirtir ve serbestçe mabedin içinde dolaşmalarını sağlar[11].
Kibirle ortalıkda dolaşan tavusların, Süleyman’ın sarayının bitmesiyle coşan kibri arasında bir ilişki olabilir mi?
Kim bilir?
Tavus kuşunun tüyleri yeşil ve lacivert hakim renklerle donanmıştır.
Yani lapiz lazuli.
Biz dönelim masalımıza.
Erken dönem çevirilerde ciğerler tercih edilmişken, ilerleyen dönemlerde kalp ciğerin yerini almış.
Ciğer de nerden çıktı şimdi?
Unuttunuz tabi konuyu, tavus tüyüne dalınca.
Avcı, Prensesin ciğerini çıkartacaktı ya? Daha oradayız, Allah selamet versin, Grimm biraderlerin kemikleri sızlıyordur.
Türkçe çevirilerde kanlı gömleğini istemiş Kraliçe. Başka bazı çevirilerde ise “götür onu uzaklara bırak, dönmesin buraya” demişliği var.
Eski dönemlerde akciğer nefes almayı, yani hayatı sembolize ettiği için; karaciğer de aşk ve erotik arzuları sembolize ettiği için masala yerleştirilmişler. Ama burada şimdi sakatat sembolizmasına da bulaşmayalım, yazı hiç bitmeyecek.
Avcı Prensesi alıp ormana gider, ancak onu öldürmeye kıyamaz ve “kaç prenses, uzaklara git ve geri dönme” der (kimi çevirilerde Prenses avcıdan bunu diler). Sonra da yolda gördüğü bir domuzu öldürüp ciğerlerini Kraliçeye götürür.
Pamuk Prenses balta girmemiş ormanın karanlıklarında tek başına kalır ve koşarak kaçmaya başlar. Koşar, koşar koşar…
Güzel!
Haydi bakalım iş başına!
Yoğun ve karanlık ormanda, tek başına koşan Pamuk Prenses ilk yolculuğunu yapar.
Eh, elbette şimdi bir orman yorumunu yapacağız.
Bir rivayete göre, erken Akdeniz uygarlıklarında orman katliamlarının (haydi biz buna orman kesimi diyelim) bir nedeni de o zamanki insanların gökyüzünü, gökyüzündeki tanrılarını ve tanrılarına dair ilahi işaretleri daha iyi görmek istemeleriymiş[12].
Ne kadar anlaşılabilir bir şey.
Eski Yunan, oradan Roma ve derken Rönesans boyunca orman hem spiritüel, hem de entellektüel açıdan bir “gölge” olarak görülmüş.
Dolayısıyla da ormanın kesilmesi aydınlanma.
Nerede Prenses?
Ormanda. Gölgelerin içinde. Karanlıkta.
Yani Prenses’in gözleri kapatıldı.
Karanlık orman, Prensesi harici dünyadan ayırıp, batıni dünyaya geçişindeki bir ara aşama.
Bir tefekkür odası.
kulübe
…birden bire karşısına bir minik kulübe çıkar.
Kulübenin de kapısı açıktır.
Prenses, biraz olsun dinlenebilmek için içeri girer.
Dikkat!
Ormandan çıkan prensesin karşısına “minik bir kulübe” çıkıyor.
Eh minik kulübenin de minik kapısı olmalı.
Nasıl girecek Prenses bu kapıdan?
Eğilerek tabii!
Yani, tekrisde eğilerek mabede giren neofit.
Yani, minik kulübe mabed.
Yani rahim.
Disney filminde kulübenin kapısının iç tarafında iki tane ahşap sütun yerleştirmiş.
Prenses sütunlar arasından giriyor odaya.
Sütunların üstlerine de, sütun başlığı yerine birer baykuş kondurmuş.
Sadece orada mı?
Evin içinde, pek çok yerde, ince ince işlenmiş baykuş motifleri var.
Filmi durdurarak, bir kaç kez izleyenlerin görebileceği detaylarda.
Sandalye, merdiven basamaklarının kenarları, tavan kirişlerinin uçları…
Neden cücelerin evinde her yeri baykuşlarla donatmış Disney?
Yunan mitolojisinde savaşın, bilimin ve bilgeliğin tanrıçası Athena’nın kutsal hayvanı baykuş (zaten kukumav’ın Latincesi de Athene noctua’dır).
Yine karşımıza tanrıçalar çıktı.
Bir de, baykuşun en büyük özelliği karanlıkta görebilen gözleri.
Prenses nerede?
Henüz mabedin karanlığında.
Hatta, annesinin karnında.
Yeni bir dünyaya doğmak için hazırlanıyor.
Bu karanlıkta “herşeyi görebilen”, bilge gözlerin desteğine ihtiyaç olabilir mi?
Kimin olmaz?
cüceler
Ortada beyaz örtüsü olan bir masa, masanın üzerinde de 7 minik tabak, 7 kaşık, 7 çatal, 7 bıçak vardır. Bir tarafta da yan yana dizilmiş 7 minik yatak.
Prenses bir şeyler yedikten sonra, yataklardan birine uzanır ve uyuya kalır.
Gece olunca kulübenin gerçek sahibi 7 minik madenci cüce, dağdaki maden ocağından evlerine dönerler. Bir de bakarlar ki evdeki eşyalarının yerleri değişmiş!
Sonra Pamuk Prenses’i uyurken bulurlar. “Bu ne güzel bir kız böyle!”. Prensesi uyandırmaya kıyamadıkarı için, o halde bırakırlar ve kendileri de onunla birlikte uykuya dalarlar.
Sabah olup Prenses uyanınca, çevresindeki 7 cüceyi görür ve korkar.
Fakat evsahipleri ona dostça yaklaşırlar ve önce ismini sorarlar.
Sonra da, evlerine nasıl geldiğini….
İşler kızışıyor.
Bu cüceler nereden çıktı?
Cüceler aslında gnom (gnome).
Onlar da kim?
Gnomlar, eskilerde (14. Ve 15. YY) simyacıların yarattıkları, efsanevi küçük, toprağa yakın varlıklar (pigme). Daha sonra fantastik kurgu edebiyatının kahramanları haline geldiler.
Gnomus adının ilk olarak İsviçreli simyacı-gizemci-fizikçi-botanist-astrolog Paracelsus (1493-1541) tarafından kullanıldığı sanılıyor.
Paracelsus Hermetik gelenekle beslenmiş biri. Yeni Platoncu ve Pisagorcu görüşlerden ziyadesiyle etkilenmiş.
Gnomlar daha çok madenlerde çalışıyorlar, değerli taşlar çıkartıyorlar, işliyorlar ve koruyorlar. Gizli hazinelerin bekçileri bir anlamda.
Cüceler, silvestresler, satirler, panlar, dryadlar, hamadriyadlar, durdaliler, elfler, browniler ve ormanın küçük yaşlı adamları bu gruba aittir…[13]
Cücelerin madenci olmaları ayrı bir sembolizma zenginliğidir, her biri, ham taşı işleyip içindeki cevhere ulaşmaya çalışırlar.
Üstelik çalıştıkları yer mağaradır.
Şimdi R. Guénon’a kulak verelim, “Geleneksel sembolizma göre, eğer metallerin, yukarıda belirttiğimiz gibi, sadece ‘yerin altındaki ateşle’ ilgili olmayıp aynı zamanda ‘gizli hazinelerle’ de ilgili olduğu dikkate alınacak olursa… gizli hazinelerin bekçileri -ki onlar aynı zamanda yeraltındaki ateş içinde çalışan demircilerdir – efsanelerde çeşitli durumlara göre, hem bir dev olarak, hem de cüce olarak temsil edilmişlerdir.[14]”
Bu konunun bir üstadı Guénon ise, diğeri tartışmasız Eliade’dir. Bakalım o ne demiş: “Madencilerde arılık halini, orucu, tefekkürü, duaları ve ibadetle ilgili eylemleri görüyoruz. Bütün bu koşullar yapılması amaçlanan işlemin doğasınca belirlenir; çünkü kimsenin dokunamayacağı kutsal bir alana girilecektir; yeraltındaki yaşamın düzeni bozulacak, bu yaşamı idare eden ruhlar rahatsız edilecek, bildik dinsel evrene ait olmayan, çok daha derin, çok daha tehlikeli bir kutsallıkla temasa geçilecektir. İnsana hak olarak tanınmamış bir alana, Toprak Ana’nın karnında madenleri yavaşça, gizemli biçimde olgunlaştıran yeraltı dünyasına doğru maceraya atılma duygusu söz konusudur. Özellikle üstün bir yasanın yönettiği bir doğal düzen içine, gizemli ve kutsal bir süreç içine girildiği izlenimi vardır. Böylece geçiş ayinleriyle her türlü önlem alınır. İnsan varlığını ilgilendiren bir gizemin söz konusu olduğu hissedilir; çinkü insan gerçekten de metallerin keşfiyle kendine geldi, madencilik ve metalurji işleri içine girdiğinde neredeyse bütün varoluş tarzını değiştirdi. Maden ve dağlarla ilgili bütün mitolojilerde o sayısız peri, cin, elf, hayalet, ruh yaşamın jeolojik düzeylerine girerken karşılaşılan kutsal varlık’ın çeşitli tezahürleridir.”[15]
Ya, işte gördünüz mü bizim cüceler gerçekten de kutsal varlıklar.
Yoksa, kim uğraşır yaşamak konusunda bu kadar beceriksiz bir kızla?
Disney’in filminde cüceler akşam paydos yapınca, çıkarttıkları madeni, mağara içindeki hazine odasına saklıyorlar.
Hazine odası, mağara içinde bir başka mağara.
Hazine odası olan mağaranın üzerinde “Vault” yazıyor.
İngilizcede kasa anlamına geliyor.
Ayrıca atlamak, sıçramak, kemer, mahzen gibi anlamları da var.
Belli ki buradaki anlamı, kasa.
Gelin, kısa bir uçuş yapalım.
Vault V harfi ile başlayan bir sözcük.
V, yani kadının cinsel organının simgesi olan, aşağı doğru inen bir üçgen.
Vault’un etimolojik kökeni nerelere götürüyor bizi, bakalım.
Sözcüğün kökeninde volta var.
Eskiden Romalıların argolarında volta denirmiş, volvite’nın kısaltılmış hali. Volvite de volvitus’dan geliyor. O da Latincedeki volutus’un deforme edilmiş hali. Volutus binalardaki kemerlere verilen bir ad aslında, etrafında dönmek, yuvarlanmak anlamına da geliyor.
Ama dikkat ederseniz asıl çevresinde dönülen (volta atılan) sözcük vulva.
Eski haliyle volva. Volva, volvare’den gelmiş.
Vulva kadın cinsel organı.
Ana rahminin girişi.
Yani mağaranın.
Yani, içinden doğulacak olan odanın kapısı.
Yani, hazinenin (bizatihi doğacak olan kişi) saklandığı yer.
Yani hazine odası.
Nasıl ama?
Burada mağara sembolizmasına hiç girmiyorum, bir minik bilgiyle geçelim, mağara insanın vicdanını sembolize eder. Tüm inisiyelerin hayatlarında bir mağaraya girip, çıkmışlıkları vardır. Bir tür ana rahmine girip, çıkarak yeniden doğmak. Eh, dağlar kadın olunca, mağaralar ister istemez rahim oluyor tabii…
Haydi bir minik bilgi daha, Kuzey Avrupa mitolojisinde onların (gnom) yaşadıkları ülkeye Nibelungen denir. Orada altın çıkartırlar. Wagner’in üzerine opera bestelediği epik öykü Nibelungen’in Yüzüğü de biraz bunlara dairdir.
Nerelere geldik, gördünüz mü?
İlk madenci kim?
Tubal Kain.
Biliyorsunuz Adem ile Havva’nın çocukları Habil ve Kabil’dir.
(Hay Allah! Bu hiç hesapta yoktu, yine alıp başını gidecek konu.)
Kabil ilk katil, çünkü kardeşi Habil’i öldürür.
Kabil’e semitik dilde Kain/Cain deniliyor.
Cain, eski İbranicede “mal/mülk, üretici-fabrikatör, demirci, Havva’nın ilk oğlu” anlamlarına geliyor ve “gyn” şeklinde söyleniyor.
Zamanla Kain’in 5-6 nesil sonrası torunu Tubal-kain doğar. Eski Ahit Tubal-kain için şunu söyler: Tubal kain tunç ve demir, bütün keskin aletleri dövendi. Öğreniyoruz ki Tubal kain ilk demircidir.
Yani, bir anlamda madencilerin atası.
Hem de Kabil’in 7. göbekten torunu. (yine mi yedi?)
Latin dillerine de “-gyne” kadın olarak geçiyor. Gynecologie (jinekoloji), polygyny (poligami) buradan türüyor.
Keza Gen de. Genetik de…
Ee, bir de bizim Alaaddin’in lambasının cin’i var.
Hele, hele, bağlantıya bakın.
Gyn – Gea – Geo – Gaia – Gen – Genom – Gnom – Gnosis
Gyn: Dişi
Ge – Geo: Yer
Gaia: Yeryüzü tanrıçası, toprak ana
Genom: Kromozomlardaki genetik şifrenin tümü
Gnosis: Eh onu da siz bulun, tüm bu yazılanlar zaten biraz da onu anlatmaya çalışıyor.
Sevgili Harun Gelmiş’in gen üzerinden yola çıkan yorumu ve onun üzerine Burak Eldem’in cevabı bizi iyice derinlere götürür: “Genler de “mağarada” (hücre çekirdeğinde), “cevher”, (protein üretimi) yapan çok küçük “cüceler”, “koruyuculukları” da var tabiki, hücre bütünlüğü vs. Aksi halde neler oluyor. Gen’in İngilizce okunuşu ise “Cin”.)
Gnome => Genome=> Gnosis
Zekâ – “Dünyalı” yaşam – Bilgi… Ve hepsiyle iç içe geçen garip bir “cüce”.
“Genie” ya da “Genii” de aynı kökten geliyor. Ama burada, geç bir tarihte “türetilmişlik” gibi bir durum var. Daha doğrusu, Arapça’daki “cin” sözcüğünü Batı dillerine aktaran ustalar, Genie üzerinde karar kılarken “genome” da akıllarının bir köşesindeymiş gibi…
Batılılar, Arapça’da “ruh” anlamına gelen cin sözcüğünü aktarırken, “Genius”tan yola çıkmışlar. Yani, “dünyalı zekâ protitipinin en üst düzeyi”. Biz bugün “dâhî” diyoruz buna. Haydi buyrun buradan yakın şimdi.
Bağlantılar zincirini sadeleştirerek bir daha yazalım:
Zekâ => Dünyalı => Gen (prototip) => Cin => Bilgi (Gnosis)”
Gördünüz mü? İşin özü gelip gnosis’e dayandı.
Başka da birşey beklememek lazımdı zaten.
Peki, anladık, onlar gnom.
Ama yedi tane olmak zorundalar mı?
Yedi dağın ardında oturmak zorundalar mı?
Evet, en az yedi tane olmak zorundalar, zira kişi olmazsa oturum açılamıyor, dernek kurulamıyor…
Prenses uykudan uyanır, gözlerini açar ve karşısında yedi cüceyi görür.
Korkar.
evreler
Pamuk Prenses yeni arkadaşlarına başından geçenleri anlatır, bunun üzerine cüceler “biz yokken evimizle ilgilenir, yemeklerimizi yapar, evi temizlersen bizimle birlikte kalabilirsin” derler.
Evet! Verilen işlere bakılırsa, Prensesimiz artık kadın olmaktadır. O zaman kötü kalpli Kraliçe’nin yeniden ayna karşısına geçme vakti geldi.
Ayna ayna söyle bana
Var mı benden güzel bu dünyada
Var kraliçem, hem de çok güzel biri var.
Dağların arkasında bir kulübede.
Pamuk Prenses yedi madenci cüceyle birlikte yaşıyor.
…
Bundan sonra, Kraliçe yaşlı bir satıcı kadın kılığına girer. Yadi dağı aşıp, yedi cücenin evini bulur ve kapıyı çalar.
Yaşlı bir satıcının elindeki renkli ipek kuşakları görünce Prensesin içi gider (ne de olsa artık kadın olmuştur) ve kapıyı açıverir.
İçerde bir iki kuşağı denerler, derken yaşlı kadın Prenses’in beline sardığı bir kuşağı fazlasıyla sıkar, daha da sıkar ve bir süre sonra, Prensesin nefes almadığını görünce, öldüğünü düşünüp evi terkeder.
Sonra, yedi cüceler eve gelirler ve Prensesi baygın halde bulurlar. Hemen belini sıkan kuşağı keserler ve Pamuk Prenses hayata döner tekrar.
Güzel!
Kuşağın (ya da bağın) yedi cüceler tarafından kesilip çıkartılması ve bu sayede Prensesin (ya da adayın) hayata dönmesi…
Demekki inisiyasyon sürüyor.
Prensesi annesine bağlayan göbek bağından daha yeni kurtardılar.
Yeni bir dünyaya, yedi cücenin desteğiyle adım atacak Prenses.
Devam.
…
Kraliçe yine aynanın karşısına geçer, yine aynayla aynı sohbet, yine yaşlı satıcı kadın kılığına girme, yine dağlara çıkma, yedi tepe aşma…
…
Ama bu defa kraliçe Pamuk Prensesi öldürmek için zehirli bir tarak hazırlamıştır. Yani, tarak satıcısı olarak gider kulübeye.
“Harika taraklarım var küçük hanım almaz mısın?” der.
Pamuk Prenses tarakları görünce tehlikeyi unutur ve açar kapıyı.
“Saçların ne güzel, gel ben tarayayım,” der Kraliçe.
Zehirli tarak başına değer değmez Pamuk Prenses ölü gibi yere düşer.
Yedi cüceler akşam eve gelirler, bir bakarlar ki Prenses yerde ölü gibi yatıyor.
Saçından zehirli tarağı çekip alırlar ve Pamuk Prensesi hayata döndürürler.
Böylece Kraliçe’nin elinden üçüncü kez kurtulur Prenses.
Neden tarak?
Kadın çekiciliğini sembolize ediyor olabilir mi?
Tam değil.
Tarak bizi doğrudan saça gönderiyor.
İlginçtir, tarih boyunca önemsenmiş bir saç sembolizması var.
Eskiden pek çok kültürde insanlar saçlarını kurban ederek(keserek) kendilerini tanrılarına kurban etmiş olurlardı. Saç insan kişiliğinin temsiliydi. Savaştan önce adam saçını kurban eder ve muzaffer olma ya da ölme andını içerdi. Samilerde evlenme sırasında saçı tanrıya sunma adeti varmış[17].
Antropolog R. Leach, bir psikanalist olan Berg’in bir etüdünden yola çıkarak saçın sembolizmi üzerine şöyle bir açıklama getiriyor “…Berg batılı hastalar üzerindeki klinik çalışmalar sonucunda saçın üreme organlarının bir simgesi olduğu sonucuna varıyor. Bu itibarla saçı kesme veya traş etme, bir sembolik hadım etme ve daha geniş anlamda, ilkel saldırgan güdüleri denetleme çabası olarak belirtiliyor”[18].
Pamuk Prenses’e ölüm bu defa saçlardan geliyor.
Üvey anne onun gençliğini, güzelliğini, çekiciliğini bitirmek istiyor.
Bir biçimde Prensesin cazibesini yok edip, ortalıkta rakip bırakmıyor.
Peki, bu ölüm bize harici güzelliğin geçici olduğunu, aynada güzellik peşinde koşulduğunda ardından kibirin insanı ele geçirebileceğini söylüyor olabilir mi?
Öyleyse bizim kızı el birliğiyle taraktan kurtaralım.
Dersini aldığını düşünüyoruz.
İnisiyasyon hala devam ediyor…
elma
Ertesi gün Kraliçe yine aynayla sohbetlere başlamış.
Ayna yine Pamuk Prenses’in hâlâ yaşadığını ve ondan güzel olduğunu söylemiş. Kraliçe bu defa en etkili zehirini hazırlamış, bir elmanın yarısına sürmüş.
Sonra da yaşlı bir dilenci kılığında yedi tepeyi aşıp, hedef doğru ilerlemeye başlamış.
Eve ulaşınca kapıya vurmuş
Pamuk Prenses başını pencereden uzatmış
“Güzel kızıma tatlı bir elma getirdim” demiş Kraliçe, “kapıyı açmana gerek yok, pencereden de alabilirsin.”
Pamuk Prensesin kararsızlığını görünce, “Bak ben ısırıyorum, çok lezzetli” diyerek zehirsiz kısmını ısırmış, kalan bölümünü de penceredeki Prensese uzatmış.
Pamuk Prenses elmayı ısırır ısırmaz yere düşmüş.
Kraliçe pencereden içeri bakmış. “Nihayet senden kurtuldum, artık dünyanın en güzeli benim,” demiş.
Sarayda doğru aynasına gitmiş. Kimin en güzel olduğunu sorduğunda ayna, “Sizsiniz Kraliçem,” deyince dünyalar onun olmuş.
Pamuk Prenses yine öldü.
“Ee! Haketti ama, bu saftiriklikle bu kadar yaşaması mucize” demeyin, bu ölüm gerekliydi.
Bu da laf mı yani?
“Prenses sık dişini bir kere daha öleceksin ama bu seferki gerekli olanlardan!” denir mi şimdi?
Denmez elbette, ama hakikaten bu ölüm başka ölüm. Prenses artık tabuta girecek.
İşin içinde elma girince, aklınıza Havva’nın şeytan (kışkırtıcı) yılandan aldığı elma geldi tabii.
Sahiden, Havva ne demeye aldı, ısırdı ve Adem’e verdi o elmayı?
Kibirinden mi?
Yılan’da kendini mi gördü havva anamız?
“Yok artık daha neler mi?” dediniz.
İbranice’de havvah/havva=ilk kadın/hayat anlamında.
Hawwah ise yılan, sürüngen anlamına geliyor.
Sözcüğün farklı okunuşları şöyledir: Havva=hawwa=hva=hua=eve=chvh=huwa.
Yahudi mitolojisinde şeytan-yılan ilişkisinin, en azından Hıristiyanlık öncesi dönemde olmadığı söylenir. Yukarda da açıklandığı gibi, şeytana atfedilen değer özellikle Hıristiyan kilise babalarınca değiştirilmiş. Muhtemeldir ki bundan etkilenen Yahudiler de bir gün gelmiş, Havva’ya yasak meyveyi sunan yılanı şeytan olarak görmeye başlamışlar.
Sonuç olarak, burada elmanın Prenses’e verilmesi, onu kandırıp, cennetten (içinde bulunduğu yoldan, dönüşüm macerasından) kovmaya, harici aleme postalamaya yönelik bir müdahale gibi görünmektedir.
Yoksa yiyen de, yediren de Prensesin ta kendisi olmasın?
O yılna belki de güzel Prensesimizin içindeki çirkin “ben, ego, kibir ejderhasıdır?
Bilinir mi?
üç kuş
Bu sefer cücelerden hiçbiri Pamuk Prenses’i ölüm uykusundan uyandıramamış . Aradan üç gün geçmiş, bütün umutlarını kaybetmişler. Fakat nedense Pamuk Prenses hiç de ölü gibi durmuyormuş. “Onu bu halde kara toprağa gömemeyiz” demişler. O yüzden yedi cüceler camdan bir tabut içine koymuşlar, tabutu da yüksek bir tepenin en tepesine yerleştirmişler ki her yerden görünebilsin.
Sonra kuşlar tabutun başına gelip yas tutmuşlar; önce baykuş gelmiş, sonra kuzgun, sonra da güvercin.
Bu üç kuş ilginçtir. Grimmlerin orijinal eserlerinde bulunuyor ama çoğu çeviride es geçilmiş. Bilge baykuşları Disney’in filminde de cücelerin evinin içinde sıklıkla gördük.
Ya kuzgun?
Kuzgun kargagillerin ağababası bir kuştur. Kuşlar içinde en zeki olanıdır. Şendir, şakraktır.
Ama gelin görün ki Latin dünyası bu karga soyundan pek hazetmez.
Kargalara duyulan sevgisizliğin kökleri Roma ve Yunan mitolojilerinden çok daha öncelere dayanır. Sümerlerin Gılgamış destanındaki ünlü tufan olayında, tufan durup sular çekilince, gemi bir dağa/tepeye oturur. Utnapiştim kıyıdan haber getirmesi için önce güvercini salar, konacak bir yer bulamayıp döner güvercin. Sonra kırlangıç, o da döner. Üçüncü salınan kuzgundur. Fakat kuzgun gider kendine yiyecek-içecek yer bulunca (karayı yani) geridekileri unutur ve dönmez.
Tufan efsanesi Gılgamış’dan Tevrat’a Nuh Tufanı olarak geçer. Yalnız Nuh Tufanı’ndaki fark önce kuzgun yollanır ve kuzgun geri dönmez, bunun üzerine güvercin yollanır ki güvercin ikinci seferinde ağzında bir zeytin dalıyla çıkagelir.
(aferimler güvercinedir)
Belli ki Sümerlerden beri kutsal kuşlardan sayılıyor güvercin. Hıristiyanlarda da güvercin kutsal biliniyor örneğin, Hz. İsa’nın başına kutsal ruhu temsil eden bir beyaz güvercinin konduğu varsayılır. Yani Hıristiyanlarda beyaz güvercin kutsal ruhu temsil eder.
Keza Müslümanlarda da Hz. Muhammed Serv mağarasında sığınırken onu kurtaranlardan biri mağaranın girişine ağ yapan örümcekse, diğeri de girişe yuva yapmış bir çift güvercindir.
Tufan efsanesinin benzerleri Orta Asya uygarlıklarında da görülüyor. Yukardakilerle çok benzer olan bir Altay Türklerine ait tufan efsanesi şöyle: Tufan’dan önce yeryüzünün hâkimi Tengiz[19] Han idi. Bu zamanda Nama adlı meşhur bir adam vardı. Tengri Ülgen buna tufan olacağını, insanları ve hayvanları kurtarmak için bir gemi yapmasını söyledi. Nama’nın üç tane oğlu bulunuyordu. Oğullarına gemiyi inşa etmelerini söyledi ve Ülgen’in öğrettiği biçimde bir gemi yapıldı. İnsanlar ve hayvanlar gemiye alındı. Gökyüzünü sis kaplayıp yerin altından sular fışkırmaya başladı. Gökyüzünden de yağmur yağıyordu. Bir müddet sonra sular çekilip, kara parçalan görünmeye başladı. Nihayet gemi bir dağın tepesinde karaya oturdu. Suyun derinliğini öğrenmek için Nama kuzgun, karga ve saksağanı gönderdi, fakat bunlar dönmedi. Bunun üzerine güvercini yolladı ve güvercin gagasında bir dal ile geri döndü. Nama daha önce gönderdiklerini görüp görmediğini güvercine sordu. Güvercin üçünün de bir leşe konup gagaladığını söyledi. Nama onlara kıyamete kadar leş ile beslensinler diye bedduada bulundu.
Bunlara karşılık, karga sülalesinin iyi rollerle sahne aldığı da çoktur mitoloji sahnesinde.
Örneğin İskandinavların büyük gök tanrısı Odin’in iki tane kuzgunu var. Hudin ve Muninn. Hugin tefekküre dalmak için gerekiyor, muninn ise hatırlamak için. Bir örnek Tibet’den. Tibet’de kargaların insanlara tanrılardan mesaj taşıyan elçiler olduğuna inanılırmış.
Druid’ler kargayı bir sonraki yaşama ruh taşıdığı için kutsal bir kuş olarak kabul ederlermiş. Alaskadaki Eskimolar ise ilk yaratılan canlının karga olduğuna inanırlarmış.
Habil ile Kabil efsanesinde, Kabil kardeşi Habil’i öldürür ama ölüsünü nasıl gömeceğini bilemez (çünkü bu ilk ölümdür). Bunun üzerine de Allah ona bir karga gönderir, yeri eşeleyip ölünün gömülmesinde kılavuzluk yapması için. Yapacağı işi kargadan öğrenen Kabil ise “yazıklar olsun bana, kardeşimin ölüsü gömmek konusunda şu karga kadar olamadım” der.
Böylece görürüz ki kılavuz karga olanın öğreneceği şeylerin sayısı bilinenden çoktur.
Şimdi, gelelim bizi meraklarda bırakan şeye. O kuşların orada ne işleri var? Onlara mı kaldı Prensesin tabutunda yas tutmak?
Tabutun başına bir bilge baykuş, bir mezarcı ve dalgacı kuzgun, bir de haberci güvercin geliyor sırasıyla.
Tıpkı Nuh Tufanındaki gibi.
Bilge baykuş, süreç içinde ona dışardan destek veriyor.
Kuzgun yatacağı mezarı kazıyor.
Güvercin ise kurtuluşu müjdeliyor.
Nasıl?
Yalnız şunu da söylemeden kuşlar faslını geçmemek lazım.
Üç kuşun tabut başında bekliyor oluşu, bize Prensesin artık kuşlarla da arkadaş olduğunu, dolayısıyla da kuş diline de vakıf olduğunu gösteriyor.
Bir de kuş dili konuşan Hz. Süleyman var biliyorsunuz.
Kuş dili konuşmak ne demek?
Kuşlar, Toprak Ana’dan yükselip, Gök Baba’ya ulaşabiliyorlar.
Öyleyse Gök Baba’ya yerden mesaj götürebiliyorlar.
Öyleyse onların dili kutsal dil ve onu bilen de gerçekten bir ile iki numaranın muhterem evladı üç numara.
cehenneme iniş
Günlerden bir gün cüceleri ziyarete gelen bir Prens (Kralın oğlu)oradan geçerken camdan tabutun içinde Pamuk Prenses’i görmüş ve hemen ona âşık olmuş.
“Onu sarayıma götürmeme izin verin,” diye yalvarmış Prens.
Yedi cüceler ona acımışlar ve izin vermişler. Prens’in uşakları tabutu kaldırırken Pamuk Prenses’in boğazına takılmış olan zehirli elma parçası pat düşmüş ağzından. Pamuk Prenses doğrulmuş nerede olduğunu anlamadan, gözünü açmış, yakışıklı Prensi karşısında görmüş. Görür görmez ona âşık olmuş. Birkaç hafta sonra nişanlanmışlar.
W. C. Druspen 1885.
Prenses nihayet tabuta girdi.
İnisiyatik gelenekte tabuta girme çok eski bir ölüp yeniden doğma ritüelidir.
Tabuta giren neofit o karanlık dünyada (cehennem) vicdanıyla başbaşa kalıp kendisiyle yüzleşir. Kimi geleneklerde “ejderini öldürme” olarak da anılan bu ritüelde bir ölüm deneyimi yaşanır.
Ejder içimizde bizi ele geçirmiş, o bildik canavar.
Ego!
Kibir!
Daha ne olsun?
Eskiden aday boş bir mezar veya tabutta bir gece boyunca yalnız bırakılırmış. Tam da yalnız değil aslında, dediklerine göre bu işin uzmanı, üstatlar adayı hazırlarlar ve gece boyunca ona dışarıdan destek verirlermiş.
(Aklımıza hemen bizim üç kuş geldi değil mi? Prenses tabutta yatarken, destek veren üstatlar olmasın o üç kuş?)
Tabutta veya mezarda yalnız beklemek bir anlamda cehenneme (iç dünyamızın derinliklerine) inmek demek.
Cehennemde kendi kendini sorguya çekip, adayın kendisiyle hesaplaşma fırsatı bulması; sabah olunca da, tabuttan vicdanıyla hesaplaşmış, yeni bir şuur haliyle çıkması beklenirmiş.
Neredeyse doğmadan önceki o saf şuurla, yeniden doğmuş olarak tabuttan çıkan kişi inisiyetik gelenekte yeniden doğmuş olarak kabul edilir.
Bu bir anlamda V.I.T.R.O.L’un yani arzın derinliklerindeki (içimizdeki) gizli hazineyi arama macerasıdır.
Bu aşama hakikati arama yolculuğuna çıkmış olan adayın tekamülündeki önemli bir adımdır.
Haydi bakalım!
Tabut işlerine daldık, yakışıklı Prens’i unuttuk.
Sahi o kim?
Prenses tabuttan kalkıyor, gözlerini açıyor (yeni hayatına), ilk gördüğü o.
O Kral’ın oğlu.
Kral kim?
Kral bir numara.
Kraliçe iki.
Kutsal oğul üç
Tarihde ölüleri dirilten, görmezlerin gözünü açan kutsal oğullar var.
Hermes var, Buda var, İsa var…
Sonuçda olay görmezin gözünü açmak.
Ona yeni dünyasını tanıtmak.
Hatta yeni dünyasında eşlik etmek.
Rehberlik etmek.
Rehber kim?
Rehber yolu bilen.
Daha önce gittiği, bildiği yolda başkalarına eşlik eden.
O halde genç Prensimiz bir rehber.
Gelenek koridorunda rehberler önemlidir.
yaşasın kötülük
Derken düğün günü gelip çatmış. Düğüne çağrılanlar arasında Pamuk Prenses’in üvey annesi de varmış. Üvey annesi sarayın salonuna girer girmez Pamuk Prenses’i tanımış, ama bu sefer bir şey yapmaya fırsat bulamamış. Çünkü Prens’in adamları Kraliçe’yi hemen yakalamış, Prens de onu artık kötülük yapamayacağı uzak bir ülkeye sürgün etmiş. O günden sonra Pamuk Prenses, güzelliğinin yanı sıra mutluluğuyla da ün salmış.
Bazı çeviriler, (ki Disney’de dahildir buna) üvey anneyi masalın sonunda bir tepeden düşürerek öldürürler.
Ama orijinalinde ölmüyor.
Bu da (kötünün yaşaması) düzenin enerjisinin düalite olduğunu söylüyor.
Kötülük yok olmuyor, sadece gidiyor.
O halde, insanın kötülüklerden, harici alemin cazibesinden, kibirden, egolardan ve hırslardan tümüyle arınmış olması mümkün değil mi?
Düalite her zaman için geçerlidir. Siyah ve beyaz, dişi ve erkek, aydınlık ve karanlık, aktif ve pasif… bir araya geldiklerinde ancak “Bütün” olabiliyor.
Walt Disney’e bir çift söz
Sevgili Walt,
Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler filmini çok beğendim.
Allah için (bizde öyle denir) diğer filmlerini de beğeniyorum.
Madem bu kadar mükemmel bir film ortaya çıkarttın, neden masalın başındaki o güzelim üç renk sembolizmasını, yani kraliçemizin abanoz çerçeveli pencere önündeki kanaviçe işleme bölümünü çıkarttın? Madem bu kadar mükemmel bir film yaptın, neden kötü kalpli kraliçeyi filmin sonunda öldürdün? Masalda yaşıyordu, sen de bıraksaydın, gitseydi fena mı olurdu? Hadi bırakmaya gönlün elvermedi, bak Horus Set’i kayık yaptı, Nil’de seferlere başladı, seninki de ne bileyim bisiklet olur, değirmen olur, topaç olur…
Şart mıydı kötüyü yok etmek ?
Aşk olsun!
sonuç
Bence Prenses’de, Üvey Anne’de, Prens’de, Cüceler’de sensin.
Evet, bu satırları okuma zahmetine katlanıp, ta buralara kadar gelebilmiş kahraman kişi olarak, bizzatihi sen.
Bunca sayfa dolusu lafın özeti iki kelimedir belki de: kendini bil!
Kim bilir?