Paradigma Değişimi / Kayması
BAKIŞ AÇINIZI DEĞİŞTİRMEK
Belirli bir konuda zihinlerdeki algıların değişmesidir..
Paradigm Shift ,sorgulanması bile abes kaçan kuralların
alaşağı edilmesi durumu anlamına gelmektedir.
Arthur Schopenhauer’in dediği gibi
Bütün gerçekler üç aşamadan geçer:
Önce, dalga geçilir;
sonra, şiddetle karşı çıkılır,
sonunda aşikar kabul edilir.
Mevcut paradigma
belli bir toplum tarafından kabul edilen varsayımlar dizisidir.
Davranış psikolojisinde paradigma,
__klasik ön yargı__ anlamına gelir.
Yani paradigma,
kültürün bilinç dışı inanç sistemidir.
Bizler bu inanç sistemi içinde yaşar, nefes alır,
bu kalıplaşmış ve dogmatik diyebileceğimiz a
rtık sorgulanmaz görünen dünya düzenine göre
iletişimde bulunur ve dünyayı algılarız..
Bu haliyle paradigma denen şey
asla sorgulanmaz
zira kimse onun hakkında düşünmemektedir artık.
O şey doğrudur ve kanıtlanmasına gerek
ya da başka türlü olmasına imkan yoktur,
yani dünya tam da gördüğümüz şekildedir.
Normal bilim döneminde
sadece bu paradigmayı olumlayan düşünceler kabul görür.
Mevcut paradigma
gözlemlenen olguya
yeterli açıklamayı veremediğinde yıkılır.
Paradigma kayması dediği olay ile “bilimsel devrim” gerçekleşir.
Yeni bir bilgi yardımıyla
bakış açınızın yani paradigmamızın yanlış göründüğünü anlamak
yeni bir paradigma kurmamıza yol açar
ki işte bu paradigma kayması denilen durumdur.
Kalıplaşmış paradigmalara inanıp
bu paradigma felcinden kurtulamayan zihinlerin
yapması gerekendir Paradigma değişimi/kayması …
Gördüğünüz ve dokunduğumuz, özellikle katı şeyler
ne kadar sağlam ve yoğun görünüyor değil mi?
aslında öyle ama;
maddelerin %99,9 undan fazlası boşluktan oluştuğunu da
bilmek gerekiyor.
O derece ki örneğin dünyadaki tüm insanlardan
boşlukları alabilsek,
geriye kalan madde bir küp şekere sığacak kadardır yalnızca..
Kopernik’in heliosentrik modelinin
Batlamyus’çu görüşün yerini alması buna örnektir.
Batlamyus Güneş’in Dünya etrafında döndüğünü düşünüyordu.
Kopernin bunun aksini kanıtladı.
Einstein’ın görüşlerinin
Newton kanunlarını geçersiz kılması da buna örnektir
Zihinlerdeki algıyı değiştirmek için bir başka örnek olarak ;
sabit telefonlardan cep telefonlarına geçiş,
telefon algısında bir paradigma kaymasına neden olmuştur.
Paradigma, bireyler ve toplum olarak,
günlük hayatımızın bir parçası gibi görünen,
sorgulamaksızın varlığına inandığımız,
bu yüzden test etmeye bile gerek görmediğimiz,
içinde yaşadığımız gerçeklik anlayışımızdır.
Aslında, her şeyi birdenbire farklı görene kadar
hakkında çok da düşünmediğimiz,
içinde yaşayıp nefes aldığımız
ve kültürümüzün bilinçdışı inanç sistemi gibidir paradigma.
Biz bu inanç sistemlerine göre düşünür
ve iletişimde bulunuruz.
Şimdi, bizi binlerce yıldır bulunduğumuz noktada tutan
paradigmaların değişme zamanı gelmiştir.
Artık eski kural ve kanunların
bilimsel anlamda da yeterliliğinin sorgulandığı,
daha da önemlisi, eski modellemelerin,
insan hayatını acıdan, yoksulluktan, adaletsizlikten
ve savaştan kurtarmak için yeterli olamadığı görülmeye başlanmıştır.
İnsanoğlu, birdenbire uyanıp,
kendisi hakkında baştan beri var olan,
ama hiç farkına varmadığı bir şeylerin bilincine varmanın
kapısına dayanmıştır.
Paradigma kaymasına,
__kabul edilmiş gerçeklikte kayma__ da denilebilir.
Eski görüşün eksik veya yanlış oldukları kanıtlandığında,
bilgi paradigması evrim geçirir.
Bu bazen yavaş, bazen çok hızlı bir biçimde olur.
Biz şimdi bunun hızlı gerçekleşeceği bir dönemdeyiz.
İnsan ölçeğinde yaşanmakta olan ve hızlanacak paradigma kayması, toplumun genelinde de etkili olacaktır.
Büyük döngü değişimleri,
toplumların düşünce paradigmalarını değiştirmeleri anlamına gelmektedir.
Yani, artık eski durumlara,
yeni bir bakış geliştiriliyor.
Astrolojik olarak buna “Çağ değişimi” deniliyor.
Her çağ kendine özgü bir dünya görüşüne,
kendine özgü bir paradigmaya sahiptir.
İçinde bulunduğumuz çağ sonlanırken,
bilimsel alanda da paradigma kayması gerçekleşmektedir.
Genelde insanlık tarihinde bir çağı kapatıp
başka bir çağın açılmasını sağlar.
Maddeci fizik bizi asırlardır,
gerçek olanın ölçülebilir olduğuna
ve ölçülebilir olanın beş duyumuzla
ve duyularımızın mekanik uzanımlarıyla algılanabilen şeyler olduğuna,
bilgi edinmenin tek geçerli yolunun,
bütün duygularımızdan ve öznelliğimizden kurtulmak,
tümüyle akılcı ve nesnel olmak gerektiğine şartlandırdı.
Bu mekanik modelde, bilinç ve ruha yer yoktur.
Ruh, bilinç ve diğer metafizik kavramlar,
bilimin kullandığı analitik metotlarla ölçülemediği için
değersizmiş gibi düşünülür.
Yeni bilimin mekanikleri,
spiritüel bir özümüz olduğunu
ve ölümsüzlüğümüzü gözler önüne sermektedir.
Fizik ve hücre alanında elde edilen son bilgiler,
bilim ve ruh dünyası arasında yeni bağlantılar olduğunu göstermektedir.
1900’lü yıllardan beri gelişmekte olan
ve 2000’li yılların dünyasına çok önemli katkıda bulunan
kuantum fiziğinin bize öğrettiği en değerli şeylerden biri,
Newton’cu katı madde fiziğinin ardında,
atom altı boyuttaki parçacıkların
bilinen fizik ve lineer zaman kavramlarımızın dışında
kurallara tabi olmasıdır.
Bu durum, dünyamıza ve evrene karşı
mekanik maddeci bakışımızı tamamen değiştirmiş,
bunları bir bütün olarak algılamamıza imkan tanımıştır.
Bu görüşe göre Dünya,
her şeyin birbiriyle bağlantılı olduğu,
zaman ve mekan içine uzanan organik bir şeydir.
Yani evren canlı bir varlıktır
ve biz bu organizmanın birer parçasıyız,
tıpkı gezegenler, düşüncelerimiz ve atom altı parçacıkları gibi.
Bu görüş, aslında
bizi kadim uygarlıkların dönemlerindeki gibi
düşünmeye çekmesi açısından çok önemlidir.
Eskiler, dünyayı canlı bir varlık olarak algılarlar,
her şeyin bir ruhunun olduğuna inanırlar,
kendilerini de bu canlılığın içinde birer daimi varlık olarak görürlerdi.
Hiçbir şey sabit ve durağan değildi.
Her şey sürekli akıyor, değişiyor ve yeniden doğuyordu.
Hiçbir şey tek başına değildi.
Her parça, bütünün diğer parçalarıyla ilişkideydi.
Halklar, doğanın gelgitleriyle ve gökyüzünün ritmiyle uyum içinde yaşadılar.
O dönemlerde bilim,
Allah’ın yaratışının ihtişamını ve ilahi düzeni anlamak içindi.
İlahi olanla, insani olan arasındaki bağı anlamaya çalışırken,
ilahi olanı maddi dünyadan ayrı bir şey olarak görmüyor,
tam tersine onu maddi dünyanın içinde deneyimliyorlardı.
16. yüzyılda, “bilimsel devrim” başlığı altında,
bütün bu bakış değişmeye başladı.
Bu dönemden itibaren artık bilgi,
açık soruşturma ve gözlemle kazanılmaya,
ancak genel kabul görmüş ilkelerle geçerli kabul edilmeye
ve buna ‘bilimsel yöntem’ denilmeye başlandı.
17. yüzyıl sonrasında, filozof ve matematikçi
Rene Descartes’le birlikte,
bilim kuralı haline gelen beden ve ruhun birbirinden ayrılışı,
bilim ile ruhun arasındaki bağı iyice koparmaya başladı.
Descartes, zihnin vücudun fiziksel karakterini etkilediğini reddetti.
Ona göre fiziksel olan vücut maddeden oluşuyordu,
oysa zihin tanımlanmamış,
ama açıkça maddeden oluşmayan bir özden oluşuyordu.
Bu dönemden sonra,
bilim alanında insan bedeni, bir makine gibi görülmeye başlandı.
Benzer şekilde
dünyayı bir makine gibi gören Newton’la birlikte,
evreni yaşayan, titreşen bir varlık olarak gören
dünya görüşü sona ermiş oldu.
Yeni görüş bizi, zihnimizin dışındaki dünyayı
mekanik, herhangi bir ruhani veya canlı nitelikten yoksun,
cansız maddeden ibaret olarak algılamaya sevk etti.
Son dört yüz yıldır maddeci bilimin bize aşıladığı
ve adeta bir slogan haline gelen
“Beş duyuyla algılanmıyorsa, gerçek değildir!” görüşü,
bilinç ve ruh gibi cisimsel olmadığı için
ölçülemeyen görüngülerin göz ardı edilmesine yol açtı.
Son dört yüzyıl içinde,
bilimin ancak her şeyin maddeden yapıldığı fikri üstüne
inşa edilebileceği inancını benimsedik.
Materyalist bilimsel yaklaşımı,
günlük hayatımızda yaşadığımız deneyimleri
açıklamadaki başarısızlığına rağmen,
geçerli olarak kabul ettik ve onun öngördüğü şekilde düşünerek,
bilimsel olmamız gerektiğine ikna olduk.
Böyle bir anlayışa dayanmayan her şeyi reddederek,
günlük hayatımızın dışına ittik.
“Kendini Bilen Evren” kitabında
Amit Goswami bunu şöyle açıklıyor:
“Bilimsel olmak istiyoruz, bilimsel olduğumuzu sanıyoruz,
ama değiliz. Gerçekten bilimsel olmak için,
bilimin yeni keşiflerde bulundukça,
her zaman değiştiğini hatırlamamız gerek.”
Goswami’ye göre, bugün birçok fizikçi,
materyalist realizmde bir şeylerin hatalı olduğundan kuşkulanmakta,
ama onlara bunca yıldır iyi bir hizmet vermiş olan
sandalı sallamaktan korkmaktadır.
Materyalist realizmin,
modern insanın yaşam niteliği üstündeki olumsuz tesiri sarsıcıdır.
Materyalist realizm,
hiçbir ruhsal anlamı olmayan bir evren ortaya koyar.
(Kaynak: Kendini Bilen Evren,
Amit Goswami, Ruh ve Madde Yayınları, sayfa 35, 36).
İlahi düzenden ve insanın gerçek doğasından habersiz bir materyalist bilimsel anlayış bizi ne yazık ki, bunalımın tam ortasına sürükledi.
Özellikle batılı anlayış, materyalist bir dünyada yaşadığımız fikrini
bilimsel bir görüş olarak kabul etmeye daha hızlı bir yatkınlık gösterdi.
Her şeyin maddeden yapıldığı
ve maddenin temel gerçeklik olarak görüldüğü dünyada,
maddesel ihtiyaçlar da çabucak çoğaldı
ve sürekli daha iyi şeyler elde etme arzusu baskınlaştı.
Böylece insani yönlerimizden uzaklaşmaya,
maddi hırslarımıza çekilmeye başladık.
Halbuki bize ilahi düzene göre yaşamamızı öneren
ilahi ve semavi kaynaklarımızda,
materyalizmin dejeneresyona, hastalıklara, belalara ve yıkıcı sonuçlara yol açacağına dair uyarılar yer almaktadır.
Daha iyi giysiler almak, daha iyi evlerde yaşamak,
daha iyi teknolojik araç, gereçler kullanmak konusunda
bir yarış içerisinde olmak, geçici olarak tatmin verse de,
manevi değerler ve ruhsal gelişimden uzaklaşan insanoğlu,
büyük bir boşluk içerisine düşmektedir.
Dünyamızın maddeselliğe dayalı olması
büyük uyumsuzluk, ekonomik istikrarsızlık, savaş, vahşet, suç, nüfus patlamaları, su ve besin yetersizliği
ve çevresel kirlilik ve yıkıma yol açmaktadır.
Ne yazık ki, son birkaç yüzyıldır,
daha önceleri evreni canlı bir varlık
ve bizi de onun bir parçası olarak gören
kadim anlayıştan uzaklaşarak,
içinde yaşadığımız dünya ile sıcak bağımızı yitirdik.
Günümüz bilimsel paradigmasına göre
mekanik olan ölü bir evrende ve dünyada yaşıyoruz
ve makinelerde bilinçli deneyime yer olmadığı gibi,
niyet, duygu ve ruh da yoktur.
İşte, insanı ilahi düzenden kopartan,
içinde yaşadığı büyülü dünyasına yabancılaştıran
ve artık değişmesi gereken paradigma budur!
Stanford Üniversitesi Madde Bilimi ve Mühendisliği
bölümünde profesörlük,
metalurji ve katı madde fiziği konusunda
Amerikan hükümetine danışmanlık yapmış,
Parapsikoloji ve Tıp Akademisi’nin kurucularından olan biri olan
Dr. William Tiller,
günümüzdeki bilimsel gerçeklik paradigmasının
değişmesi gerekliliğine dair önemli bir nedeni şöyle açıklıyor:
“Şu andaki paradigmamıza
hiçbir bilinç, niyet, duygu, zihin ve ruh biçiminin girmesine izin yoktur.
Çalışmalarımız bilincin
fiziksel gerçeklik üzerinde çok kesin etkileri olabileceğini gösterdiği için,
bu, eninde sonunda bir paradigma kayması olacağını gösterir;
bu kayma, bilincin işe katılmasına izin verecektir.
Evrenin yapısı, bilincin içeri girmesine izin vermek için
şu anda olduğunun çok ötesine kadar genişlemek zorunda kalacaktır.”
(Kaynak: Ne Biliyoruz Ki, İnkılap Yayınları).
İnsanoğlunun tekrar kendini hatırlamaya,
kendini bilmeye yöneldiği bu önemli süreçte içinde
yaşadığı dünya ile kendisini tekrar bütünleştirecek,
tüm dünya dinlerini kuşatan ve tüm insanlığın halini anlamak için
onlarla çalışan bir bilimsel anlayışa kavuşmak üzeredir.
Gerçeklik Anlayışımız Değişiyor
Ancak bilim ve ruh yeniden bir araya gelirse,
o zaman daha iyi bir dünya yaratma şansını elde edebiliriz.
Kuantum evreni gerçeği,
Descartes’in yüzlerce yıl evvel birbirinden ayırdığı
bu iki alanı yeniden birbirine bağlıyor.
Kuantum fiziğinin evren mekanizmasına dair önerdiği yeni anlayış,
maddesel olmayan zihnin,
fiziksel vücudu etkilediği gerçeğini ortaya çıkarıyor.
Düşünceler, yani zihnin enerjisi,
vücudun fizyolojisinin fiziksel beyin tarafından kontrolünü
doğrudan etkiliyor.
“İnancın Biyolojisi” kitabının yazarı
Dr. Bruce H. Lipton’a göre
bilinçli zihin,
vücuttaki “zihni” oluşturan hücresel düzenleyici sinyalleri
okumakla kalmaz,
aynı zamanda sinir sistemi tarafından kontrollü biçimde salgılanan düzenleyici sinyallerle görülebilen duyguları da açığa çıkarır.
Kendi kendine düşünebilme yeteneğine sahip,
kendini bilen zihin çok güçlüdür.
Dahil olduğumuz herhangi bir programlanan davranışı gözlemleyebilir, değerlendirebilir ve bilinçli bir şekilde değiştirmeye karar verebilir.
Çoğu çevresel sinyale nasıl tepki vereceğimizi
ya da tepki verip vermeyeceğimizi kendimiz seçebiliriz.
Bilinçli zihin,
bilinçaltının önceden programlanmış davranışlarını
geçersiz kılan kapasitesi,
özgür iradenin temellerini oluşturur
(Kaynak: İnancın Biyolojisi,
Dr. Bruce H.Lipton, Kuraldışı Yayınları, Sayfa 136-137).
Değişerek gelişmek, kendini yenilemekle gerçekleşir.
Bu ağır, külfetli ve zahmetli bir süreçtir.
Farklı bir şeyi okumak, seyretmek, dinlemek,
farklı bir mekânda bulunmak,
hâl ehli bir insanla hasbihâl etmek,
eğer gerekli şartlar mevcutsa, paradigmaları sarsar ve değiştirir.
Bu, “niyet”e bağlı bir “nazar” değişimidir.
Adeta bir “şok”la bakış açısı değişmektedir.
“Şefkat tokatları”,
paradigma değişimine sebep olan bu tür şoklardandır.
Meşakkatli şartların presinden geçmeden,
risklere atılmadan, zora talip olmadan değişmek,
gelişmek, yenilenmek ise mümkün değildir.