Paris – 2
İnsan bir şehri sevdi mi onun güzel yanlarını bulmaya çalışıyor, sokaklarını, hatta içine dalıp ruhunu keşfedebilme ümidini yaşıyor… İşte bu sefer Paris’e geldiğimde kendimi Paris’in daha derinlerine girme ihtiyacı hissettim. Ve tabi girdim…
Paris, İstanbul’ umuz gibi tepeler üzerine kurulmuş bir şehir değil. Dümdüz bir ovaya, Seine Nehri’nin iki kenarına yayılmış bir kent. Doğudan batıya doğru baktığınız zaman, daha doğrusu Atlantik Okyanusu’na akarken, Seine Nehri’nin sağ kenarı “Rive Droite” “Sağ Kıyı”, sol tarafı ise “Rive Gauche” yani “Sol Kıyı” adını almaktadır. Tarihte ve hatta günümüzde sağ ile solun önemi ayrımcılık açısından önemlidir; zaten geçmişte de Paris’ te bu fark yaşanmıştı. Sağ Kıyı dediğimiz kuzey kesim daha çok Kral ve maiyetini barındıran aristokrasiyi temsil ediyordu. Sol Kıyı ise daha çok talebelerin, düşünürlerin ve sanki dolayısıyla sol düşüncenin yuvalandığı bölümdü. Eh benim sol ile işim olmadığına göre, sağ tarafın en üst noktası olan Sacré Coeur’ e çıktım…
Çıkış için yollar dar olduğu için Paris Belediyesi gayet güzel bir fikir geliştirmiş, Pigalle meydanından kalkıp tepeye çıkan midibüsler servise koymuştu. Ama asıl önemli olan yokuş yukarı çıkarken otobüsün mazotunu turistlere yutturmamak için bu otobüslerin elektrikli olmasıydı; yani bizdekinin tersine önce halk düşünülmüş, halkın otobüs egzozundan çıkan gazlardan etkilenmemesi için de elektrikli özel midibüsler halkın emrine sunulmuştu. Midibüsle tırmanırken gözüme bir yel değirmeni ilişti, Bu yapı “Moulin a Galette”, Auguste Renoir’ın meşhur düğün resminin geçtiği yerdi, bu nedenle resmini çektim…
Sacré Coeur’ e gelmeden önce ressamları ile ünlü Place Des Tertres’ den geçmemezlik yapamazdım…. Ressamların yanında karikatüristler, geçen yazımda belirttiğim Laternacılar arasından geçerken hareketsiz duran iki artisti de sizler için resimledim. Nihayet Sacré Coeur Kilisesi’nin önüne gelmiştim. Bu klasik yapıyı herkesin bildiği turistik açıdan çekilmiş bir fotoğraf ile değil de başka bir açıdan çektiğim resmini çektim. Sonra sırtımı bu ünlü kiliseye döndüm ve baktım: önümde tüm Paris uzanıyor, benim gibi bir çok turistin kendisini kucaklamasını bekliyordu.
Bu klasik turdan sonra yolumu Pere (Papaz) La Chaise Mezarlığına çevirdim. Burası sanki bir mezarlık değil de, ölümün müzesidir.. Pere La Chaise 1804 den beri yalnız Fransız ünlülerinin değil, dünyadan bir çok ünlünün gömüldüğü bir mezarlıktır. Bu ölüler arasında Lafontaine, Balzac, Alphonse Daudet, Alfred de Musset gibi yazarlar, Edith Piaf, Yves Montand gibi şarkıcılar, Camille Pizarro gibi ressamlar, Auguste Comte gibi filozofların mezarları vardır. Ama benim ziyaret amacım, Yılmaz Güney’in kabri idi.
Yılmaz Güney’ in düşünceleri, kişiliği beni hiç ilgilendirmiyor; ama sanatına çok büyük saygım var. Tıpkı Türk Müziği alanındaki Zeki Müren gibi, Yılmaz Güney’ de 1970’lerin Türk Sinemasının virtüözüydü. Yaptığı filmler belki Türkiye’ de tam anlaşılamamış, fakat en azından yurt dışında yakın değerlerini bulmuştu. Hatta “Yol” filmi Cannes Film Festivali’nde büyük ödüle layık görülmüştü. İşte ben de, büyük ustaya mezarına saygı ziyaretinde bulunmak istedim.
Mezarı sade bir mermerin üzerine metal dikdörtgen şeklinde idi. Üzerine yeni konulmuş çiçekler, eski solgunların hüzünlerini saklamaya çalışıyorlardı…
Bu müze mezarlığı daha iyi tanıyabilmek için bir link:
Mezarlıktaki diğer 2 mezarın hikayesini de Mine Kırıkkanat’ tan okuyalım:
…Ama benim bu satırlarda size anlatmak istediğim, Pere Lachaise’in en ilginç iki mezarı, iki efsanesi, gecelerin gerçeküstü Pere Lachaise’i.
Bunlardan birincisi Victor Noir adlı gazetecinin, ki Victor Noir, 1870 yılında üçüncü Napolyon’un akrabası Pierre Bonaparte tarafından tabancayla vurularak öldürülmüş gencecik bir gazeteci. Resmi tarih, Victor Noir’in ateşli bir tartışma sonucunda vurulduğunu yazıyor. Oysa, toplum tarihi, genç gazetecinin çok yakışıklı, çok çapkın olduğunu vurguluyor ve Bonaparte ailesinden bir hanımla yatak sefasında iken basılıp öldürüldüğünü öne sürüyor. Söz konusu hanımın III. Napolyon’un eşi mi, yoksa Pierre Bonaparte’ın sevgilisi mi olduğu belli değil. Ama kesin olan, Victor Noir’ın gerçekten bir hanımla ‘meşgul iken’ yaşamını yitirdiği. Mezarının üstünde, Victor Noir’in öldüğü anı simgeleyen kendi boyunca bir heykeli var. Pantolonunun kemeri düğmeleri açık, cinsel organı kuşkuya yer bırakmayacak bir genleşme ölçüleri içinde.
Kimi geceler, çocuğu olmayan kadınlar Pere Lachaise Mezarlığı’na geliyor ve Victor Noir’in ölü heykeli üstünde özel bir ‘ayine’ girişiyor; 1870’de ölen gazeteciye, bir çocukları olması yolundaki dileklerini sunuyorlar. Victor Noir’ın mezarının üstünde her dem taze bir gül, bir papatya, bir gelin çiçeği demeti bulmak olası. Tutan adakların teşekkürü bu çiçekler. Heykelin tamamı bronz. Yüz yıllar, bu soylu madeni, yeşil bir küf tabakasıyla kaplamış. Fakat gazetecinin ağzı, burnu, pabuçlarının ucu ve cinsel organı, her gün parlatılıyormuşçasına pırıl pırıl bir bronz sarısı. Tarihsel anıtlar konusunda en güvenilir kaynaklardan biri olan Mavi Rehber, ciddi bilimsel diliyle bu olayı şu açıklamayla anlatmış: “Genç adamı yatarken gösteren heykel, steril kadınların geleneksel bir tapınma etkinliğine sahne olmaktadır. Bu tapınmaya bağla olarak bronz heykelin bazı bölgeleri garip aşınmaya uğramıştır”.
Pere Lachaise gecelerinin ikinci ilgi odağı, Allan Kardec’in mezarı. Asıl adı Hippolyte Leon Rivail olan Allan Kardec, 1804-1869 yılları arasındaki yaşamının ilk otuz yılını oldukça ünlü bir bilimci olarak yaşamış, hatta pozitif bilim çalışmaları üniversite tarafından ödüllendirilmiş. Otuz yılın sonunda “elle tutulmayan” dünyaya merak sarmış ve Allan Kardec adını almış. Sprite dergisi diye bir yayın bile çıkarmış, ruhlarla konuşmuş, dertleşmiş, öteki dünyayla ilişki kurmuş, Allah Kardec’in dolmen biçimindeki mezarı bugün, kara büyü ayinlerine sahne oluyor. Taşın üstündeki tüm “Mum yakmayınız, hayvan kesmeyiniz, yasalara aykırıdır ve de zaten Allan Kardec bir büyücü değildir” ikazlarına karşın mezar, gizemli geceler geçiriyor. Gündüzleriyse ilginç görünüşlü insanların sessiz kuşatması altında. Gerçekten cadı suratlı, uzun kara saçlı, deli bakışlı kadınlar, tepelerinde bir büyücü külahı eksik garip erkekler geliyorlar ve mezarı çiçek yağmuruna boğuyorlar….
Paris’ e gelince Seine nehri kıyılarında dolaşamadan olmaz.. Eh ben de öyle yaptım, Seine nehri kıyılarındaki bilhassa eski kitap satıcıları arasında nostaljik bir gezinti yaptım ve tabii bilhassa doktorluğumu gösterir bir poz verdim, bir anatomi sayfasının önünde..
Seine Nehri’ nin sularının seviye farkını giderebilmek için görülebilecek en güzel örnek Saint Martin kanallarıdır. Burası Panama Kanalı’nın bir küçük örneğidir. Diğer bir deyişle, Paris’te ki yansımasıdır. Bir gemi iki suyun arasındaki seviye farkını geçebilmek için önce bir havuza alınır. Bu havuz su ile doldurulduktan ve diğer tarafın seviyesine erişince, diğer tarafın kapağı açılır. Gemi de o tarafa yoluna devam eder. Tabi aynı sistem, su seviyesinden daha aşağı inmek için de geçerli idi. O zaman işlem tersine yapılmakta, gemi veya mavna kanala alındıktan sonra kapaklar kapatılıp su boşaltılmakta ve su seviyesi yeterince indikten sonra diğer tarafın kapağı açılıp yoluna devam etmekte idi.
İşte ben de St. Martin kanalını seyrederken, bir an Mısır seyahatlerime daldım ve Nil Nehri üzerindeki Esna Kanalından benzer geçişi hatırladım…. Nostalji bu olsa gerek..
Geçen yıl başında Danimarka metro istasyonların yapısı dikkatimi çekmişti. Ve o görüntüleri Kopenhag sayfamda yayınlamıştım.. Ehh Fransız milleti geri kalır mı ? Onlar da aynı sistemi uygulamaya başlamışlar. Yani artık yeni hatlarda bir istasyona girdiğimiz zaman, İstanbul’da ki kıytırık metromuz gibi yolcular direkt olarak metro vagonlarıyla temas etmiyorlar. İstasyona indiğiniz zaman kendinizi etrafı camlarla çevrili bir kutuda hissediyorsunuz. Ne zaman ki metro istasyona geliyor, o zamana hem metronun, hem de istasyonun, yani cam kutunun kapıları aynı anda açılıyor ve hiçbir şekilde raylara düşme ihtimaliniz olmadan trenin içine girebiliyorsunuz. Metro hareket etmeden önce de hem trenin, hem de istasyonun karşı karşıya gelen kapıları kapanmış olduğundan bu tür istasyonlarda kaza riski sıfıra inmiş oluyor. Ayrıca bu hatlarda artık vatman vs.. de yok: Tren kendi başına geliyor, duruyor, kapılarını açıyor, yolcularını alıyor, kapılar kapanıyor ve kendi başına bir ileriki istasyona devam ediyor.
Bu sistemin Singapur’da da olduğunu duydum; ama önce Fransa’da mı? Singapur’da mı ? Danimarka’da mı ? Yoksa başka bir ülkede mi ? başlandığını bilmiyorum. Bilen var ise ve bizlerle de paylaşırsa çok mutlu olurum.
Paris’ e gidince Champs Elysée’ ye uğramamak olmaz.. Ama ben size klasik turist gezisi anlatmadığıma göre Champs Elysée’ de hangi konudan bahsedebilirim bir düşünün …
Paris Borsası Avrupa’nın en eski borsalarından biri ve Fransızlar o eski halini tümüyle korumak istemişler…
Paris’in taşı toprağı altın olduğu için havaalanına yer kalmadığından adamlar normal otomobil yollarının üzerinden uçak pisti yapmışlar. Ama tel örgü, dikenli tel gibi hiçbir koruma unsuru yok. Bizde olsa çok kişi karşı çıkar, bir çok karşı fikir üretilir veee sonunda havaalanı yapılmazdı…