Ruh Bulantısı
Başlangıçları sever insan…
Bilinmezlerle yüklüdür zira başlangıçlar…
Ve her bilinmez, içinde potansiyel bir umut barındırır…
Yeni başlıyordur…
Başlamak üzeredir…
Henüz yaşanmamıştır…
Bil(e)mez ki, başlarken neler olabileceğini…
Kestiremez öncesinde…
Umut eder sadece…
O umut olmasa zaten, başlamak istemez…
Başlamaz belki de…
Başlangıçlar, emrindedir çoğu zaman insanın…
***
Başlangıçlar yalındır, nettir…
Hissettirir kendisini, yeni başlayan her şey…
“Aşık mı oldum?” diye sorması abestir insanın kendi kendisine misal…
Bal gibi de hisseder insan aşkın başladığını…
Hatta çevresine de hissettirir davranışlarıyla, gizleyemez…
Ama, “flu”dur bitişler…
Başına buyruktur…
Başlangıçların düğmesine insan kendisi basar…
Lakin bitişlerin çoğunluğu, inisiyatifi dışındadır…
Bu yüzden kafasını karıştırır ya çoğu zaman “Son”lar…
Belki aslında çoktan bitmiştir de…
Görmek istemez insan…
Ya da, işine gelmez kabullenmek…
Yani bitse dahi bir şey, bittiği gerçeğiyle yüzleşmekten çekinir…
Başlangıçların teşhislerini anında koyar, bir çırpıda…
Ama bitişlerle yüzleşmek zaman alır…
Yüzlerce kez sorar kendisine, gerçekten “Bitti mi?” diye…
Başlangıçlar “Ben buradayım” dercesine belli eder kendisine…
Bitişler ise labirentin ucundaki peynirdir çoğu zaman…
Belki de hiç ulaşıl(a)mayan…
***
Bitiş(ler)in en belirgin olduğu andır aslında ruh bulantısı…
Evet, sadece mide değildir bulanan…
Ruh da bulanır…
Ruh da kusar…
Eskiler, “Kusmak” ifadesini hoş bulmazlar…
Yerine, daha nazik olduğuna inandıkları “istifra” kelimesini kullanırlar…
Ha kusmak, ha istifra etmek…
Sonuçta ikisi de aynı şeyi anlatır…
Nasıl ki kusarak midesini rahatsız eden bir şeyi dışarı atıyorsa insan…
Ruh da istifra eder, dışarı çıkartır fazla ya da gereksiz yüklerini…
Biteni, hükmü kalmayanı, bünyesinden atar…
***
Yeni bir işe başlar insan örneğin…
Mutludur…
“Sabah olsa da işime gitsem” coşkusuyla geçer ilk günler…
Belki aylar, belki yıllar sonra…
Hisseder…
Ne hayal ettiği iştir o iş…
Ne de hayal ettiği işyeri…
Duvarlar üzerine yıkılmaktadır adeta…
Zaman hızla akmakta, hayalleriyle arasındaki mesafe gittikçe açılmaktadır…
Korkar, paniğe kapılır…
Ayakları geri geri gitmeye başlar…
Pazartesiler, işkenceye dönüşür…
Ruhu kusmaya başlamıştır aslında…
Fark etmez…
Ya da fark etmek istemez…
***
İstisnasız, güzel başlamayan aşk yoktur örneğin…
Ama çoğu, gün gelir biter….
Zamanında can atılan buluşmalar sıkıntı vermeye başlar…
Telefon her çaldığında hissedilen heyecan yerini “Yine mi?” ye bırakır…
“Sonra ararım” diye ötelenir hatta…
Paylaşımlar, zorunluluğa dönüşür…
Ruh kusmaya başlamıştır…
Kabul etmek istemez insan, durdurur, geri ittirir ruhunu…
Aynı durum evlilikler için de geçerli değil midir?
Çoktan bitmiştir bazen evlilik…
Ruh çoktan kusmuş, her yeri batırmıştır…
Buna rağmen, metazori sürdürülür birliktelik.
Heyecandan, özenden, sevgiden yoksun bir biçimde.
Kurumuş kusmuğun üzerine, suni mutluluklar inşa etmenin, nafile çabasıyla…
***
Dostluğu da kusar bir gün ruh…
İnsan, yıllar yılı “dostum” dediği kişinin aslında bir herhangi bir
tanıdıktan fazlası olmadığını hisseder.
Hele ki kazıklar da atılmışsa…
Güven yerle bir olmuşsa…
Hele ki can yanmışsa…
Sevgisini, saygısını israf ettiği gerçeğiyle baş başa kalır kişi…
Ruhunun bulandığını hisseder…
***
Ortamı da kusar bir gün ruh…
Hep huzur vermiş bir çevrenin artık üzerine üzerine geldiğini hisseder
insan…
Aynı yüzler…
Aynı sesler…
Aynı mekanlar…
Aynı olaylar….
Nefesi kesilir adeta…
Ruhu kusmaya başlar…
***
Ya da insan bir gün, dahil olduğu herhangi bir topluluğun, ortamın
kendisine yaşattığı hayal kırıklığıyla yüzleşir…
Orada ve o insanlarla ne işi olduğunu sorgulamaya başlar…
Sahte gülümsemeler…
İçi boş samimiyetler…
Ruhu bulanmaya başlar…
Eski inandıklarını da kusar, gün gelir insanın ruhu…
Yıllarca savunduğu tezlerin kendi içinde bir bir çürümeye başladığını
hisseder…
***
Cenap Şehabettin “Niçin mi fikir değiştiriyorum; çünkü ben fikirlerimin
sahibiyim, kölesi değil.” diyor…
“Yalnızca aptallar ve ölüler fikirlerini değiştirmezler. Aptallar
değiştirmez, ölüler ise değiştiremez.” diyerek, destekliyor bu görüşü
John Henry Patterson…
Ve ekliyor Leo Buscaglia: “Yarın sabah, ne sevdiğiniz kişilerin yüzleri
ne de kendi yüzünüz aynı olacaktır.”
Değişmek insanın özünde var…
Değişmeyen insanı sorgulamak lazım bu bağlamda…
18 yaşındaki “Aşk” tanımıyla 50 yaşındaki aşkın anlamı aynıysa…
Kişinin gençliğindeki beklentileri, hiç değişmeden, olgunluk çağına
taşındıysa…
Yıllara, yaşanmışlıklara rağmen evril(e)mediyse insan…
Heyecan, yerini olgunluğa…
Heves, yerini amaca…
Macera, yerini deneyime…
Hayal etmek, yerini çabalamaya bırakmadıysa…
Ruhunun tekamülünden bahsedebilir mi insan?
***
Her yaşında farklı bulanabilir insanın ruhu…
Gençlikte yaşanan ruh kusmaları maymun iştahlılığı çağrıştırabilir…
Doğaldır, yeni başlangıçlar için dolu zaman vardır insanın önünde…
Aç gözlü bir biçimde saldırır hayata o yaşlarda insan….
Ama, orta yaştaki ruh kusmaları kişinin kendi özüne yolcuğunun ilk
duraklarıdır aslında…
Ruhunun kusması, kişinin kendisiyle yüzleşmesidir bir nevi…
Aslında kim olduğunu, ruhu bulanmaya başladığında anlar insan…
Ya da olmadığını…
Nereye ait olduğunu…
Veya nerede olmak istediğini
Kiminle anlaşabileceğini…
Ya da kiminle yanyana gelemeyeceğini…
Kendisini neyin mutlu edeceğini…
Neye asla tahammül edemeyeceğini…
***
Kusmaktan nefret edenler tanırım…
Nefessiz kalırım diyerek, kusmaktan korkanları da…
Evet, zahmetlidir kusmak…
Başkalarının o halini görmeleri rahatsız eder insanı…
İstifranın ağızda bıraktığı acımtırak tat da cabası…
O yüzden “Biraz bekleyeyim, geçer” diye düşünür çoğu zaman…
Ötelemek ister o bulantıyı…
Oysa bir kere kalktıysa mide, kaçarı yok, tek çözümdür istifra…
Rahatlayamaz başka türlü insan…
Kendi parmağını bastırır, zorla çıkarmaya çalışır hatta içindekini…
Ruhun bulanması da midenin bulanmasından farksızdır bu bağlamda…
Ruhun da ihtiyacı vardır kusmaya…
Tırtılın kozayı delmesi misali…
Ruh, daha bir özgürleşir istifra ederken…
***
Her ruh bulanmayabilir de…
Nasıl ki temiz, pis, lezzetli lezzetsiz demeden her yediğini kaldıran
mideler varsa…
Gelişmemiş ruhlar da vardır her yaşananı sineye çekebilen…
Her şeye ve herkese “Eyvallah” diyebilen…
Sadece öz benliğine ulaşmaya çabalayanlar hisseder bu ruh bulantısını…
Ruhun bulanması bir arayış…
Ruhun kusması kişisel bir devrimdir son tahlilde…
Ve acısız bir devrim yoktur tarihte.
“Yalnızım ama, bir kente inen ordu gibi yürüyorum.” diyor Jean-Paul Sartre.
Ruhuna kusma özgürlüğünü tanıması, insanın ordulaşmasıdır bu bağlamda…
Ne mutlu ruhu bulananlara…