Sağır Kurbağaya Öykünmek
“Aptalı dost edinmek istiyorsan pohpohla, akıllıyı dost edinmek istiyorsan eleştir.” derler…
Büyük oranda katıldığım bir yaklaşımdır bu…
Eleştiriye açık olmak akıllı insanların harcıdır, bu kesin.
Aptallar, sürekli kendilerini övecek “dalkavuklar” isterler çevrelerinde.
“En doğruyu ben, yalnızca ben bilirim” diyenler eleştiriden hiç hoşlanmazlar…
Hatalı olduklarını söyleyenleri anında “çizerler”, “tukaka” ilan ederler…
Bu yüzden de sürekli hata yaparlar ve birilerinin arkalarını toplamasını beklerler.
***
Farklı fikirlere açık olabilmek ancak “düşünen”lere has bir özelliktir.
Bireylerin karakteristik yapısı oluşturdukları toplumlara da yansır; kaçınılmazdır bu.
Geri kalmış ülkelerde “şak şakçılık” yükselen değerdir.
Ama medeni ülkelerde eleştirel düşünce ön plana çıkar.
Eleştirilmeyi kabul etmeyen, edemeyen; gelişemez, ilerleyemez…
Eleştiriyi dinle(yebil)mek bir erdemdir…
***
Dogma kelimesinin Yunanca ve Latincede “iyi görünmek” anlamına geldiğini öğrendiğimde şaşırmıştım.
Mantık yürüttüğümde geçti bu şaşkınlığım.
Çünkü insanoğlu biyolojik olarak da, sosyolojik olarak da, pisikolojik olarak da sevmez kaosu.
Kolay olana eğilimlidir.
Dogma herkese benimsetilmiş, kabul ettirilmiş “safsata”dır.
Sürü psikolojisinde olduğu gibi dogmayı kabullen(ebil)en mutlu yaşar, gider.
Ama düşünen beyin sorgular..
Sorgulayan beyin eleştirir.
Kaldı ki, medeniyet tarihi “düşünmek”le başlar…
Bireyi özgürleştiren, insanı değerli kılan tüm devrimler yanlışı, dogmatik sistemi eleştirenlerin eseri değil midir?
***
Eleştiriyi kabullenmek erdemse, eleştirmeyi bilmek de aynı şekilde bir meziyettir…
Yazılışları birbirinden apayrı olsa da, anlamları arasında kıldan ince nüansın bulunduğu bazı kavramlar vardır…
İddia etmek ve suçlamak; kompliman yapmak ve yağlamak, hoşgörü ve tolerans vs. gibi…
Günümüzde bu anlam karmaşasından fazlasıyla nasibini alan kavramların başında fikir “beyan” etmek ve fikir “empoze” etmek gelir…
Fikir beyan etmek herkesin en doğal hakkıdır.
“Bence” diye başlayan her cümle dinlenmeyi hak eder.
Ama belirttiğim gibi cümle “bence” ile başlıyor ve bitiyorsa, deyim yerindeyse diğer fikre, karşıt görüşe tecavüz etmiyorsa…
Fikir beyan etmenin bir adım ötesi kişinin fikrini empoze etmesi, yani diretmesi anlamına gelir ki çok tehlikeli sonuçlara yol açabilir.
Fikrin nasıl ortaya konduğu hususu ise bizi bu sefer farklı bir kavram labirendine sokar.
Yapıcı eleştiri ve yıkıcı eleştiri…
Ya da “eleştirmek” veya “eleştirmiş olmak.”
Yapıcı eleştiride eleştiren sözlerini süzerek fikrini beyan eder…
Ama yıkıcı eleştiri, paldır küldür ağza ve akla gelen tüm düşüncelerin sifon misali boşalmasıdır…
***
Sokrates’in üçlü filtresini bilir misiniz?
Bir arkadaşı Sokrates’e birisiyle ilgili duyduğu bir sırrı anlatmaya hazırlanıyormuş.
Daha sözlerine başlamadan “dur” demiş Sokrates; üç tane soru sormuş…
1)Tam anlamıyla gerçek olduğundan emin misin?
2)Söyleyeceğin şey gerçekten iyi bir şey mi?
3)Söyleyeceğin şey benim işime yarar mı?
Sokrates’in üçlü filtresini eleştiri kavramına da adapte etmek mümkün…
Ve gerekli aynı zamanda…
Herhangi bir kişiyi, kurumu, olayı vs. eleştirecek kişinin kendisine üç tane soru sorması gerekir.
1)Eleştiride bulunacak kadar konuya vakıf mıyım?
2)Eleştirirken beraberinde olması gerekeni de sunuyor muyum?
3)Eleştirim karşımdakine bir fayda sağlayacak mı?
Eleştiriyi hazmetmek nasıl bir olgunluk meselesiyle eleştirebilmek de aynı olgunluğu gerektiriyor aslında.
Önce bileceksin, ki akıl vermeye hakkın olsun…
Bilmediğin bir konuda yapacağın eleştiri boşa konuşmuş olmaktır sadece.
“Bilgi”ye haksızlık ve saygısızlıktır.
Eleştirdiğin şeyi önce kendin yapmayacaksın ki, eleştirin inandırıcı olsun.
Fosur fosur sigara içen birisinin bir başkasını “Yahu çok sigara içiyorsun” diye eleştirmesi komiktir değil mi?
Ve eleştirirken kendince doğrusunu da belirteceksin…
Eleştirine çözüm önerini de eklemiyorsan yaptığın şey “eleştirmiş olmak için eleştirmektir” sadece.
***
Ressam olabilmek için yanıp tutuşan bir genç, dünyaca ünlü bir ressamın okuluna katılmış.
Aylar, yıllar geçmiş.
Bir gün bizim delikanlı çıkmış karşısına ustasının…
“Usta” demiş, “ben artık bir ressam oldum mu?”
“Onun kararını ben vermem, halk verir” demiş ustası ve sormuş “büyük sınava hazır mısın?”
Hep bu anı bekliyormuş; heyecanla “hazırım” demiş..
“Tamam o zaman “ demiş ustası, “Yarın en sevdiğin tablolarından birini alacak, şövalenin üzerine koyup şehrin meydanına bırakacaksın. Tablonun yanında bir tüp boya, bir fırça ve şu not olacak : ‘beğenmeyenler resmin üzerine bir çarpı atsın.”
Sabahın ilk ışıklarıyla bizim delikanlı hocasının dediğini harfi harfine yapmış…
Gün batarken hocası “Git al bakalım tablonu” demiş…
Bizimki şehrin meydanına gitmiş; bir de ne görsün; tablosunun üzeri çarpı içindeymiş, tuval görünmüyormuş adeta çarpılardan”
Koymuş tabloyu kolunun altına, yıkılmış bir vaziyette ustasının yanına dönmüş.
“Usta” demiş, “dersimi aldım… Benden ressam olmazmış”
Başlamış gevrek gevrek gülmeye ustası..
“Dur hele” demiş, bu ilk sınavdı… Yarın ikinci sınav var”
Anlatmış ustası: “Yarın bir başka sevdiğin tablonu alacak yine aynı yere bırakacaksın. Yine bir kutu boyayı ve fırçayı tablonun yanına koyacaksın. Ve bu sefer şöyle bir not iliştireceksin: “Tablomda hatalı bulduğunuz yerleri düzeltin.”
Ustası ne diyorsa aynen yapmış genç adam…
Bir gün önceki sınavda büyük hayal kırıklığına uğrayan genç akşam olmasına rağmen cesaret edemiyormuş tablosunu almaya.
Onun bu tedirgin halini gören ustası “Evlat” demiş, “Gel bakalım ikinci sınavın sonucuna”
Tablonun yanına gitmişler ki ne görsün bu sefer bizim genç ressam adayı…
Boyanın kapağı bile açılmamış, fırça yerinden bile kalkmamış, tablosu olduğu gibi duruyor, bir nokta bile eklenmemiş…
Sevinçle boynuna atlamış ustasının…
“Ama, ben bir şey anlamadım bu sınavlardan usta” demiş.
“Dün, resmimi beğenmeyip çarpı içinde bırakanlar bugün tek bir fırça bile dokundurmamışlar tabloya. Nasıl olur? Ne anlama geliyor bu?”
Bilgece gülümsemiş ustası..
“Bak evlat” demiş, “insanlar böyledir… Eleştir dendiğinde yarışa girerler ama düzelt dendiğinde kimse sesini çıkartamaz. Eleştirmek kolaydır ama yapmak zordur. Bu dersi sakın unutma. Bu ders seni ressam yapmaya yeter mi bilmem ama bilge yapmaya yeter”
***
Genç ressamın yaşadığı bu sınavları biz de günlük hayatımızda sürekli yaşamıyor muyuz?
Tenkide geldiğinde cömert mi cömert, müsrif mi müsrif ama takdire geldiğinde cimrinin cimrisi bir toplumda kişinin umutlarını koruyabilmesi, doğrularını muhafaza edebilmesi öyle güçleşiyor ki…
Ve şuna inanırım…
Takdir etmesini bilmeyenin tenkidi de dikkate alınmaz..
Sadece hataları görmek, dillendirmek zamanla doğru bile olsa eleştirinin içini boşaltır, gücünü zayıflatır.
Adam eleştirir, eleştirir…
“Tamam, öyleyse gel sen yap” dersiniz, kaçar!
***
Kurbağalar arasında bir yarışma düzenlenmiş.
Bir sıçrayışta iki metre yüksekliğindeki kumdan tepenin üzerine konmayı başaran kurbağa yarışmayı kazanacak; “kral kurbağa” olacakmış…
Yarışmayı duyan tüm orman; zebralar, aslanlar, sincaplar vs. ne kadar hayvan varsa tribünlere geçmiş yarışmayı bekliyormuş merakla…
Bir yandan da koro halinde bağırıyorlarmış : “Kurbağalar yapamaz, kurbağalar yapamaz.”
İlk önce genç, atletik yapılı bir kurbağa varmış..
Gerinmiş, şişinmiş “vrak” diyerek bir sıçramış, on beş santim yükselip yere düşmüş; tepeye yaklaşamamış bile..
Tribün korosu daha da büyük bir coşkuyla devam etmiş bağırmaya “Kurbağalar yapamaz, kurbağalar yapamaz”
İkinci kurbağa gelmiş…
Vrak…. On santim… Düşmüş peşi sıra..
Üçüncü kurbağa…On iki santim… Sonra yerde…
Akşama kadar yüzlerce kurbağa gelmiş, şansını denemiş..
Ama bir tanesi bile o sıçrayıp o iki metrelik kumdan tepenin üzerine konamamış…
Her hezimet sonrası daha da coşuyormuş tribünler “Kurbağalar yapamaz, biz demedik mi, kurbağalar yapamaz”
Artık yarışma sonlanmak üzereymiş ki, elinde bastonu, gövdesini zor taşıyan titrek bacaklı bir kurbağa gelmiş tepenin yanına şansını denemek için…
Yaşlı kurbağayı gören tribündeki hayvanlar artık işi dalgaya vurmuşlar, daha da coşkulu bir biçimde bağırıyorlarmış: “Kurbağalar yapamaz, kurbağalar yapamaz”
Bu bağırış çağırış içinde bizim yaşlı kurbağa inilti şeklinde “vrak” dedikten sonra sıçramış, iki metrelik tepenin üzerine konuvermiş..
Herkesin ağzı bir karış açık kalmış..
Tribündekiler sus pus olmuş…
Hayvanlar gördükleri bu manzaraya inanamamışlar..
Ormanda merak konusu olmuş bu durum..
Yahu gencecik atletik kurbağalar bile tepeye konamamışken bu bastonuyla ancak yürüyen kurbağa nasıl kırmış rekoru..
Sonradan öğrenmişler ki, şampiyon yaşlı kurbağa sağırmış…
***
İşte hayatta bazen başarıya giden yol eleştirilere kulak kapatabilmekten geçiyor.
“Başaramazsın”, “yol yakınken gel geri dön” gibi moral bozucu eleştirileri kulaklarını tıkayabilenler zaferi kucaklayabiliyor…
Tarih “yapamazsın” diyenleri değil “başaranları” anımsar.
Gelmiş geçmiş tüm “önder”ler, eleştirilerden yılmayan insanlardır…
Hiç uzağa gitmeyin, dünyanın gördüğü en büyük liderlerden Atatürk’e bakın…
Atatürk “insanlar ne der” diye düşünseydi, İstanbul basınında çıkan ve hakarete varan eleştirileri dikkate alsaydı başlattığı özgürlük hareketi başarılı olabilir miydi?
Uçurtma rüzgarın gücüyle uçmaz, o güce karşı koyduğu için uçar!
***
Tabii, bu sözlerimden sabit fikirli, körü körüne hatanın peşinden gitmek anlaşılmasın…
Eleştiriye açık olmak, söylediğim gibi bir erdem…
Ama eleştirinin değerini belirleyen ölçüt “nasıl yapıldığı” bence…
Ne söylediğiniz elbette önemlidir…
Ama bazen “nasıl söylediğiniz” çok daha önemli olabilir.
Tecrübe ve olgunluk kişiye eleştirinin önemi kadar, yapıcı ve yıkıcı eleştiri arasındaki farkı da öğretir.
***
Nasreddin Hoca bir gün meyve toplarken ağaçtan düşmüş…
Ahali üşüşmüş başına: “Aman hocam iyi misin, ama hocam ne yapalım?”
Derken birinin koşturmaya başladığını görmüş Hoca.
Bağırmış ardından : “Evlat, nereye gidiyorsun?”
“Doktor bulup getireceğim hocam” demiş…
“Boş ver doktoru, sen bana daha önce ağaçtan düşen birini bul, getir” demiş hoca…
Hoca haklı!…
Hayatında hiç ağaca çıkmamış birisi ne kadar vakıftır ağaçtan düşenin haline, ki eleştiride bulunabilsin, akıl verebilsin?
Eleştirmek biraz da haddini bilmeyi gerektirir.
***
Tüm bu yazdıklarımın “eşittir”ine gelince…
Yaşadıklarım bana eleştiri kadar eleştirinin kimden ve nasıl geldiğini de önemsemem gerektiğini öğretti.
Mevlana diyor ya hani : “Her lafa verecek bir cevabım var… Lakin, bir lafa bakarım laf mı diye, bir de söyleyene bakarım adam mı diye…”
Deneyimlerim beni Mevlana ile buluşturdu…
Eleştiriden korkan, hiçbir şey yap(a)maz; çünkü ancak hiçbir şey yapmayan eleştirilmez.
Ama her eleştiriden etkilenen de hiçbir şey yapamaz.
Sağır kurbağaya öykünmek en doğrusu bence…
Yani sadece önemsediklerimizi, fikrine değer verdiklerimizi duymak, dinlemek…
“Bence” tabii ki…