SAKARYA – Son Sınır
Başlarken…
Tarih, sebep sonuç ilişkisi içinde akan bir nehir gibidir ve geçmişte yaşanan her olay gelecekte yaşanacak bir olayın sebebidir.
Burada okuyacaklarınız, sadece tarihi bir hadise ile ilgili olaylar manzumesi değil aynı zamanda, Falih Rıfkı Atay’ın, 30 Ağustos Zaferi için söylediği gibi, “Neyimiz varsa, Bağımsız bir devlet kurmuşsak, bir vatandaş olmuşsak, şerefli insanlar gibi dolaşıyorsak, Yurdumuzu Batı’nın, vicdanımızı ve kafamızı Doğu’nun pençesinden kurtarmışsak, şu denizlere bizim diye bakıyor, bu topraklarda ana bağrının sıcaklığını duyuyorsak ve nefes alıyorsak, hepsini, her şeyi borçlu olduğumuz” sıradışı günlerin ve yaşanmışlıkların, bizi biz yapanların hikâyesidir.
Bu çalışmayı bugün burada yazabiliyorsak, bunu, hikâyenin ölümsüz kahramanlarına borçluyuz.
Bu yazımda, Dünya tarihinin en uzun meydan savaşı olan Sakarya Meydan Muharebesini, savaşın tanıklarının gözünden aktarmaya çalışacağım…
Sakarya Meydan Muharebesi, Türk’ün, son ocağını savunduğu, üzerindeki ölü toprağını atıp ayağa kalktığı ölümsüz bir anıttır. Haymana son kale, Polatlı, Yunan Ordusunun bir türlü çözemediği, Gordion’un Düğümüdür.
Sakarya, bir yıl sonra İzmir’in dağlarında açacak olan çiçeklere akan can suyu, Büyük Taarruzun ön sözüdür.
Büyük Gazi’nin değişiyle Sakarya Meydan Muharebesi, milletin, yabancıların elinde köle olduğunu görmemek için, canıyla ve kanıyla yarattığı bir destandır.
Birinci Dünya Savaşı ve Anadolu’nun İşgali
Birinci ve İkinci Balkan Savaşları, ardından gelen Birinci Dünya Savaşı…
Osmanlı İmparatorluğu, on yılı aşkın bir süre boyunca savaşmış, canının, malının ve topraklarının büyük bölümünü kaybetmiştir.
Nihayetinde, Mondros Mütarekesi imzalanmış ve 600 yıllık Devlet-i Aliyye-i Osmâniyye, cellatlarına boyun eğerek, üç kıtaya hükmeden bir imparatorluktan, Anadolu içlerindeki küçücük bir toprağa mahkûm edilmiştir.
Savaş, başta İngilizler olmak üzere, Müttefik Devletlerin lehine bitmiş olsa da, özellikle İngilizlerde, Türklere karşı Çanakkale’den kalma kin o kadar büyüktür ki, Mondros Mütarekesini, Limni adasının Mondros Limanı’nda, Çanakkale malulü Agamemnon zırhlısında imzalamışlardır.
Agamemnon zırhlısının seçilmesi aslında bir mesajdır.
İç karışıklıklar ve İrlanda sorunu nedeni ile Anadolu’ya kendi askerini gönderemeyen ve bu verimli toprakları Fransa ve İtalyanlara kaptırmak istemeyen İngilizler, bu kanlı vazifeyi, savaşın hiçbir cephesinde bulunmamış, siyasi ve ekonomik anlamda İngiltere’ye bağımlı ve Türklere karşı herhangi bir zaferi bulunmayan Yunan Ordusuna vermişlerdir.
Mesaj açıktır; zira Agamemnon Yunan mitolojisinde Miken Kralıdır ve Truva Savaşında Yunan Ordularını yöneten komutandır.
Winston Chirchill, Avam Kamarasında yaptığı bir konuşmada, “Türkleri Orta Asya’ya kadar sürmek, Avrupa için bir mecburiyettir” diyerek Yunan Ordularından beklentilerini ifade etmiştir.
…
İşgale gelenler her hali ile bu kadar bilenmiş ve hazırken Anadolu sahipsiz ve kimsesizdir.
İzmir Metropoliti Hrisostomos Kalafatis, İzmir rıhtımına çıkan Yunan işgal ordularını takdis ettikten sonra, askere dönüp “ne kadar Türk kanı dökerlerse o kadar sevaba gireceklerini” söylemiştir.
İzmir’in işgal edildiği gün, resmi kayıtlara göre, içlerinde Hasan Tahsin’in de bulunduğu dört binin üzerindeki yerel Türk halkı ve 400 kadar subay ve asker öldürülmüş, Miralay Süleyman Fethi Bey, Yunan askerlerinin tüm zorlamalarına rağmen “Yaşa Venizelos” diye bağırmayı reddetmesi üzerine 22 süngü darbesi ile katledilmiştir.
Tüm bunlar olurken, kimilerince Anadolu direnişini desteklediği ve hatta başlattığı iddia edilen Sultan Vahdettin, İngiliz Daily Mail gazetesine verdiği demeçte, “Yunan ordusunun kendi iradesi ile İzmir’e çıktığını söyleyerek aslında bir işgal ordusu olmadığını” belirtmiştir.
…
“Ey Vatan, gözyaşların dinsin, yetiştik çünkü biz”.
Mülkiye Marşı
Cemal Ethem, bu şiiri bu buhranlı günlerde kaleme almıştır.
Türkün son vatanı yangın yeriyken, her yerde ayrı bir dram, ayrı bir felaket yaşanırken, Cemal Ethem gibi, bu toprağın gerçek çocukları her köşeden ses vermeye başlamış…
Halide Edip, Sultanahmet mitinginde “kalbimizdeki haklı isyan kuvvetimizdir” diye haykırmış…
Mehmet Akif, istiklal için yazdığı şiirinde millete “Arkadaş! Yurduma alçakları uğratma sakın, siper et gövdeni dursun bu hayâsızca akın” diye seslenmiştir.
…
Anadolu ve Rumeli toprakları, her dönemde, kendine sırtını dönen ve hançerleyenleri barındırsa da, onun imdadına koşanları da yetiştirmeyi bilmiştir.
Ve bu toprakların imdadına, her türlü imkansızlık, her türlü yokluk içinde, padişahı, halifeyi bazen koca bir meclisi, bazen en yakın arkadaşlarını bile karşısına alarak, kırık bir kaburga kemiği ile, hakkında verilen idam fermanları olduğu halde, yılmadan, yorulmadan ve uyumadan, 38 yaşında gencecik bir paşa yetişmiş ve Anadolu’nun her yerinde yanan bu çoban ateşlerini bir araya getirerek bağımsızlık ateşini yakmıştır.
Ege’de Efeler,
Karadeniz’de Topal Osman ve Adamları,
Güney’de Sütçü İmam ve Şahin Bey,
Nihayetinde Kuvayı Milliye…
Anadolu sonunda direnmeye karar vermiştir.
Tamimler, Kongreler…
Millet, Mustafa Kemal Paşa önderliğinde birleşerek egemenliği kayıtsız şartsız üzerine almış ve Ankara’da BMM açılmıştır.
Ardından gelen Birinci ve İkinci İnönü zaferleri…
Mehmet, yetiştiği sert toprakları da yanına almış, bu toprağın yabancısı ve buna rağmen onda gözü olanlara dersini vermeye başlamıştır.
Bu arada, suyun öteki yanında, İngiliz politikasının esiri olmayan aklıselim ve onurlu insanlar da vardır.
200 kişi kadar sosyalist Yunan askeri, Anadolu topraklarına doğru yol alan gemilerde örgütlenmiş ve bir bildiriye imza atmışlardır. Grubun lideri olan Yomaganis adlı asker de, tıpkı Mustafa Kemal Atatürk gibi Selanik kökenlidir. Bildiride şunlar yazılıdır: “Anadolu’nun işgali Britanya emperyalizminin bir oyundur. Britanya, mazlumların kanıyla yeni sınırlar çiziyor. Biz bu oyuna alet olmayacağız. Anadolu halkı bizim kardeşimizdir. Biz onları öldürmeyeceğiz”.
Emperyalizm kendine karşı gördüğü herkese ve her şeye karşı acımasızdır. Bu 200 asker önce tutuklanır ve türlü işkencelerden sonra idam edilir.
Kütahya–Eskişehir Muharebeleri
İnönü Muharebeleri, İngiliz destekli Yunan ilerleyişini durdurabilmişse de, ne Yunanlıların ne de azmettiricilerinin bununla yetinme niyeti yoktur.
Lloyd George İngiliz basınına verdiği demeçte, “Yunanlıların artık Sevr’de elde ettikleriyle yetinmelerine bir gerek kalmadığını” belirtmiştir. İngiliz Hükümeti, Yunan Ordusuna, çok sayıda silah, cephane, ulaşım aracı ve uçak satmış, Londra konuşlu İyonya Bankası da Yunan Hükümetine yıllık binde 6 gibi çok düşük faizle kredi vermiştir. Tüm bunların teminatı, yer üstü ve yer altı zenginlikleri ile Batı Anadolu topraklarıdır.
İkinci İnönü Muharebelerinden yaklaşık dört ay sonra, 10 Temmuz 1921 de tüm hazırlıklarını ve eksikliklerini gideren Yunan Ordusu, 12 Tümenlik yaklaşık 110.000 kişilik bir güçle ileri harekâta kaldığı yerden tekrar başlamıştır. Hedef Kütahya – Eskişehir hattıdır.
Türk Ordusu savaşı 55.000 kişilik bir güçle karşılamış, donanım ve sayısal açıdan üstün Yunan Kuvvetlerine karşı canla başla dövüşmüştür. Fakat özellikle 17 Temmuz günü Kütahya’nın düşmesiyle birlikte Türk Ordusu, kuşatma tehlikesi ile karşı karşıya kalmıştır.
Aynı gün Fevzi Paşa ile birlikte cepheye gelerek durumu yerinde tetkik eden Mustafa Kemal Paşa Türk ordusunun geri çekilmesini emretmek zorunda kalmıştır. Aksi halde, kıt kanaat ve bin bir zorlukla bir araya getirilen ordu toplu şekilde imha edilecektir.
Atatürk, Nutuk adlı eserinde orduların Sakarya’nın doğusuna çekilmesini zorunlu kılan nedenleri şöyle ifade eder: iki ordu arasındaki “kuvvet, vesait ve şerait nispetsizliği”.
Geri çekilme, sadece ordunun kuşatma altına alınıp imha olmasına karşı alınmış bir önlem değildir. Aynı zamanda taktik bir manevradır. Dehası bir taktiktir. Taktisyeni, Mustafa Kemal Paşa’dır. Tarih kitaplarıyla harmanladığı saha birikimi, Yunan Ordusunu gafil avlayacaktır. Aynı tuzağa, İkinci Dünya Savaşında, Atatürk’ün “onbaşı” diye andığı Hitler de düşecek ve uçsuz bucaksız Rus steplerinde ordusu perişan olacaktır.
Ama önce ders alması gereken, Küçük Asya İşgal Orduları Komutanı General Populas ve kurmaylarıdır.
Ordu, Sakarya Nehrinin hemen doğusunda, Polatlı’dan Haymana’ya kadar uzanan 80 kilometrelik bir yay üzerinde bulunan yükseltilere kadar geri çekilerek, Yunan Ordusunun lojistik hattı 200 kilometre daha da uzatılacak ve araya Sakarya Nehri de sokularak işgal ordusunun günlük iaşe işleri dahi güç hale getirilecektir. Böylelikle, Büyük Gazi’nin tabiri ile Yunan Ordusu “vatanın harimi ismetinde boğulacaktır”. Ayrıca, yeni bir savaşa hazırlanmak için gereken zaman da kazanılacaktır.
Atatürk’ün emriyle, geri çekilme ve ordunun Sakarya önlerindeki yeni tertiplenme planı Batı Cephesindeki birliklere dağıtılmıştır.
Fakat, geri çekilme, dile kolay olsa da çok zor şartlar altında yapılmıştır. Eskişehir ile birlikte, Kütahya ve Afyon da düşman eline geçmiştir. 2.000 civarında şehit verilmiş, pek çok birlik kaybolmuş ve Sakarya’nın doğusuna kadar kendi imkânlarıyla geri çekilmek zorunda kalmış fakat yine de kayıplarla da olsa, Sakarya önlerinde tutunabilecek bir mevcutla geri çekilmeyi başarmıştır. Geri çekilirken, Yunan Ordusunun yararlanabileceği bütün demiryolu ve köprüler de imha edilmiştir.
55. Alay’dan Ömer Çavuş, Porsuk Çayının yanındaki bir köye ulaştıklarında, dağınık halde yürüyen müfrezesini toplamış ve askerlerine, kendi tabiri ile belleri bükülmemiş gibi köye girmelerini emretmiştir.
Kütahya Eskişehir Muharebelerinin en kanlı günlerinde, Vahdettin’in emri ile Şeyhülislam Dürrizade tarafından verilen fetva, savaşan askerin pek çoğunun direncini büsbütün kırmıştır. Fetvada özetle, Ankara Hükümeti için savaşa katılan herkesin, Halife Vahdettin’e karşı isyan etmiş sayılacağından dinden çıkacağı belirtilmiştir.
Bu fetva o kadar etkili olmuştur ki, muharebenin kaybedilmesi ile birlikte umutsuzluğa kapılan 30.000’e yakın asker silahları ile birlikte firar etmiştir.
…
Batı Cephesinin yeni karargâhı Alagöz’dedir. Alagöz, Ankara’ya trenle yaklaşık 40 dakika mesafede küçücük bir köydür.
Kurmay Albay Asım Gündüz, Alagöz karargâhını ve komuta heyetinin durumunu şöyle anlatır; “Alagöz karargâhı; camı çerçevesi olmayan iki küçük çiftlik binası. Odaların birinde Mustafa Kemal Paşa, diğerinde İsmet Paşa ve ben kalıyoruz. Öteki arkadaşlar, yer olmadığından çevredeki çadırlara yerleşmişti. Bereket, mevsim yazdı”.
…
Alagöz karargâhının ilk işi, geri çekilen ve tüm hatlarıyla yeniden tanzim edilmesi gereken ordunun doyurulmasıdır. Bir de askerin giyecek meselesi vardır. Ordu mevcudunun yarısı,
köyünden, kasabasından geldiği kıyafetlerle savaşmaktadır. Üçte birinin ayağı çıplaktır. Çağırı olan şanslı askerler, çarıklarının tabanına ot tıkamaktadır.
Albay Asım, alınan tedbirler ve durum hakkında şöyle bahsetmektedir günlüğünde; “Bu tedbirleri Dünyadaki son Türk Devletinin varlığı için alıyorduk. Aksi halde O da yok olacaktı. Bu inançla savaşanların, erlerinden generallerine kadar, kılık kıyafetinden boyu posu, kilosuna kadar her şey içler acısıydı”.
…
Bir diğer ve en önemli sorun ise kaçaklardı. İsmet Paşa, Mustafa Kemal Paşa’nın “kaçak sayısı belli oldu mu” sorusuna, “şaşırmaya hazır ol, ordunun yarısı” diyerek cevap vermiştir.
Büyük Gazi’nin bu duruma yorumu şöyle olmuştur; “Anadolu’yu yüzlerce yıl, yalnız canına ve malına ihtiyacın olduğunda hatırlarsan, bunun dışında kaderine terk ve cehalete teslim edersen, sonuç böyle olur”.
30.000 kişi… Batı Cephesi karargâhının taktığı isimle “Firari Kolordusu”…
Geri Çekilmenin Sonuçları
Yunan Ordusunun bu başarısı işgalcileri ve yandaşlarını sevince boğmuştur. İstanbul, İngiliz, Amerikan ve Yunan bayrakları ile süslenmiştir.
Ali Kemal bile, karşılaştığı Sait Molla’ya “Gördün mü Molla Bey, korkmaya gerek yokmuş. Bizim düzmece kahramanlar perişan oldular” diyerek sohbet etmektedir.
İstanbul Sarayına bağlı Kütahya Belediye Başkanı Hüseyin Hüsnü, Yunan Ordusu, Kütahya ve köylerini kayıp yıkarken, insanları diri diri gömüp kadınlara tecavüz ederken, General Populas’ı ziyaret ederek başarısından dolayı kutlamış ve Kütahya’yı milliyetçilerden kurtardığı için teşekkür etmiştir.
…
Bursa’yı işgal eden Yunan Ordusu, şehirde, Osman Gazi Türbesi başta olmak üzere bütün dini yapıları harap etmiş, mezarlar, kapakları açılarak talan edilmiş ve pek çoğu tanınmaz hale gelmiştir. Bursa ve Anadolu’dkai şehirlerin Yunan işgali altında geçirdiği 3 yıla yakın süre boyunca, şehirler ve kasabalar da dahil olmak üzere hiçbir yerleşim yerinde ezan bile okunamamıştır. (Not: 19 Mayıs 2020 tarihinde yapılması gereken bayram kutlaması, şehrin, dini saikleri ile tanınan Belediye Başkanı tarafından, halkın sadece bir kısmını ilgilendiren bir etkinlik olması sebebi ile yasaklanmıştır)
Yunan mezaliminden kaçan halk, işgal edilen topraklardan Ankara’ya doğru göç yollarına düşmüştür.
Geri çekilmenin Ankara’da da etkileri büyük olmuştur. Meclis kaynamakta ve yenilginin sorumlusu aranmaktadır. İsmet Paşa adeta yaylım ateşine maruz kalmıştır.
Aslında, Meclisin muhalif kanadını oluşturan ve özellikle eski ittihatçıların oluşturduğu, Enver Paşa’ya yakın vekillerin esas hedefi Mustafa Kemal Paşadır. Fakat bunu açıktan dile getirememekte ve İsmet Paşa üzerinden Mustafa Kemal Paşa’ya saldırmaktadırlar. Kütahya Eskişehir Muharebelerinin kaybını da, bekledikleri fırsat olarak görmektedirler.
Mustafa Kemal Paşa’yı devirip yerine, o günlerde Batum’da bulunan Enver Paşa’yı getirmeyi hedeflemişlerdir.
Bu ateşe adeta benzin dökercesine Enver Paşa, aynı tarihlerde, Mustafa Kemal Paşa’ya yazdığı mektubu, ”yurtdışında kalmamızın, başta Türkiye olmak üzere, kurtarmaya çalıştığımız İslam âlemi için yararsız ve belki de tehlikeli olduğunu sezdiğimiz anda memlekete geleceğiz. İşte o kadar” diye bitirerek bir nevi ültimatom vermiştir.
Enver Paşa ve muhaliflerin bekledikleri an, Sakarya önlerinde olması beklenen bir sonraki vuruşmanın Yunanlılar tarafından kazanılmasıdır. (Fesli Kadir ile beraberlerdir muhtemelen şu an). O zamana kadar beklemeyi kararlaştırırlar. Zira onlara göre Türk Ordusunun hali perişandır.
Gerçekten de ordu çok zor durumdadır. Halide Edip, Ankara Öğretmen Okulunda yaptığı konuşmada muallim Hanımlara, ordunun durumunu şöyle anlatır: “Koca süvari grubunda sadece 120 kılıç kalmış. Adeta ipten üzengi tahtadan kılıçla savaşıyorlar. Hanımefendiler, tarih Türkü ateş ile imtihan ediyor. Bu imtihandan yalnızca erkeklerimizin cesaret ve fedakârlıklarıyla geçemeyiz. Artık kadınıyla erkeğiyle bu ateşe elimizi uzatmak zorundayız”.
…
Yunan Ordusunun kurmayları da ittihatçılarla aynı fikirdedirler. Ankara harekâtını hazırlayanların başında bulunan Albay Sariyanlis günlüğüne, “bu akın askeri bir gezinti olacak, Ankara’yı kolayca ele geçireceğimizden eminim” diye yazmıştır.
Ne Yunanlıların, ne de ittihatçıların, Gazi Paşa’nın aklından geçirdikleri hakkında hiçbir fikirleri yoktur ve bunu, çok değil bir buçuk ay kadar sonra çok pahalıya ödeyeceklerdir.
Sakarya Savaşı Hazırlıkları
Ankara’da olağan üstü günler yaşanmaktadır. Mecliste kapalı bir oturum düzenlenmesi ve durumun değerlendirilmesine karar verilmiştir. Milletvekilleri barut fıçısı gibidirler. Herkes diken üstündedir.
Samsun Milletvekili Emin (Gevecioğlu) Bey, bir sohbet esnasında; “bu gidişle geldiğimiz yollardan yine Asya’ya döneceğiz galiba” diye söz açar. Afyon Milletvekili Şükrü (Koç) Bey yenilginin hesabının sorulmasını istemektedir.
Bu arada, Yunan Ordusunun ilerleyişinden korkan 7 Milletvekili Ankara’dan kaçar. Mustafa Kemal Paşa haberi alınca yanına bulunan Meclis Başkâtibi Recep (Peker) Bey’e, “bunlar sonra yüzümüze nasıl bakacaklar acaba” diye söylenir. Recep Bey gülerek, “hiç utanmadan bakacaklardır Paşam” diye yanıt verir.
…
Batı Cephesi Komutanlığı ile birlikte Genel Kurmay Başkanlığı görevini de yürüten İsmet Paşa, Genel Kurmay Başkanlığı görevinden azledilmiş, yerine Fevzi Paşa atanmıştır.
Fevzi Paşa, aynı zamanda Başbakanlık görevini de yürütmektedir. Meclisin Kayseri’ye taşınması konusu gündemdedir.
Nihai oturumun yapılacağı gün, Fevzi Paşa konuşma yapmak üzere kürsüye gelir. Cepheden yeni dönmüştür. Tıraşı uzamış, uykusuz ve yorgundur. Hararetli tartışmaları o güne kadar hiç söz almayan Tunceli Millet Vekili Diyap Ağa’nın sözleri sonlandırır. Diyap Ağa kürsüye gelir, “lafım kısadır” der, “biz buraya kaçmaya mı yoksa kavga ederek ölmeye mi geldik”.
Kayseri’ye nakil konusu, Çal Dağı düşene kadar bir daha açılmaz. Konuyu nihai olarak, Mehmetçiğin fedakârlığı kapatacaktır.
Milletvekillerinden bir heyet oluşturulmuş ve Sakarya doğusunda tertiplenen orduyu yerinde incelemiştir.
Heyetin incelemeleri esnasında Konya Milletvekili Vehbi (Çelik) Hoca ile “Deli Halit” lakaplı Binbaşı Hali Bey arasında ilginç bir diyalog geçer. Hoca, Halit Bey’e sorar, “Biz sizi İzmir yollarında görmek isterken neden buralara geldiniz”?
Halit Bey, namına yakışır biçimde cevap verir; ”Bana bak Hoca, siz buraya halimizi görmeye, bizi teselli etmeye mi geldiniz yoksa gevezelik edip yaramıza tuz basmaya mı”?
Derin bir sessizlik olur.
…
Kısa sürede çalışmalarını tamamlayan heyet, 2 Ağustos 1921 tarihli gizli oturumda Meclise görüşlerini iletmiştir. Heyet Başkanı Rıza Nur söz alır ve ordunun yoksulluğunu şöyle anlatır: “askerin çarığı yok, çoğunun ayağı çıplak. Süvarinin kılıcı yok. Çadır yok. Asker güneş altında yatıyor. Birçok askerin matarası yok. Süngü yok. Taşıt araçları ve gereçler yetersiz. On – onbeş gün içinde Orduyu Sakarya’da tutunacak hale getiremezsek, bu felaketimiz olur. Olağanüstü günlerin tedbirleri olağanüstü olmalıdır”.
Mahmut Esat Bey; “Meğerse ordumuz hiç şikâyet etmeden, kefenine sarılmış, öyle dövüşmüş. Gittik ve yerinde tetkik ettik” diye ilave eder.
Bu sırada muhalif kanattan beklenmeyen bir öneri gelir. Komuta kademesinin yetersizliğinden söz açılarak ordunun başına Mustafa Kemal Paşa’nın geçmesi istenir.
Muhaliflerden, Mersin Milletvekili Selahattin (Köseoğlu) Bey ayağa fırlayarak, “Ordunun başına Mustafa Kemal Paşa geçsin” diye bağırır ve ekler, “reisimiz tam da bu işin adamıdır. Onun gibi iyi bir komutanımız yok diye bu hallerdeyiz. Siyaseti bir kenara bıraksın, ordunun başına geçsin ve vatanı kurtarsın”.
Bu bir öneri ya da istekten çok esasında bir tuzaktır. Muhaliflere göre Paşa, bu vesile ile hem Ankara’dan uzaklaşmış olacak, hem de bunca noksanlıkla ordu nasılsa Yunan yürüyüşünü durduramayacak ve bu sefer tüm sorumluluk Mustafa Kemal Paşa’ya kalacaktır.
Tartışmalar 2 gün sürer. Mustafa Kemal Paşa tüm görüşmeleri sessizce izlemiştir.
4 Ağustos 1921, Meclis için tarihi bir gün olacaktır.
Mustafa Kemal Paşa, başkomutanlık teklifi hakkında görüşlerini açıklayacaktır. Kimse, en yakınları dâhil, Paşa’nın bu teklifi kabul edip etmeyeceğinden haberdar değildir.
Paşa telaşsız bir şekilde kürsüye gelir. Sakince Milletvekillerine bakar. “Efendiler” der ve devam eder; “Başkomutanlık sorunu dolayısıyla hakkımda gösterilen güven ve teveccühe teşekkür ederim. Başkomutanlığı kabul ediyorum”.
Mecliste bir alkış kıyameti kopar. Muhalifler de içten içe sevinmektedirler.
Fakat Paşa sözlerine devam eder: “beklenen ve talep edilen yararları hızlı elde edebilmek, ordunun maddi ve manevi kudretini artırmak ve eksikliklerini tamamlayarak sevk ve idaresini güçlendirebilmek için Meclis’in yetkilerini üç ay süre ile kullanmak istiyorum”.
Bunun anlamı açıktır. Üç ay süre ile Paşanın alacağı her karar kanun hükmünde olacaktır.
Tam bir sessizlik olur. Herkes şok içindedir.
Sessizliği Rıza Nur bozar. “Olmaz öyle şey” diye bağırarak ayağa fırlar.
Yıllarca tek adam rejiminden yılmış ve hatta buna karşı bayrak açmış bir meclisin gösterdiği bu tepki aslında anlaşılabilir bir durumdur. Fakat Mustafa Kemal Paşa, bu yetkiyi 3 aylığına istemiş ve aldığı her kararı, Meclisi bizzat bilgilendirerek onayına sunmuştur.
Ayrıca Mustafa Kemal Paşa, muhaliflerin tuzağını sezmiş ve oyunu da bozmuştur.
Şöyle seslenir Rıza Nur’a; “Heyecanlanmanıza gerek yok Beyefendi. Bu görevi ben istemedim, siz verdiniz. Olağanüstü zamanların tedbirleri de olağanüstü olur diyen de sizdiniz. Hızlı bir şekilde karar vermek, bunları uygulamak ve sonuç almayı gerektiren bir süreçteyiz”.
…
Başkomutanlık yasası 169 kabul ve 13 red oyuyla kabul edilir.
Önemli bir badire atlatılmıştır.
Dış cephe gibi memleketin iç cephesi oldukça karışıktır ve ne yazık ki İstiklal uğrunda her ikisine karşı da mücadele etmek gerekmektedir.
…
Ağustos 1921 başında Yunan Savaş Konseyi Kütahya’da toplanmıştır. Konseye, Yunan Kralı Konstantin Başkanlık eder. Toplantıya Veliaht Prens Yorgi, Kralın askeri danışmanı General Stratigos, Başbakan Gounaris, Savaş Bakanı Theotokis, Genel Kurmay Başkanı Dusmanis, General Populas, Populas’ın Kurmay Heyeti Başkanı General Pallis, Albay Sarıyannis, Albay Spridounos ve kurmay heyetinden yetkililer katılmıştır.
Konsey, Yunan Ordusunun halen konuşlandığı Afyon – Kütahya – Eskişehir hattında kalıp kalmamasına karar verecektir. Esasında Yunan Ordusu da içten içe kaynamaktadır. Bir yanda İngiltere yanlısı Venizelosçular, diğer yanda da Kralcılar.
Kralcılar, Yunan Ordusunun Batı Anadolu’daki mevcut konumunu korumasını isterken İngiliz yanlısı Venizelos ve destekçileri ise ordunun Ankara ve hatta daha doğusuna kadar ilerlemesinden yanadır. Krala göre Megalo İdea’nın çizdiği Büyük İyonyanın sınırı Afyon’da bitmektedir. Daha doğuda, yer altı ve yer üstü kaynakları kıt olduğu gibi Yunan Medeniyetini temsil eden bir şey de yoktur.
İngilizler ise, Yunanlıların İstanbul’ a yürümesinden endişe etmektedir ve bu sebeple Yunan Ordusunu Ankara’ya doğru bir harekâta ikna etmek ve İstanbul hayalinden caydırmak niyetindedirler. İngilizlere göre, nasıl olsa Türklerin gücü, Yunan Ordusunu geldiği hattan geri atacak güçte değildir.
Zaten İstanbul’daki Amerikan Askeri Ataşesinin verdiği raporda Türk Ordusunun bittiği ifade edilmiştir.
Sözü önce, Yunan Ordusundaki Venizelosçuların liderlerinden olan Albay Sarıyanlis alır; “Gerçek şu ki, Türk Ordusu Kütahya’da yenilmemiş, sadece geriye atılmıştır. Şimdi ulaştığımız noktada kalır ve beklersek, Türklere yeniden güçlenmeleri için fırsat vermiş oluruz. Savaş katlanamayacağımız kadar çok uzar. Bu sebeple Türk Ordusunu daha da doğuya sürmek, Ankara’yı yok etmek ve Ankara Eskişehir tren yolunu da bozmak zorundayız. Ancak bu şekilde Türk tehlikesi sona erer”.
Savaş Bakanı Theotokis sorar; “Başarabilir miyiz”?
Sarıyanlis kendinden emindir; “Tabii, çünkü bu kadar kısa zamanda yeniden toparlanamazlar. Daha doğuya çekilirlerse, doğudaki Ermeniler, kuzeydeki Pontus çeteleri, güneydeki Kürt aşiretleri arasında kalacaklar. Batıda da biz varız. Böyle bir ateş çemberinden kimse sıyrılamaz”.
Ordunun iaşe ve ikmal işlerinden sorumlu olan Albay Spridounos ise ileri bir harekât için karamsardır. İleri bir harekât için, hem de Sakarya Nehri aşılacaksa, ikmal açısından ordunun çok daha fazla desteklenmesi gerekmektedir.
Sonunda Kral da ikna edilmiştir. Yine de Sakarya harekâtının planlarını daha detaylı olarak incelemek ister. Fakat bunun için çok geçtir. Venizelosçu kurmaylar harekât planlarını, Kral’a onaylatmadan önce birliklere dağıtmıştır bile. Böylece kerhen de olsa Konsey, Yunan Ordusunun ilerlemesine karar vermiştir. Ordunun 2 hafta kadar bir süre içinde harekete geçmesi emredilir.
Aynı günlerde, Yunanistan’da yayımlanan Kathimerini gazetesinde, “Yunan Ordusu iki Türk Başkenti arasında, İstanbul ve Ankara, zafer kazanmış şekilde durmaktadır ve Padişah’ın Başkenti İstanbul’a mı yoksa ihtilalin Başkenti Ankara’ya mı gideceğine karar verecektir. Hangisini seçerse seçsin, Yunanlılar artık Başkent kapılarının önündedirler” şeklinde bir makale yayımlanır. Halk da ordu gibi zaferden emindir.
Hiçbiri, mevcudu 140.000 kişiye çıkarılan İngiliz destekli Yunan Ordusunun, Anadolu bozkırında ne hallere düşeceğini tahmin bile edememiştir.
Hâlbuki Anadolu’daki orduların başına geçmesi teklif edilen General Metaksas, “karşımıza önce çeteler çıktı, şimdi ordu ile dövüşüyoruz, gün gelecek bütün Türk Halkı ile savaşmak zorunda kalacağız, asla baş edemeyiz” diyerek teklifi reddetmiş ve Metaksas’ın bu kehaneti çok kısa bir süre sonra gerçek olmuştur.
Yunan ordusunda savaşan askerler de terhis beklemektedirler. Zira pek çoğu iki yıla yakın bir süredir Anadolu’da savaş halindedir. 18 Temmuz 1921’de Eskişehire’e gelen Yunan Kralı ve Başbakan’ı gören askerler, “terhis, terhis” diye ortalığı inletmişlerdir.
Onları evlerine Yunan Hükümeti değil Mustafa Kemal’in askerleri gönderecektir.
İstiklal Yolu
Bu arada, İngilizlerin Yunanlılara karşı gösterdikleri bu kollayıcı tutum Fransa ve İtalya’yı oldukça rahatsız etmektedir. Özellikle İtalya, adeta bir oldu bitti ile, Paris Konferansında kendisine bırakılan Batı Anadolu’nun Yunanlılara verilmesi karşısında son derece öfkelidir.
Fransızlar, Ankara Hükümeti ile görüşmek ve Anadolu’da verdikleri savaşı kendileri için sonlandırmayı planlamaktadırlar. Fakat bunun için, Sakarya Savaşının sonucunu görmek istemektedirler. Yine de görüş alış verişinde bulunması için Fransız Diplomat Franklin Bouillon’u İstanbul üzerinden Ankara’ya göndermişlerdir.
Bouillon Ankara’ya İnebolu üzerinden gelmiştir. İstiklal Yolu olarak adlandırılan güzergâh, İnebolu’dan başlayıp Ankara’da sona ermektedir. Yol boyunca, ağırlıklı olarak kadın ve çocuklardan oluşan kervanlarda, İstanbul’dan getirilen cephane ve silahlar kağnılarla Ankara’ya taşınmaktadır.
Bouillon, özellikle kadınların gösterdiği insanüstü özveriden oldukça etkilenmiş ve kendisine Ankara Hükümeti adına eşlik eden Yusuf Kemal (Tengirşek) Bey’e, “Çok etkilendim. Fakat fazla hayalperestsiniz. Dostum, kağnı kamyonu yenemez” demiştir.
Çok değil, sadece bir yıl sonra tarih, kağnının kamyonu yendiğini yazacaktır.
…
Sakarya savaşının sonuna kadar, görüşmeler sürse de Fransızlarla bir anlaşma sağlanamamıştır.
Bouillon gibi, İstanbul’dan Ankara’ya İstiklal Yolu üzerinden gelen Yakup Kadri (Karaosmanoğlu) Bey, Ankara’ya yeni geldiği günlerde günlüğüne şu notu düşmüştür; “Yoldayken, bir romanda yaşadığımı sanıyordum. Yanılmışım. Böyle roman olur mu? Bu olsa olsa, emsalini tarihi hikâyelerde okuduğumuz bir destan olabilir. Emperyalizme karşı dişiyle tırnağıyla mücadeleye girmiş bir halkın destanı”.
…
Mustafa Kemal Atatürk’ün en büyük başarılarından biri, yedi düvele karşı verilen mücadelede, hasımlarını tek tek, ya yanına çekmesi, ya da karşı saftan bir şekilde ayırmasıdır.
İtalyanlar ve Fransızlar gibi, Bolşevik Ruslar da, artık İngiliz politikasının dışında hareket etmeye başlamış ve en sonunda yedi düvel tek tek dağılmış, Anadolu Hükümetinin karşısında İngilizler ve maşası Yunan Ordusu bir başlarına kalmışlardır.
Özellikle maşanın sonu o kadar hazindir ki bir yıl sonra yapılacak Mudanya Mütarekesine, Yunanistan davet bile edilmemiştir.
…
Siyaset ve diplomasi, “değerli yalnızlık” hedefiyle değil akıl ve cesaret ile yapılması gereken birer zekâ oyunudur.
Milli Yükümlülükler (Tekâlifi Milliye)
Başkomutanlık meselesinin bıçak sırtı da olsa aşılmasından sonra, Ankara’dan ayak sesleri duyulmaya başlayan işgal ordusunu durdurmak için Türk Ordusunun bir an evvel hazır hale getirilmesi gerekmektedir.
Gelen haberlere göre zaman oldukça azdır.
Yeni teşkilatlanmaya göre, Genel Kurmay Başkanlığına Fevzi Paşa atanmış, İsmet Paşa asli görevi olan Batı Cephesi Komutanı olarak görevinin başındadır. Milli Savunma Bakanlığına Refet Paşa atanmıştır. Mustafa Kemal Paşa, Meclisin tanıdığı yetki ile artık Başkomutandır.
Ayrıca, Mustafa Kemal Paşa’nın emri ile, Meclisi anlık olarak bilgilendirebilmek adına Başkomutanlık sekretaryası kurulmuştur.
Böylelikle Ankara’da taşlar, tam anlamıyla yerine oturmuştur.
Aynı günlerde, Mustafa Kemal Paşa’ya, İstanbul’da annesi ile birlikte ikamet etmekte olan kardeşi Makbule Hanım’dan bir mektup gelir. Mektupta Kardeşi, paralarının bittiğini bildirmiştir. Kardeşine verdiği cevapta Gazi Paşa, evdeki halıların satılmasını söyler.
Bıçağın kemiğe dayandığı günlerdir ve Gazi Paşa’nın tabiri ile, böyle günlerde yoksulluk zenginlikten çok daha heybetli görünmektedir.
Sıra ordunun sayıca güçlendirilmesi ve donatılmasına gelmiştir.
Önce seferberlik ilan edilir. Gencinden yaşlısına eli silah tutan kim varsa, bu ölüm kalım savaşına davet edilmiştir. Artık kadını, erkeği, çoluğu ve çocuğuyla herkes bu ateş çemberinden geçmek için vatanın imdadına çağrılmıştır. Esas amaç, eski askerlerin silahaltına alınmasıdır.
Alagöz karargâhının yanındaki tren istasyonuna bakan Mustafa Kemal Paşa, istasyon kenarında kadın ve çocukları görünce İsmet Paşa’ya kim olduklarını sorar. İsmet Paşa, biraz da duygulanarak, “Kadınlarımızdan işçi taburları kuralım dedik. Kazmasını, küreğini ve çocuğunu alan geldi. Canla başla siper kazıyor, yol açıyor, yorgun orduya yardım ediyorlar. Kadınlarımızın hakkını nasıl ödeyeceğiz” diyerek onları tanıtır.
Aksi gibi, Anadolu’da harman zamanıdır. Seferberlik çağrısına halkın ne kadar uyacağı belirsizdir fakat İsmet Paşa’nın için de bir umut vardır. Batı Cephesi Karargâhındaki subaylarla yaptığı bir sohbette, “Bence halk çağrıya uyacak ve askere gelecektir. Özellikle eski askerler, bu çağrıyı duyunca anlayacaklardır ki bıçak ordunun kemiğine dayanmıştır” diyerek içindeki umudu astlarıyla paylaşmıştır.
Gerçekten de İsmet Paşa haklı çıkmıştır. Mihalıççık Askerlik Şubesi, önemli asker alma merkezlerinden biridir. Şube başkanı Çolak Yüzbaşı, Eskişehirli Gazi Çavuş ile arasında geçen diyaloğu anılarında şöyle anlatır: “Gazi Çavuş, hayatta kalan son evladı ile birlikte şubeye geldi. Yaşı ileriydi. Ne yapalım diye bana getirdiler. Gazi Çavuş selam verdikten sonra, Yüzbaşım dedi, duydum ki Kemal Paşa eski askerleri de silahaltına çağırmış. Doğru mudur? Evet dedim. Düşündü. Paşa’yı Çanakkale’den bilirim. Zorda olsa çağırmazdı. Beni de yazın dedi”.
…
Eldeki imkânlar oldukça kısıtlıdır.
Enver Paşa yüzünden doğuda olabilecek bir karışıklığı bastırmak için Karabekir Paşa’dan talep edilen takviye kuvvet, durdurulmak zorunda kalmıştır. Fransızlarla henüz bir anlaşma sağlanamayınca Güney cephesinden gelmesi planlanan takviyelerin de yerinde kalmasına karar verilmiştir.
Yine de bu yangını, Seferberlik çağrısına uyarak evinin tüm erkeklerini vatanın imdadına gönderen Anadolu insanı, bir nebze de olsa söndürmüştür.
Bıyıkları yeni terleyen gencecik vatan evlatlarıyla, onca cephenin ateşinde pişmiş tecrübeli askerler harman olmuş, yaşlılar gençlere nasıl dövüşüleceğini, canlı tanıklar olarak aşılamaya başlamıştır.
Yusuf İzzet Paşa, Fevzi Paşa ile birlikte cepheyi denetleyen Mustafa Kemal Paşa’nın, eski askerle ile ilgili sorusuna, “elimdeki iki tümenimin de mevcudunu toplasanız ancak bir alay eder. Onlar da ya sıtmalı, ya donatımsız. Beni memnun eden ise eski askerlerin orduya katılmaları. Acemileri talimde, karavanada ve istirahatte bile mütemadiyen savaşa hazırlıyorlar” diyerek cevap vermiştir.
…
6 Ağustos 1921 tarihinde Ankara’da Bakanlar Kurulu toplantısı yapılır. Amaç, sayısal olarak günden güne artan orduyu donanımsal olarak da savaşa hazırlamaktır.
Mustafa Kemal Paşa söze girer. Maliye Bakanı Hasan (Saka) Bey’e dönerek, “Yunan Ordusunun harekete geçmesi fazla uzun sürmez. Bu kısa sürede ordunun eksikliklerini tamamlayabilmek için ne yapabiliriz Hasan Bey” der.
Maliye Bakanı Hasan Bey üzgün bir ifade ile, “Bence yapılabilecek çok bir şey yok Efendim. Yeni bir vergi konsa bile tahsilatı çok uzun sürer. Halkın tasarruf gücü sıfıra yakın olduğundan iç borçlanmaya gitmek bir çözüm olmaz” diyerek durumu ifade eder.
Acı bir sessizliğin ardından umudun sözleri yankılanır o dört duvarın içinde.
Mustafa Kemal Paşa ayağa kalkar ve “Beyler” der, “Öyle anlaşılıyor ki klasik mali önlem ve yöntemlerle bu işin içinden çıkamayacağız. Ama ne olursa olsun düşmanı yenmek zorundayız. Şu halde bilinen usulleri bir yana bırakacağız. Amacım, bütün kaynakları harekete geçirmek, her evi, her ocağı ve her iş yerini cephenin bir parçası yapmak. Bunun için halkı, canı kadar malı ve emeği ile de savaşa katılmaya çağıracağım”.
Paşa, hazırladığı taslağı kurula okuması için Hasan (Saka) Bey’e iletir. Hasan Bey şaşkındır. Şöyle der; “Doğrusu halka, dünyada emsali görülmemiş taleplerle gideceğiz”. Taslak metnin adı Tekâlifi Milliye Emirleridir. Esasen çok kapsamlı olan emirler 10 maddeden oluşmaktadır. Temel olarak halktan aşağıdakiler talep edilmiştir;
1. Elindeki silah ve cephaneyi 3 gün içinde orduya teslim etmesi,
2. Her ailenin bir askeri giydirecek kıyafetleri sağlaması,
3. Halkın elinde bulunan yiyecek ve giyecek maddelerinin % 40’ı,
4. Ticaret adamlarının elindeki her türlü giyim eşya ve kumaşın % 40’ı,
5. Her türlü makinenin % 40’ı,
6. Binek hayvanlarının % 20’si,
Ayrıca, demirci, dökümcü, nalbant, terzi ve marangoz gibi işlerin erbaplarının ordu emrine alındığı da bu emirler içinde yer almıştır.
Tekâlifi Milliye Emirleri 7 Ağustos 1921 günü yayımlanır. Haber tüm Anadolu’ya hızla yayılır. Bu emirlere halkın göstereceği tavır, bir anlamda turnusol kâğıdı olacaktır. Halk, ya tam anlamıyla Meclisin, Ordunun ve Mustafa Kemal Paşa’nın arkasında tek yumruk olarak birleşecek ya da Türk Milleti, Anadolu’ dan silinip gidecektir.
Yeri gelmişken ifade etmek isterim ki, bu emirleri yayımlayanlar, bunu kendi hırsları, istikballeri ya da rahatları için yapmamışlardır. Tek dişi kalmış emperyalizm ve onun maşalarından kurtulmanın tek yolu budur.
Tekâlifi Milliye, “Biz bize yeterizcilerin”, en zor zamanda halka, yardım dağıtmak yerine IBAN vermesine benzemez.
Zira, alınan en küçük bir malın ya da eşyanın bile kaydı tutulmuş, 1928 yılına gelindiğinde, genç Türkiye Cumhuriyeti, Tekâlifi Milliye Emirleri kapsamında halktan aldığı tüm girdilerin karşılığını, kuruşuna kadar ödemiştir.
…
Anadolu’nun tüm il ve ilçelerinde hemen komisyonlar kurulmuştur. Herkes, halkın ne yapacağını merak etmektedir.
Emirdağ Kaymakamı Ali Şükrü Bey, 10 Ağustos sabahı yaşadıklarını şöyle aksettirmektedir günlüğünde; “Birden, Hükümet Konağının giriş katındaki odanın kapısı küt diye ardına kadar açıldı. Hepimiz irkilmiştik. Bir an için, işte halk galeyana geldi ve hepimizi linç edecek diye düşünmeye başladık. Kapıda, Emirdağ’ın delisi olarak bilinen Battal belirdi ve Selamünaleyküm diyerek içeri girdi. Ulan deli, ödümüzü patlattın. Baksana çalışıyoruz dedim ve çık dışarı diye adama çıkıştım. Kızma Beyim dedi. Biliyorum. Onun için geldim. Duydum ki Kemal’in askerlerinin ayakları çıplakmış. Allah şahidimdir, üzerimdekilerden başka ne çamaşırım ne de kıyafetim var. Çoraplarımı getirdim. Şimdi yıkadım, temizdir dedi. Yaklaşıp masanın üzerine bir çift ıslak yün çorabı koydu ve yalın ayak, geldiği gibi odadan çıktı. Hepimiz ağlamaklıydık. Halktan kuşkulandığımız için tövbe edelim Beyler dedim. Deli Battal gibi bir garibin bile yüreği köpürdüyse, halkın tamamı yanımızdadır”.
Gerçekten de halkın geri kalanının Deli Battal’dan farkı yoktu. Tüm yurtta, komisyonların kurulduğu meydanlar, kağnılar, atlar hurçlar, silahlar ve yiyecek, giyeceklerle dolmuştu.
Ankara Valiliğin önündeki kalabalığı gören Adalet Bakanı Refik Şevket (İnce) Bey, yanındakilere dönerek, “bu tabloya iyi bakın, sonunda Anadolu uyanıyor” demekten kendini alamadı.
…
Bir yanda da, Ankara, Kastamonu, Erzurum, Çorum ve Konya gibi Anadolu’daki belli başlı şehirlerde, İstiklal Mahkemelerinin kurulmasına karar verilmiştir.
Bu ölüm kalım mücadelesinde, artık bozguna, firara, sonuç olarak ihanete af yoktur.
Batı Cephesi Komutanlığından tüm birliklere, İsmet Paşa imzasıyla şu emir yayımlanır; “İzinsiz ve emirsiz olarak geri çekilen ya da firar eden kim olursa olsun, rütbe ve mevkiine
bakılmaksızın idam edilecektir”. İsmet Paşa’nın bu emrini kaleme alan Binbaşı Naci (Tınaztepe) Bey, bir an İsmet Paşa’nın yüzüne bakar. Paşa ile göz göze gelirler. Emrin acımasız bir emir olduğunun farkında olan İsmet Paşa, Naci Bey’e şöyle der; “bu karar kolay verilmedi Naci Bey. Ama hiçbir hatayı affetmeye hakkımızın olmadığı bir geçitten geçmekteyiz”.
Topal Osman Ağa ve 47. Alay
Memleketin her yerinden Ankara ve Batı Cephesinde belirlenen merkezlere asker yağmaktadır. Bunlardan biri de, Karedeniz’ de çoluk çocuk demeden Türk kanı döken Pontuslu Rumların amansız düşmanı Topal Osman Ağa ve emrindeki Giresunlu gönüllülerden oluşan 47. Alaydır.
Doğu Karadeniz dağlarından beri yürüyerek gelmişlerdir. Hiçbir askerin üniforması yoktur. Tüfekleri kayışsız ve süngüsüzdür. Çarıkları parçalanmıştır. Toz toprak içindedirler ama gözlerindeki umut gören herkesi etkilemektedir.
Sakarya önlerinde tertiplenen orduya katılacak olan yeni birlikler, Meclis binasının yanındaki düzlükten tören geçişinde aşağıya, İstasyona doğru iniyor ve mümkün olan zamanlarda Mustafa Kemal Paşa, meclis balkonuna çıkarak bu askerleri selamlıyordu.
Bir seferinde, yanında bulunan Meclis Başkanı Doktor Adnan (Adıvar) Bey’e dönerek, büyük bir memnunlukla, “sonunda Mehmet savaşı kabul etti” demiştir.
İmalatı Harbiye
Ordunun elindeki silahlar, tüfeğinden topuna kadar, tek bir standartta değildir. Kimden, nereden bulunursa bulunsun, silahından cephanesine, kadar Ankara’ya bir şekilde ulaştırılmaktadır.
Sakarya Meydan Muharebesine günler kala, Bakırköy Barut Fabrikasından kaçırılan onlarca topa mermisi İstiklal Yolu üzerinden Şarıkışla’daki toplama merkezine, 100 kadar kağnıdan oluşan bir kafile ile ulaşmıştır. 8 gündür yoldadırlar ve hiç durmamışlardır. Hatta yolda, Küre’li bir gelin doğum yapmış ama bu bile onları durduramamıştır.
Sarıkışla’da bekleyen Refet Paşa ve subaylar heyecan içindedir. Zira kafilenin, çok sayıda 75 milimetrelik top mermisi getireceği bildirilmiştir. Bu mermilerden, birkaç gün sonra başlayacak muharebede günde belki binlercesi atılacağından, ordunun bu mermilere çok ihtiyacı vardır.
Sandıkların açılmasıyla birlikte Topçu Binbaşı Siirtli Galip Bey dehşete düşmüştür. Tüm sandıkları tek tek açtırıyor ve her açılan sandıkta delirmişçesine şansına küfürler etmektedir. Gelen mermilerden çok azı 75 milimetre olup ağırlıklı kısmı 77 milimetrelik mermilerden oluşmaktadır.
Albay Ali Hikmet Bey, durumu Refet Paşa’ya bildirmek için yanına giderken çevresindekiler, Ali Hikmet Bey’in sinirinden kıpkırmızı olduğunu fark etmişlerdir.
Refet Paşa, ufak tefek yapıda bir adamdır. Haberi alınca çok sinirlenmiştir. “Şimdi ne atacağı düşmana? Konfeti mi” diye bağıra bağıra karargâhı inletmiştir.
Acil olarak, İmalatı Harbiye yetkilileri ile bir toplantı yapılmasına karar verilmiştir. İmalatı Harbiye, Fevzi Paşa’nın emri ile 1920 yılında Ankara’da kurulmuştur. Ankara ve çevresindeki
küçük baruthaneler, fişek doldurma atölyeleri, iş ocakları ve silah tamirhaneleri bu teşkilat tarafından yönetilmektedir. Savaşın kazanılmasında çok emeği vardır.
İmalatı Harbiye Müdürü Asım Bey, toplantıya tamirhanenin şefi, Mühendis Veli Bey’i de davet etmiştir. Veli Bey daha 25 yaşındadır ve Almanya’da eğitim görmüştür. Yaşına rağmen çok bilgili ve becerikli biridir.
Refet Paşa, kısa bir bilgilendirmenin ardından Veli Bey’e dönerek sorar, “söyle bakalım delikanlı, ne yapacağız”?
Veli Bey sakindir. Hatta bu sükuneti Refet Paşa’yı bir ölçüde sinirlendirmiştir. Paşa’ya döner ve kaç mermiye ihtiyaçlarının olduğunu ve bunun için ne kadar zamanı olduğunu sorar. Sorularını, kendine o kadar güvenle sormuştur ki, Paşa, nasıl yapacaksınız diye sormak istese de, bu genç mühendisin hevesini kırmamak için kendini tutar. Birkaç gün içinde der, hem de günlük 2000’den fazla mermiye ihtiyacımız olacak.
Paşa, Topçu Binbaşı Galip Bey’e dönerek, “şuna bir sandık mermi verin. Bakalım ne yapacak” diye emir verir. Sonra da yanındaki İmalatı Harbiye Müdürü Asım Bey’e dönerek, “bu savaşı böyle toy adamlarla nasıl kazanacağız” diyerek dert yanar.
Veli Bey’in aklında bir plan vardır fakat bu plan çok tehlikelidir. Dolu mermiyi tornada 2 milimetre daha incelterek 75 milimetrelik hale getirmeyi planlamaktadır. Çünkü zaman, mermiyi kovanından ayırarak inceltmek için çok azdır. Dolu bir top mermisi ile bunu denemek ise intihardan farksızdır. Teki patlasa koca tamirhaneyi havaya uçuracak güçtedir.
Tamirhaneye döndüğünde konuyu ustalara açar. “Ne dersiniz” der, “bu canavarı ne yapacağız” diye sorar. Ustalar tek tek fikir verirler ama kimse oralı değil gibi görünmektedir.
Veli Bey, akşam karanlığı çökünce, kimseye haber vermeden, elinde bir küçük gaz lambası ve bir mermi ile atölyeye gelir. Tam mermiyi tornaya takacakken, fark eder ki sabah oralı değilmiş gibi görünen tüm ustalar Veli Bey’in yanı başındadır. Herkes aynı şeyi düşünmüş ama birbirlerine kıyamadıkları için ilk denemeyi tek başlarına yapmak istemiş ve Veli Bey gibi onlar da akşam olmasını beklemişledir.
İlk deneme yapılır. Herkes diken üstündedir. Toplam 5 – 6 dakikalık bir sürede tek bir tornada bir mermiyi 2 milimetre kadar inceltebilmişlerdir. Sıra yontulan bu canavarın gerçek bir atışta denenmesine gelmiştir. Bunun için sabah olması beklenir.
Veli Bey ve ustalar daha gün doğmadan soluğu Refet Paşa’nın odasında alırlar. Refet Paşa şaşkındır. İnanmaz. “Deneyin bakalım” der. Heyet bir topun başına gider. Mermi topa sürülür ve ateş emri ile birlikte top büyük bir gürültü ile ateşlenerek yontulan mermi dosdoğru hedefine doğru bir kuş misali uçar ve hedefi on ikiden vurur.
Topun başındakiler, birbirlerine sarılmış neşe içindedirler. Refet Paşa’nın gözyaşlarını tutamadığı gözlenir. Toy denilen o deli dolu gençler, 3 gün içinde on binlerce mermiyi bu şekilde yontarak Mehmetçiği cephede topçu desteğinden mahrum etmezler. Hayati bir mesele daha, o gençlerin zekâsı, fedakârlığı ve alın teri ile çözülmüştür.
Durum öyle bir hal almıştır ki halk, saban demirini bile süngü ya da kılıç yapılması için İmalatı Harbiye’ye getirmektedir. Kadınlar, arı gibi piyade mermisi hazırlamaktadır.
Gazi Kovan
Burada, Gazi Kovan’ın hikâyesini anlatmadan edemeyeceğim. İmalatı Harbiye ustalarının ve mühendislerinin insanüstü çabaları, İstiklal Savaşının en anlamlı katkılarındandır.
Sakarya Meydan Muharebesinin en kanlı günleri yaşanmaktadır. Ethem Çavuş, 75 milimetrelik topu durmaksızın dolduruyor ve Yunan Ordusuna ateş yağdırmaktadır. Kızgın mermi kovanlarını çıplak eli dışında tutacağı bir şey olmadığından iki avucu da tamamen su toplamıştır. Artık otomatik hale hareketlerle sandıktan bir mermiyi alıyor, topa sürüyor, emirle topu ateşliyor ve boş kovanı çıkarıp ayağının dibindeki bir başka sandığa atıyordur. Sandıkta kalan sondan üçüncü mermiyi aldığında bir an duraksar. Merminin üzerinde bir çaput sarılıdır. Hareketini yavaşlatan çaputa söverek yere atarken kalem büyüklüğünde demir bir çubuk ayağının dibine düşmüştür. Olan bitene bir anlam veremez.
Savaşa ara verildiği bir anda ilk iş olarak o boş kovanı bulur. Kovanın üzerinde “Karahisarlı Seyfi Çavuş, 4. Alay 2. Tabur 8. Batarya, Rebiyülahir 1339” yazılıdır.
Boşalan kovanlar Ankara’daki atölyelere yollanır, orada tekrar doldurularak cepheye gönderilirdi. Ethem Çavuş, o anlam veremediği demir parçasını aldı ve kovanın boş kısmına kendi adını, birliğini ve merminin ateşlendiği tarihi kazıdı.
5 gün sonra Ankara’daki atölye mermi ulaşmış. Notu göre Kamil Usta, kalfalara dönerek, “gözümüz aydın, koca oğlan cepheden dönmüş” diyerek seslenmiştir.
Gazi kovan İstiklal savaşı boyunca tam 18 kez bu yolculuğu yapmış ve ne acı ki sonunda unutulup gitmiştir. Ta ki 2005 yılında İstanbul Maltepe’de bir çöp kutusunda bulunana kadar. Duyarlı bir temizlik işçisi kovanı bulmuş ve mermi TSK’ya ulaştırılmıştır. Kovan halen MKE Genel Müdürlük katında sergilenmektedir.
Yunan Ordusunun Teşkilatlanması
Ağustos ayının ilk on günü boyunca Yunan Ordu Karargâhı geç saatlere kadar çalışarak Sakarya yürüyüşünün planlarını son hale getirmişlerdir. Bu plana göre, Yunan Ordusu 3 kolordu halinde örgütlenmiştir; General Kontulues’in 1. Kolordusu, Prens Andreas’ın 2. Kolordusu ve General Polimenakos’un 3. Kolordusu.
Ayrıca plana göre, Yunan taarruz hattını koruma görevi General Trikupis’e bağlı 2 Tümen ile sağlanacaktır.
140.000 kişiyi bulan Yunan Ordusunda süvari, topçu ve destek birlikleri dışında kalan piyade sayısı 80.000 kişiye kadar ulaşmıştır. Harekâtın hedefi, Türk Ordusu ve ardındaki siyasi dayanağı olan BMM’nin imhası ve Batı Anadolu’nun bu şekilde güvence altına alınması olarak belirlenmiştir.
2. Kolordu Komutanı Prens Andreas, Prens Andrew olarak da bilinmektedir, Yunan Kralı George’un 4 oğlundan en küçüğüdür. Sakarya Meydan Muharebesi boyunca acımasızlığıyla ün salmıştır. İşgal edilen her köyün yakılıp yıkılması emrini vermiştir. Yunan ordu fotoğrafçısı Nikos Vasilikos, 4 Eylül 1921 tarihli notunda günlüğüne, “Prens tarafından verilen emirler açık. Neyi taşıyamıyorsanız yakın” şeklinde not düşmüştür.
Prens Andreas’ın bir özelliği daha vardır. Prens, halen İngiltere Kraliçesi olan II. Elizabeth’in eşi, Edindburg Dükü Prens Philip’in babasıdır.
12. Tümen Komutanı Kallidopoulos, “madem hedef Türk Ordusunun tamamını yok etmek, onlar nerede savaşmak isterse orada savaşacağız” diyerek birliklerini motive etmektedir.
Harekât planı doğrultusunda, Prens Andreas’ın kolordusu Sakarya Hattına Güneyden, öteki iki kolordu da Kuzeyden yaklaşacaktır. Kuzey, ikmal için Yunan Ordusu adına daha uygun olsa da bölgenin dağlık olması sebebi ile, bu oranda bir gücün araziye yeterince yayılması için uygun değildir.
Planın ikinci aşamasında, Kuzeyden yaklaşan bu iki kolordu, Polatlı karşısında, oradaki Türk birliklerini oyalamak için takviyeli bir tümen bırakarak Gündoğdu dağlarının arkasından, Türk birliklerine fark ettirmeden gizlice güneye inerek Prens Andreas’ın kolordusu ile birleşecektir. Böylece harekâtın kuvvet merkezi, Kuzeye nispetle daha düz olan Güney olacaktır. 80.000’e yakın piyadenin, topçu desteğini de alarak Türk savunmasını kolayca aşacağı tahmin edilmektedir.
Güneyden taarruz etmenin en büyük dezavantajı, lojistik merkezine olan uzaklığıdır. Bu uzaklık Yunan Ordusu için felaket olacaktır. Zira, Yunan istihbaratı ve öncü birliklerinden gelen raporlarda, bu hat ve gerisinde Fahrettin (Altay) Bey’in hayalet süvarileri cirit atmaktadır.
Ayrıca, Güneyden yapılacak bir taarruz için, iki kolordu da fazladan bir kavis çizerek yolunu uzatmış olacak ve bu orduyu daha da yoracak bir hamle olacaktır. Bir de bu hamlenin Türk Ordusu tarafından fark edilmemesi gerekmektedir. Fark edilmesi durumunda ise, baskın tarzında yapılması planlanan harekâtın tehlikeye düşme olasılığı vardır.
Ayrıca, İzmit’ te bulunan bir Yunan Tümeni de, hem cephesi daraltmak hem de harekâta destek vermek amacıyla Afyon’a çekilmiştir. Çekilirken de, geride bıraktığı tüm yerleşim yerlerini yıkarak ve yakarak çekilmiştir.
Böylece Yunan Ordusu, dokuz piyade tümeni, bir süvari tugayı, 286 top ve 2.768 makinalı tüfekle üç koldan Ankara’ya yürüyecektir.
Planın son ayrıntıları Yunan Karargâhında tartışılırken, bu soru Populas’ın Kurmay Heyeti Başkanı General Pallis’in aklına gelmiş ve “ordunun yürüyüş yolunu bu kadar uzatma işini Türklere fark ettirmeden nasıl başaracaksınız” diye sorduğunda, Albay Sarıyanlis, yapılan hava keşiflerinde Türk Ordusu siperlerinin ana istikametinin hala batıya dönük olduğunun tespit edildiği bilgisi verilerek, “Türkler bu manevramızı fark ettiklerinde çok geç olmuş olacak” diyerek Generali teskin etmiştir.
Yunan Karargâhının hesap edemediği bir gerçek vardır. 10 yıldan beri cepheden cepheye koşmuş, her cephede biraz daha tecrübe kazanmış ve artık bıçağın kemiğe dayandığını bilen bir kurmay heyeti ve başlarında sarı kurt, Mustafa Kemal Paşa vardır.
Mustafa Kemal Paşa, askerlik bilgisinin yanında, coğrafya, geometri ve matematik gibi bilimlerde de çok bilgilidir.
Türk Ordusunun Savunma Planı
Mustafa Kemal Paşa, elindeki kısıtlı kuvvetin farkındadır. En önemli husus, en ön hatta savaşacak birlikler kadar, mobilize halde geride tutulacak ve nerede ihtiyaç duyulursa oranın imdadına koşacak ihtiyat kuvvetleridir.
Paşa, Kuzeydeki Doğa Tepeden başlayarak en Güneyde Çal Dağı olmak üzere 80 kilometrelik yarım daire biçiminde bir savunma hattı tertip eder. Dehası, ihtiyat kuvvetlerinin yerleşeceği yerde gizlidir. Paşa, kısıtlı olan bu kuvveti yarım dairenin tam ortasına yerleştirir. Böylece ihtiyat kuvvetleri her yere eşit mesafede, gelecek emri bekleyeceklerdir.
İzmit’teki Yunan tümeninin Afyon’a sevk edilmesi ile, o tümene karşı İzmit’te tutulan, Albay Kazım (Özalp) Bey komutasındaki mürettep kolordunun da, cephenin, Türk Ordusuna göre sağ kanadını (Kuzeyini) savunması için Dua Tepe kısmına çekilmesi emredilmiştir.
Mürettep kolordunun bu kadar kısa bir zamanda cephenin sağ kanadına yetişebilmesi için 3 gün hiç durmadan yürümesi gerekmektedir. Albay Kazım (Özalp) Bey, neredeyse yalın ayak yapılacak bu yürüyüşte Sıhhiye bölüğüne çok güvenmektedir.
Ayrıca İzmit bölgesinde, Yunan Tümeninden kalan boşluğu da Rum çeteleri doldurmuştur ve halkın katledilmesinin önüne geçebilmek için İzmit’te bir tabur kadar Türk askeri bırakılmıştır. Bu bir tabur asker, Kolordunun bölgeden ayrıldığının anlaşılmaması için, süpürge saplarıyla her gün ortalığı toza dumana katmış ve orada hazır Türk kuvvetlerinin bulunduğu intibaını başarı ile vererek çeteci Rumların eylem yapmasını önlemiştir.
Kuzeyde, mürettep kolordunun yerleşeceği bölgede ana savuna kuvveti İzzettin (Çalışlar) Bey’in Birinci Grubuna verilmiştir. Albay Selahattin Adil Bey’in, Yunanlılar ile daha önce hiç dövüşmemiş İkinci Grubu ve Albay Kemalettin Sami Bey’in düşmanı, iyi tanıyan Dördüncü Grubu ise cephenin sol kanadına (Güney) konuşlanmıştır.
Yusuf İzzet (Met) Paşa komutasındaki Üçüncü Grup, tecrübeli savaşçılardan oluşan tümenleriyle, Yunan taarruzunun şiddetlendiği noktaya zamanında müdahale etmesi için ihtiyatta tutulmaktadır.
Albay Deli Halit Bey’in tek tümenlik On ikinci Grubu da cephenin tam ortasında konuşlanmıştır. İkinci ve üçüncü süvari tümenleri cephe sol, birinci süvari tümeni de cephenin sağ kanadının emniyetini sağlayacaktır. On dördüncü süvari tümeni ve dördüncü süvari tugayından oluşan Albay Fahrettin (Altay) Bey’in Beşinci Grubu ise Yunan hatlarının ardına akınlar yapacaktır.
Albay Selahattin Adil Bey’in ikinci Grubunun, savaş başlamadan önce cephenin sol kanadına yetişmesi elzemdir. Grubun ağırlıklı birlikleri Konya’dadır. Tıpkı Albay Kazım (Özalp) Bey’in İzmit’ten cepheye yetişmesi gibi, İkinci Grubun da cepheye yetişmesi gerekmektedir. Geçmeleri gereken mesafe çöl gibi kurak olsa da Allah’tan uzunca bir mesafe tren ile aşılabilmektedir. Fakat, burada çalışan trenleri Rum makinistler işletmekte ve çoğu zaman yolculuğu imkansız hale getirmek için ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Gruba bağlı Kenan Bey’in Tümeni trenle yola çıkmış fakat trende odun bitmiştir. Bu çöl ikliminde ufka kadar tek bir ağaç bile yoktur. Tümenin komuta heyeti çaresiz beklemekteyken akıllarına yük katarlarını çevreleyen kalaslar gelir. Katarlar asker doludur ve kalasların alınması demek, olası yolculuk boyunca askerlerin rüzgâra açık seyahat etmeleri demektir. Zaten hasta ve bakımsız hatta aç olan Mehmetçik, daha savaş meydanına çıkmadan telef olup gidecektir. Fakat kimsenin konforlu bir yolculuğu ne düşünecek ne de talep edecek hali yoktur. Katarlar çıplak kalıncaya kadar tahtalardan arındırılır. Cephane sandıkları bile doymak bilmeyen kazana atılmıştır. Bölük komutalarından biri, nazlanan Rum makinisti canlı canlı kazana atmakla tehdit eder.
Bu fedakarane çaba sayesinde İkinci Grubun tüm birlikleri, ilk tüfek patlamadan cepheye yetişebilmişledir.
Sakarya hattına kadar Türk Ordusu, müfreze çapında birlikleri örtme kuvveti olarak bölgeye yerleştirmiştir. Bu birlikler hem Yunan Ordusunun hızını düşürecek hem de esas taarruzun hangi yöne yapılacağı hakkında istihbarat yapacaklardır. Küçük çatışmalar dâhilinde ilerlemeye müdahale edilecek ve mümkünse kayıp vermeden ana hatta geri çekileceklerdir. İlerleyen Yunan kuvvetleri ile göz teması hiçbir zaman kaybedilmeyecektir.
Sonunda batı cephesinde, Albay Kazım (Özalp) Bey ve Albay Selahattin Adil Bey’in Gruplarının katılımıyla asker sayısı, didine didine 55.000 savaşçıya ulaşmıştır.
İsmet Paşa’nın içi rahat değildir. Asker sayısının azlığı kadar donanım ve cephane eksikliği de canını sıkmaktadır. Mustafa Kemal Paşa, “Rahat ol İsmet, sen gereken herşeyi yaptın. İki hafta öncesini hatırla, Biz neredeyse hazırız. Şimdi Populas düşünsün” diyerek İsmet Paşa’yı teskin etmiştir.
Karargahta yapılan bir toplantıya, Ankara’da oturmaktansa Batı Cephesinde görev almak isteyen Halide Edip Hanım’da katılmıştır. “55.000 asker yeter mi” sorusuna Mustafa Kemal Paşa, “Üzülmeyin Hanımefendi, Savaş sadece sayılarla kazanılmaz. Aradaki farkı ordumuzun maharet ve fedakârlığı ile kapatabiliriz” diyerek yanıtlamıştır. Mehmetçik bu farkı canıyla ödeyerek vatan uğruna kapatacaktır.
Bu arada Halide Hanım Batı Cephesi Karargâhında istihbarat şubesinde görevlidir ve kendisine dış basından gelen haberleri çevirme görevi verilmiştir. Savaşın ilerleyen günlerinde Halide Hanım onbaşılığa kadar yükselmiştir.
Bu dizilim, savaşın sonuna kadar, gün gün, bazen saat saat, dinamik bir şekilde sürekli güncellenecektir. Savunmanın sırrı, eldeki kıt imkânların en doğru şekilde kullanılması prensibine dayanmaktadır. Bunu başarabilmek için muharebeler süresince sadece tümenlerin yeri değil, bazen taburların hatta bölüklerin bile yerleri değiştirilmiş, nerede açılan bir gedik varsa oraya bulunabilen bütün kuvvetler sevk edilmiştir.
Ayrıca amaç, gerektiğinde kademe kademe ve dağılmadan geri çekilerek her adımda düşman kuvvetlerini eritmek ve savaş gücünü kırmaktır. Bu amaçla, derinliği 20 kilometreyi bulan 3 sıra savunma hattı oluşturulmuştur.
Ayrıca sarı kurt en büyük kozunu savaşın en kanlı günlerine saklamıştır. Dünya tarihine geçecek olan bir savunma emrini vererek orduyu hat savunmasından alan savunmasına geçirmiştir. İngiliz Genel Kurmayının, Sakarya Savaşı sonrasında hazırladığı raporda, Türk Ordusunun savunma planının çok karışık olduğu belirtilmiştir.
Pilot Vecihi (HÜRKUŞ) Bey ve Havacılar
Türk Ordusu için en büyük sorun, düşmanın hangi taraftan taarruz edeceği konusudur. Hava keşfi için kullanılması planlanan uçaklar, yedek parça ambargosu sebebi ile arızalıdır ve savaşın başlayacağı tarihe kadar Türk Ordusunun elinde kullanabileceği bir uçak yoktur. Düşman hareketleri kara keşfiyle yapılacaktır.
Durum Mustafa Kemal Paşa’ya bildirilmiş, “ah, bir uçağımız olsaydı, bir tek” diyerek duruma iç geçirmiştir.
Eldeki uçaklar, model ve işlev olarak birbirine hiç benzemeyen uçaklardır. Nereden elde edilirse edilsin, bazen sökülerek bazen de uçarak Ankara Malıköy’de kurulan hava meydanına getirilmektedir.
Yokluk sadece uçak noksanlığıyla sınırlı değildir. Silindir olmadığından toprak zeminli hava meydanları, askerlerin kol kola girerek bitişik nizamda ve sert adımlarla toprak zeminini düzlemeleri sayesinde uçakların inebileceği hale getirilebilmektedir. Malıköy’deki hava meydanı da aynen böyle yapılmıştır. Fakat yine de zeminin sert olması sebebi ile iniş sırasında pek çok uçak kırıma uğramaktadır.
Makine Ustası Abdullah Usta, Hava Taburu Komutanı Yüzbaşı Vecihi Bey ile Yüzbaşı Fazıl Bey ve teknisyenlerin insanüstü çabalarıyla, savaşın ilk günlerine çalışır vaziyette 2 uçak yetiştirilebilmiştir. Bu iki uçak ve kahraman pilotları, Sakarya Meydan Muharebesi boyunca tam 18 Yunan uçağına karşı mücadele etmişler ve General Populas’ın tabiri ile “topundan daha çok iş yapmışlardır”.
Abdullah Usta, bozulan bir uçaktan söktüğü bir motoru, arızalı olan uçaktaki ile değiştiriyor, uçmaya hazırlanan pilotlara ise adeta yalvarırcasına uçakları zorlamamalarını söylemektedir. Bu uçaklarla uçmak Abdullah Usta’ya göre deliliktir. Gevşeyen kanat bezleri bile yokluktan paça suyuyla gerginleştirilmektedir. Ama böyle bir savaş delice dövüşmeden kazanılamayacak bir savaştır.
Yunan Yürüyüşünün Başlaması
10 Ağustos 1921 sabahı, Yunan Ordusu, Sakarya önlerine doğru yürüyüşüne başlamıştır. Katimerini gazetesi savaş muhabiri Hristos Nicolopulos, “yürüyüş neşeli ve sakin başladı” diye not düşmüştür. Embros gazetesinden İlla Vutieridi, “Asker neşeli. Arada bir Ankara’ya diye bağıranlar oluyor” haberini geçmiştir Atina’ya.
Askerler kendilerinden oldukça emindir. Sakız Adalı Er Panayot, nişanlısına yazdığı mektubu, “Ankara’dan ne istersin” diye bitirmiştir.
Yunan Karargâhının da neşesi yerindedir. Gelen haberlerde, o ana kadar herhangi bir direnişle karşılaşılmadığı bilgisini alan General Populas, haberi bir Türk Kahvesi içerek kutlamak istemiş ve ertesi gün de Karargâhın yola çıkması emrini vermiştir.
İzmir’in Yunan Genel Valisi Stregiadis, Yunan yürüyüşünün şerefine bir davet vermiş ve konuklarına, konuşmasının sonunda “buraya kalmak için geldik ve kalacağız” demiştir.
Savaş Bakanı Teotokis, kendisinden randevu talep eden İngiliz Askeri Ataşesi Albay Nairne’ye, “Tahminen 5 Eylül’de Ankara’da olacağız. Sizi orada ağırlamak ve bir Türk kahvesi ikram etmek isterim” cevabını vermiştir.
Veliaht Prens Yorgi de harekâta katılanlar arasındadır. Prens heyecan içindedir ve annesine yazdığı mektubunda, “Tıpkı Avrupalı bir ordunun sömürge kurmak için yaptığı çöl savaşlarına benziyor yürüyüşümüz. Ne kadar güzel. Böyle bir sefere katıldığım için çok mutluyum” diye yazmıştır.
İstanbul’daki İşgal Orduları Komutanı General Harington, Yunanlılar kadar iyimser değildir. İngiliz istihbaratının Ankara’daki, “Kara Jumbo” kod adlı elemanından son gelen istihbarat raporları, Yunanlılar açısından hiç de iç açıcı değildir.
Çok değil, daha bir yıl kadar önce çetelerden ibaret olan Türk direnişinin, Yunan Ordusunu Sakarya önlerinde, 21 Tümenle karşılayacağı bilgisi, Generali ve kurmaylarını şok etmiştir. “20 günde 21 Tümen. Bu müthiş bir olay. Sessiz sedasız yeniden bir ordu kurmuşlar. Ankara’nın ki yılgınlık değil fırtına öncesi sessizlikmiş. Doğrusunu söylemek gerekirse, bir enkaza doğru yürüdüğünü sanan Yunanlıları uyarmak hiç içimden gelmiyor” diyerek Mustafa Kemal Paşa’yı takdir etmiştir. Mustafa Kemal Paşa, Çanakkale ve Suriye cephesinde yaptıklarıyla, İngiliz Generalleri arasında takdirle anılan bir askerdir.
Bu arada, Yunan Tümenleri, yaklaşık 12.500, Türk Tümenleri ise 4.500 savaşçıdan oluşmaktadır.
Yunan ilerleyişi sürdükçe bozkır gerçek yüzünü göstermeye başlamıştır ve gündüz alev alev yanan topraklar gece adeta buz kesmektedir. Yunan Ordusunun ilk günkü keyfi kaçmış, huyunu suyunu hiç bilmedikleri bu coğrafyada yürüdükçe sorunlar da artmaya başlamıştır.
En büyük sorun susuzluk ve bozkırın sıcak ve bir o kadar da tozlu havasıdır. En ufak bir esinti bile tozu dumana katmaya yetiyor ve yalın halde, bir de onca teçhizatla yola düşmüş olan Yunan askerlerini adeta beyaz hayaletlere çevirmektedir.
Üstüne üslük, bir de genel Karargâhtan, suyun idareli kullanılması emri gelmiştir. Fakat susuzluk ferman dinlemez. Küçücük bir çeşme ya da kuyu göründü mü, Yunan birliklerinin intizamı bir anda bozulmakta, iş bazen kan dökmeye kadar gitmektedir.
Hâlbuki bunlar, bozkırın yabancılarının daha iyi günleridir.
Yunan Ordusunun yürüyüşe geçtiği haberi Batı Cephesi Karargâhına ulaşmıştır. Bir gün sonra Kurban Bayramıdır. Yunanlıların harekete geçtiği bilgisini alan İsmet Paşa’nın tepkisi ilginç olmuştur; “kasapların yola çıkmasından belli”.
…
Yunan Ordusunda en zor durumda olan, 12 Tümene bağlı Anadolulu Rum askerlerdir. Savaşmayı reddederler ya da başarısız olurlarsa Yunan Ordusu tarafından, esir düşerlerse de Türk Ordusu tarafından, vatan haini diye kurşuna dizileceklerdir. Tümen Komutanı Kallidopoulos ise bu durumdan memnundur. Bu askerler için, “Mecburen dövüşecekler, dövüşmezlerse ölürler” demektedir.
Mustafa Kemal Paşa ve Genel Karargâhın Batı Cephesine Taşınması
Yunan Ordusunun Sakarya önlerine yürüyüşe geçtiği günlerde, 12 Ağustos 1921, Mutafa Kemal Paşa, Fevzi Paşa ve Başkomutanlık Karargâhı da Alagöz Karargâhının bulunduğu köye taşınmıştır.
Ankara Garından Paşa’yı uğurlamaya, başta Refet Paşa olmak üzere, Ankara’da kalarak idareyi sağlayacak hükümetin, sivil üyeleri ve belirli bir mahiyet katılır.
Mustafa Kemal Paşa, orduya ve özellikle Fevzi Paşa’ya olan saygısından, BMM tarafından Başkomutan olarak atanmış olsa da, Sakarya Meydan Muharebesi boyunca savaşı sivil giysilerle yönetmiştir. Üniformasını, savaşın sonunda aynı Meclisin kendisini Mareşal rütbesi ile taltif etmesine müteakip giyecektir.
Alagöz’e ulaşan komuta heyeti vakit kaybetmeksizin çalışmalarına başlamıştır. Aynı gün, Mustafa Kemal Paşa, Fevzi ve İsmet Paşa, On ikinci Grubu denetlemek için Toydemir köyüne gelmişlerdir.
Grup, Sakarya boyunda demiryolundan Yıldıztepe’ye kadar olan çok stratejik bir kesimde mevzilenmiştir. Arazide yapılan toplantıda Mustafa Kemal Paşa “yurdumuzu karış karış koruyacağız, buna şüphem yok” diyerek subay ve askerlere moral vermektedir.
Mangal Dağı ve Kırık İki Kaburga Kemiği
Bu arada, yapılan kara keşifleri sonuç vermiş, Yunan Ordusunun ana taarruz yönünün Türk savunmasının Güney kanadı, sol kanat, olduğu aşağı yukarı belli olmuştur. Bu kanadı, Albay Selahattin Adil Bey’in İkinci Grubu ile Albay Kemalettin Sami Bey’in Dördüncü Grubu savunmaktadır. Savaşın ilk günlerinde bu Grupların yükü çok ağır olacaktır.
Heyet, bir süre otomobille yol aldıktan sonra yola atlarlar devam ederek İnler-Katrancı Köyünün hemen yakınındaki bir tepeden Yunan Ordunun geliş istikameti olan Sakarya Vadisini incelemektedirler.
Bu noktadan doğuya doğru bakıldığında iyice ileride, çevreye egemen, heybetli bir dağ göze çarpmaktadır. Çevreyi dürbün ile inceleyen Başkomutan, bu dağın adını sormuş ve Mangal Dağı olduğunu öğrenmiştir. Düşmanın daha da doğuya yönelmesi halinde çok iyi bir direnek noktası olduğuna karar vermiş ve bu dağın da esas savunma hattı içine alınması emrini vermiştir.
Bu, adeta kehanet biçiminde bir öngörüdür. Gerçekten de birkaç gün sonra Yunan Ordusu, beklediği noktadan cepheyi yaramayınca daha da doğuya açılacak ve Mangal Dağında kıyamet kopacaktır.
Heyet öğle yemeğini Alagöz’de değil, savaşacak komutanlarla birlikte yemeğe karar vermiştir. Tam atlarına binmek üzereyken Mustafa Kemal Paşa’nın atı ürkmüş ve ayağı üzengiden kayıp yere düşen Paşa sol kaburgasını büyükçe bir taşa çarpmıştır.
İsmet Paşa, Fevzi Paşa ve heyettekiler acele ile Mustafa Kemal Paşa’nın yanına geldiklerinde Paşa’nın yüzünde acı bir ifade vardır. İsmet Paşa’nın yardımı ile ayağa kalkar. “Gel çocuğum, senin bir kusurun yok” diyerek atın başını okşar. Yavaş yavaş tepeden inerek arabaların başına gelirler. Daha sonra da çok yavaş bir süratte Alagöz Karargâhına ulaşırşar..
Cephe Sağlık Müdürü Doktor Murat (Cankat) Bey, Mustafa Kemal Paşa’yı tetkik eder. Paşalar ve karargâh subayları derin bir kaygı içinde beklemektedir. Yarım saat süren muayenenin sonunda Doktor, son derece moralsiz bir şekilde Paşaların yanına gelir. “Bir ya da iki kaburga kemiğinin kırıldığını sanıyorum” der ve ekler, “sesi de kısılmaya başladı. Röntgen çekilmesi lazım. Bu sebeple acilen Ankara dönmeli”.
Savaşın başlamasına günler kala böyle bir haber, başta Paşalar olmak üzere tüm karargâhı şok etmiştir. İsmet Paşa, Fevzi Paşa’ya dönerek; “ne talihsiz bir gün” diyerek üzüntüsünü dile getirmiştir.
Haberin gizli tutulmasına karar verilir ve Refet Paşa’ya Cebeci Asker Hastanesinin hazırlanması için şifreli mesaj yayımlanır.
Paşa’yı Ankara’da, Refet Paşa, Salih Bozok ve Kılıç Ali karşılamıştır. Hemen hastaneye gidilmiş ve röntgen çekilmiştir. Doktor Mim Kemal Öke, Paşanın belen yukarısını kalınca bir bez ile sıkıca sarmıştır. Paşa’ya dönerek, “Paşam, iki kaburga kemiğiniz kırık. Hatta biri de akciğerinize batıyor. Yatarak ve az hareket ederek dinlenmeniz gerekiyor. Aksi halde kaburgadaki kırık akciğerlerinizi tahriş eder, başımıza daha büyük işler açılır. Cepheye dönmeniz mümkün değil. Yoksa, açık söyleyeyim, ölürsünüz” diyerek tetkik sonuçlarını iletmiştir.
Herkesin çaresiz kaldığı bir andır. Paşa, acılar içinde yeni ikametgâhı olan Çankaya’daki bağ evine götürülür.
Yunan Ordusu Sakarya Nehrini Geçmeye Başlıyor.
Yunan Ordu Karargâhı Hamidiye Köyüne gelmiştir. Büyük toplantı çadırında, Populas ve kurmayları son durumu değerlendirmektedir. Beş Yunan tümeni, o gece dinlenerek ertesi gün güneye ve sonra da doğuya doğru yönelmeye başlayacaklardır.
Ertesi sabah – 19 Ağustos 1921 – Yunan 9. Tümeni Sakarya Nehrini aşmaya başlamıştır. Hava çok sıcaktır. Suyu gören Yunan askerleri saldırırcasına suya atılmış ve birlik tüm nizamını kaybetmiştir. Alay Komutanı Albay Kalinski, askerleri düzene sokmaya çalışırken “nesiniz siz? Ordu mu, sürü mü” demekten kendini alamamış ve silahıyla havaya ateş etmek zorunda kalmıştır.
Paşa Cepheye Geri Dönüyor.
Kazanın ertesi günü, Mustafa Kemal Paşa’nın, kendisini ziyarete gelen kısıtlı sayıdaki Bakan’a, yarın cepheye döneceğini söylediğini duyan Fikriye Hanım, adeta fenalık geçirmiş, kendisini, Doktor Murat (Cankat) Bey teskin ederek, “Bakanların maneviyatı bozulmasın diye öyle söylüyordur. Yoksa mümkün değil. En az iki hafta yatması lazım” diyerek moral vermiştir.
Paşa, o gün Bakanlara, Ankara’nın tarihi evlerinin korunması konusunda birşeyler yapılması emrini vermişti. Şehir Yunanlıların eline geçse bile bu evler korunmalıdır. Paşa’ya göre savaş hem askeri hem de kültürel anlamda verilmeli ve Ankara’da Türk kimliğine ait bu evlerin ne olursa olsun ayakta kalmaları sağlanmalıdır.
Ertesi sabah, Salih Bozok, Muzaffer Kılıç ve Muhafız Taburu Komutanı Yüzbaşı İsmail Hakkı Bey, Çankaya’daki bağ evinin alt salonunda otururlarken, merdivenlerden gelen ayak seslerini duymuşlardır.
Gelenin Fikriye Hanım olduğunu düşünerek telaş etmezler. Fakat merdivenlerden inen bizzat Mustafa Kemal Paşa’nın kendisidir. Paşa tıraş olmuş ve giyinmiştir.
Söze ilke Salih Bozok girer, “Aman paşam” der “niye kalktınız”?
Paşa sakin ve yorgun bir sesle cevap verir, “böyle günde yatılır mı çocuk”?
Ömrü cephelerde geçmiş, korku eşiğini çoktan aşmış ve her günün son gün olabileceğini bilen Paşa, bu zor günde orduyu yalnız bırakmayacaktır.
Salih Bozok’a döner ve “bir saat sonra cepheye hareket edeceğiz. Hazırlanın” emrini verir. Yüzbaşı İsmail’e de birliğini alıp cepheye katılmasını söyler.
Bir iki saat içinde Paşa Alagöz’e ulaşmıştır. Yatak odasındaki portatif yatak, genişçe yastıklarla desteklenmiş ve Paşa burada çalışmaya başlamıştır. Savaş boyunca, sağlığı bu haldeyken, günlerce uyumadan bu halde çalışmış, bazen cepheye giderek savaşı bizzat yönetmiştir.
Bugün, her milli bayram bir bahane bulunarak iptal edilirken, bu tarifsiz fedakârlığı, çok uzaklardan gelen bir ziyaretçi, yıllar sonra Anıtkabir avlusundan paylaştığı bir resme “İki kırık kaburga, delik akciğer ve O yine de savaştı” notunu ekleyerek takdir etmiştir. O kişi, Amerikalı bir iş adamı, tasarımcı ve mühendis olan Elon Musk’tır.
Karargâhta görevli olan Halide Edip Hanım, Mustafa Kemal Paşa’yı ziyaret etmek ister. Yüzbaşı Hasan (Atakan) Bey, kendisine, Paşa’nın odasına kadar eşlik eder. Halide Hanım, gördüklerini anılarında şöyle anlatacaktır; “Mustafa Kemal Paşa oturduğu yerden güçlükle ayağa kalkmaya çalıştı. Çünkü hala ağrılar içindeydi. Kalbimde derin bir saygı hissettim. O, bütün bir millet ve sonraki nesiller yaşasın ve varolsun diye ölmeyi göze alan bir iradeyi temsil ediyordu. Ne saray, ne şöhret, ne de herhangi bir kudret, O’nun bu odadaki büyüklüğüne erişemezdi. Gittim, elini öptüm”.
Hayalet Süvariler Sahneye Çıkıyor.
Yunan Tümenlerinin Güneye doğru ilerleyişi sürerken, Başkomutan, Fevzi Paşa’dan, cephenin Güney kesimine gitmesini ve savunma düzenini gözetmesini istemiştir. Harita başındaki İsmet Paşa’ya da dönerek, Emirdağ’da tespit edilen Yunan ikmal merkezine baskın verilmesini emreder.
Taktik bir baskın havası vermek için yolunu uzatan Yunan Ordusu, Türk ordusuna çok kıymetli olan iki haftalık bir zaman kazandırmış ve böylece savunma hattı iyice pekiştirilmiştir.
General Stratigos, bu gerçeğin farkına vararak, “baskın verme hülyasıyla yolu çok uzattık ve orduyu boşu boşuna yorduk” diyerek söylenmektedir.
Süvari Tümeni iki yandan Emirdağ’a girmiş, Yunan Ordusunu besleyen fırınları yıkıp yiyecek ve malzeme stoklarını da imha ederek kayıpsız bir şekilde geri dönmüştür. Bu, hayalet süvarilerin Yunan Ordusuna attığı ilk tokattır.
Haberi alan General Populas çok sinirlenmiştir. Harekâtın başlarındaki tahmini haklı çıkan Albay Spridonos ağlamaklı bir biçimde söylenmektedir; “İkinci kolorduyu nasıl besleyeceğim”?
Yunan Süvari Tugayı Komutanı Albay Nikolaidis, İkinci Kolordu Komutanı Prens Andreas’a, tugayının durumunu şöyle özetlemektedir: “tugayımdaki atların çoğu balkan savaşından kalma. Sıcak hava ve susuzluğa, bir de Türk süvarilerinin sürekli saldırıları eklenince tugayımdaki bu yaşlı atlar artık koşamayacak hale geldi. Süslü merasim beygirlerinden farkları kalmadı”.Şöyle bir laf vardır. Atın üstündeki Kemalin askeri değilse ancak yüktür.
Kıyamete Saatler Kala
21 Ağustos gecesi, 4. Tümen 42. Alay Komutanı Yarbay Hüseyin Avni Bey, karargâh subaylarını toplamış ve onlara hitaben; “bu savaş bir fetih savaşı değil. Vatan savunması savaşıdır. Hiçbir hatayı affetmeye hakkımızın olmadığı bir savaş. Gerekirse burada öleceğiz ama geri çekilmeyeceğiz. Askere örnek olacağız. Çocuklarımıza para, mal, mülk değil, milleti için şehit ya da gazi olmuş namuslu bir askerin çocukları olmanın şerefini bırakacağız” diye bir konuşma yapmıştır.
Hüseyin Avni Bey’in Alayı, bir gün sonra adeta bir fedai birliği gibi dövüşmüş ve aynı gün Hüseyin Avni Bey, çocuklarına şehit olmuş namuslu bir askerin çocukları olma şerefini bırakmıştır.
“Komutanım, korkmuyor musunuz hiç” diye soran bir teğmene Hüseyin Avni Bey, şahadetinden birkaç dakika önce, “korkmaya vakit mi var a çocuk” diyerek yanıt vermiştir.
Onlar korkmaya bile vakit bulamadan vatanın imdadına koşan bir nesildir. Yıllar sonra, İsmet Paşa’nın eşi Mevhibe Hanım, gazetecilere verdiği bir mülakatta, “Saffet Bey’in (Arıkan) İsmet Paşa’nın İstanbul’daki evine gelip, Mustafa Kemal Paşa seni Anadolu’ya çağırıyor, hazır mısın diye sorduğunu, İsmet Paşa’nın, hazırım, hemen hareket edelim diye cevap verdiğini ve arkasına dönüp bir defa bile bakmadan gittiğini” anlatacaktır. Onlar bir eşten çok vatana sevdalıdırlar.
Ayrıca İsmet Paşa, İnönü Savaşları devam ederken oğlu İzzet’in hastalandığını öğrenmiş, fakat cepheyi bırakıp gidememiştir. İsmet Paşa, Sakarya cehenneminde dövüşürken oğlu İzzet vefat etmiş. Paşa bunu ancak Büyük Taarruzdan hemen önce, 1922’de öğrenebilmiştir.
…
Sakarya’nın hemen yanı başında, 12 Tümenin ileri karakolundan Mangal Dağına dürbünü ile bakan General Kontoules’in gözüne, güneş batarken ince hatlar boyunca hareket eden parlak çizgiler çarpmış ve içi ürpermiştir. Bunlar, batan güneşte parlayan Türk süngüleridir.
Sakarya’nın doğusu arı kovanı gibidir ve General Populas bu kovana elini sokarak hayatının hatasını yapmak üzeredir. Çünkü Mehmet, çoktan canını namluya sürmüş ve mevzide Yunan Ordusunu beklemektedir.
Saat 23.30 gibi, Yunan Ordu Karargahından tüm birliklere taarruz emri yayımlandı. Emre göre, ertesi sabah – 23 Ağustos 1921 – kolordular hedeflenen alanlardaki Türk ileri hat mevzilerini işgal etmekle yetinecek, 24 Ağustos sabahı saat 05.00’te de emir beklemeksizin Türklerin ana savunma mevzilerine taarruza geçeceklerdir. Emirde taarruzun amacının düşman cephesini merkezden yarmak ve doğudan kuşatmak olarak belirtilmiştir.
Yarma görevi, Türk savunma hattının orta kesimine taarruz edecek olan General Kondulis’in komuta ettiği Birinci kolorduya, kuşatma görevi de, doğuya açılan Prens Andreas’ın komuta ettiği İkinci kolorduya verilmiştir.
…
İsmet Paşa, gece geç saatte gelerek hazırlanan son cephe emrini Başkomutanının onayına sunmuştur. İsmet Paşa yorgun ve her gerçekçi komutan gibi endişelidir. Sıkıntılı bir sesle, “Yarın düğün başlıyor” demiştir.
Cephe emrinde bütün birliklerin bulundukları mevzileri kesin olarak savunmaları emredilmektedir.
Başkomutan cephe emrini okumuş, okudukça, yüz hatları kesinleşip derinleşmiştir. Olaya tanıklık eden Halide Hanım, anıları şu notu almıştır, “zaferden emin, aksi çıkarsa bütün arkadaşları ile birlikte ölmeye hazır”.
Gece yarısının ilerleyen saatlerinde Türk öncü birlikleri ile Yunan keşif birlikleri arasında yer yer kısa ve küçük çatışmalar başlamıştır. Zaman zaman, aydınlatma fişekleri ortalığı gündüze çevirmektedir. Artık sinirler gerilmiştir. İki ordu da heyecandan uyuyamamaktadır.
23 – 24 Ağustos 1921 Mangal Dağı Muharebeleri
Cephenin Güney kanadı, Sakarya Meydan Muharebesinde ilk tüfeğin patladığı cephedir. Mangal Dağı, neredeyse tamamen yuvarlak hatlı kayalarla kaplı, toprağı yok denecek kadar az, üzerinde ot ve dikenden başka bir şey yetişmeyen çorak bir tepedir. Günlerdir asker ve köylüler uğraşa uğraşa ancak diz kapağına gelen küçük çukurlar kazabilmişlerdir. Çıkan kaya ve toprakları çukurların önüne yığarak, ancak sipere benzeyen mevziler oluşturabilmişlerdir.
23 Ağustos Salı günü hava kapalı ve boğucudur.
Sivritepe öncü mevziinde rasat dürbünü ile gözlem yapan Asteğmen Ethem’in, “geliyorlar” diye bağırtısı duyulur. Türk birlikleri cephe boyunca gözetleme yerlerinden Yunan birliklerini izlemektedir. Verilen emre göre en öndeki emniyet müfrezeleri düşmanın son hareketlerini gözleyip karargâhlarına bilgi verdikten sonra, çatışmaya girmeden savunma hatlarına geri çekileceklerdir.
Yunan Üçüncü Kolordusu, piyadesini yayarak Türk mevzilerine doğru koşar adım yaklaşmaya başlamış, Kolorduya bağlı topçu birlikleri Türk mevzilerini çok yoğun bir topçu ateşi altına almıştır. Güzelim Sivritepe, yemyeşil Ilıca Vadisi alev ve duman içindedir.
38. Alay Komutanı Yarbay Reşit Bey, Alay efradına döner ve “beklenen an geldi. Süngü tak” diye emir verir.
Çelik gibi sinir gerektiren anlardır. Yunan topçusu, mevzideki Türk askerlerine göz açtırmamaktadır. Sabırla bombardımanın bitmesi beklenmektedir. Eğitimi az olan acemiler, şarapnellerin başlarının üzerinden vızıldayarak geçmeye, isabet alan siperdekiler birer birer devrilmeye başlayınca korkuya kapılmışlardır. Takım komutanları ve tecrübeli çavuşlar korkanları telkin ederek cesaretlendirmeye çalışmaktadır.
Burma bıyıkları ile nam yapmış Hasan onbaşı, korkudan titreyen bu gencecik vatan evlatlarını, “Bana bakın, Azrail korkakları arar. Korktuğunuzu belli etmeyin sakın” diyerek sakinleştirmeye çalışmaktadır.
Toplar susup Yunan birlikleri Türk siperleri önünde iyice görünür olduklarında herkes silah başı yapmıştır. Bu arada, Türk topçusu da boş durmamış, Yunan birliklerine bir hayli zayiat vermiştir.
Aksi gibi, Türk siperlerine doğru esen sert bir rüzgâr vardır. Bazen rasat subayları hedefleri bile göremez hale geliyor ve topçu bataryalarına düzeltme raporlarını bile iletemiyorlardır.
4. ve 5. Yunan Alayları Türk mevzilerine iyice yaklaştığı sırada fırtına iyice şiddetlenmiştir. Bir saat sonra, Mangal Dağını savunan yiğitler cehennemin sadece ateşten ibaret olmadığını anlayacaktır.
Gün adeta geceye dönmüştür. Gök gürültüleri top seslerine karışmaktadır. Komuta siperindeki 14. Alay Komutanı Yarbay Mahmut Nedim, topçu batarya komutan Teğmene neden ateşi kestiklerini sorar. “Adamlar öncü hattımıza giriyorlar, biz tek mermi bile atamıyoruz üstlerine” diyerek adeta burnundan solumaktadır.
Mangal Dağındaki siperler dağın zirvesinden akan sel suları ile dolmuş, asker su içinde savaşmaktadır. O karanlıklar içinde, yer yer göğüs göğüse boğuşmalar oluyor, süngüler, dipçikler, yumruklar havalarda uçuşmaktadır.
Tümenin topçusu fırtına yüzünden kör olmuştur. Teğmen, Yarbay Nedim Bey’e, “komutanım görüşümüz sıfır. Kimse bir şey göremiyor. Kendi askerimizi vurmamak için ateşi kestik” diye malumat vermektedir. “Topları düşmana kaptırmamak için bataryanın Yaprakbayırı’na çekilmesi için emir beklemekteyiz” diye de ilave eder. Teğmen dokunsalar ağlayacak haldedir; “keşke hava rahat dursa da dövüşsek komutanım” der.
Alay Komutanı telaş içindedir. “İlk hat düşerse yarım saate ikinci hatta da girerler” diye söylenmektedir.
O gün, Mangal Dağında Türkün sınav günüdür.
Mangal Dağı Kuşatılıyor.
Fırtına, Mangal Dağıyla iletişimi sağlayan telgraf hatlarını ve telsiz direklerini de yıkmış ve dağın tüm iletişimi kesilmiştir. Bu arada Yunan Ordusu, Mangal Dağının hemen yanındaki Türbe Tepeye de taarruz etmiştir. Fırtına sebebi ile oradan da haber alınamamaktadır.
Bu kıyamet gününde, Mangal Dağı ve Türbe Tepenin savunulması sorumluluğunu üstlenmiş 2. Grup komutanı Selahattin Adil Bey, sinirden ve çaresizlikten yerleri dövmektedir.
Türbe Tepe ve Mangal Dağının arasında Demirözü Vadisi yer almaktadır ve bu iki tepeden biri bile düşman eline geçse, Güney kanadında cephe yarılmış olacaktır.
Populas, bir kolordusu ile Demirözü Vadisinden cepheyi yarmak diğer bir kolordusu ile de Mangal Dağının daha da güneyinden dolaşarak oradaki Türk birliklerini kuşatmak istemektedir. Bu bölgedeki toplam Yunan savaşışı sayısı 40.000 kadardır.
Bunu engelleyebilmek için, Selahattin Adil Bey’in emrinde, ön mevzilerde 9.000 savaşçısı vardır. Hemen arkasında, İzzettin Bey’in ihtiyat Grubunda da 18.000 savaşçı mevcuttur.
Populas’ın tuzağını önceden fark eden Mustafa Kemal Paşa, 2. Grubun cephe hattında durum nerede sıkışsa oraya müdahale etmek için, 5 tümenden oluşan ihtiyat birliğini, bir gece önce cephe sol kanadına kaydırmıştır.
Fakat, ne Mangal Dağından, ne Türbe Tepeden ne de Alagöz Karargahından, fırtına nedeni ile haber alamayan Selahattin Adil Bey, kendi tabiri ile tüm evrende kendini bir başına hissetmektedir.
Selahattin Adil Bey, ihtiyattaki İzzettin Bey’in Grubu ile de temas kuramamaktadır. O sırada komuta çadırının içine sırılsıklam, bitkin ve perişan bir halde 5. Tümen komutanı Yarbay Kenan Bey girer. Selam verdikten sonra, “Komutanım, kendim gelmekten başka çare bulamadım. Durum çok kötü. Topçu desteğimiz olmadığı için ön hatlarımız düştü. Öncü siperlerin neredeyse tamamı düşman eline geçti. Alaylarım hızla eriyor. Acil olarak en az bir alayla takvime edilmemiz şart. Yoksa tümenim ve ben sabahı göremeyiz” diyerek acı durumu özetlemiştir.
Selahattin Adil Bey’in elinde ulaşabildiği tek ihtiyat kuvveti, Grubun kuşatılmasına karşı Yaprakbayırında tuttuğu 4. Tümendir. Bu şartlar altında tümeni Mangal Dağına sürmek,
kuşatma karşısında elinde hiçbir kuvvetin kalmayacağı anlamına gelmektedir. “Bu mümkün değil Kenan Bey. Yalnızız” diyerek Kenan Bey’in talebini geri çevirir.
“Peki” der Kenan Bey, “ne yapacağız Komutanım”? Selahattin Adil Bey, çaresizce yumruğunu masaya vurur ve “dağı boşaltın Kenan Bey” der. Yarbay Kenan Bey’in sorgulayan bakışları karşısında açıklamaya devam eder; “Başka çarem yok. Şu anda ordu kuşatılıyor olabilir. Mangal Dağını tutsak bile, eğer kuşatmayı önleyemezsek bir anlamı kalmaz. Bunu da senin tek tümeninle yapamam. Derhal Yaprakbayırı’na çekilin. Sorumluluk bendedir” .
Halbuki cephe emri kesindir. İzinsiz geri çekilen her kim olursa olsun idam edilecektir. Ayrıca, Demirözü Vadisinde de durum belirsizdir.
Fırtına biraz şiddetini azaltınca, Mangal Dağının Yunanlıların eline geçtiği bilgisi Alagöz Karargahına bomba gibi düşer. Mustafa Kemal Paşa, bu kadar stratejik bir dağın izin almadan terk edilerek düşman eline geçmesine çok sinirlenir. Selahattin Adil Bey ve Kenan Bey’in idam edilmelerini istediği ama İsmet ve Fevzi Paşa’ların kendisini sakinleştirerek bu emri geri aldırdıkları dilden dile dolaşmaktadır.
Bu arada Kuzeyde, geri çekilirken Türk ordusu tarafından yıkılan bir köprünün güneyine seyyar bir köprü yapan bir Yunan Tümeninin Sakarya’nın doğusuna geçtiği bilgisi de Alagöz’e ulaşmıştır.
Ordu, Güneyden sonra Kuzeyden de darbe yemektedir. Hem de bu, muharebenin daha ilk günleridir.
Güneyde çok fazla seçenek yoktur. İzzettin Bey’in ihtiyat Grubu Haymana Kuzeyinde, Mangal Dağına 7 saatlik yürüyüş mesafesindedir. Hemen harekete geçse, dağı ulaşması sabahı bulacaktır.
Eldeki tek kuvvet, Topal Osman Ağanın Giresunlu gönüllülerden oluşan 47. Alayıdır. Türk’ün kaderi, süngüsüz Rus berdan marka tüfekleri ellerinde, geleneksel bıçakları aba-zıbkaları bellerinde olan bu Yiğitlerin yüreklerindedir.
47. Alaya, Mangal Dağında kaybedilen mevzileri yeniden ele geçirmesi, Kenan Bey’in 5. Tümenine de ilk fırsatta karşı taarruza geçmesi emri verilir.
47. Alayın yiğitleri, Mangal Dağının Türbe Tepeye bakan kuzey yamacına gelir. Burada son kez fişeklerini ve bıçaklarını gözden geçirirler.
Bu arada talih ilk defa Türk’ün yüzüne gülmüş, Yunanlılar, 5. Tümenin siperleri boşalttığının farkına varamamış ve bu siperler uzunca bir süre boş kalmıştır. Siperlere yeni yeni yerleşen Yunanlıların üstüne 47. Alayın kahraman yiğitleri bir anda atlar. Neye uğradıklarını şaşıran Yunan askerleri panik halde ateş etmeye başlamışlardır. 47. Alay, mermisi bitince bıçaklarıyla, bıçakları düşünce tekme ve tokatla Yunan askerlerini dağın güneyinden aşağıya doğru atarlar.
Tümen Komutanı Frango şaşkın haldedir. “Hani” der astlarına, “Türk Ordusu enkazdı”? Ancak, Kenan Bey’in 5. Tümeni taarruz etmekte gecikince, zaten sayıca eksilmiş olan 47. Alay tek başına kalmıştır. Yine de, karşı taarruza kalkan Yunan Tümenini sabah saat 04’te kadar durdurmayı başarırlar.
İzzettin Bey’in ihtiyat Grubundan bir tümenin Yaprakbayırı sırtlarına ulaşmasıyla, 47. Alayın tamamen imha edilmemesi için, Alay, 5. Tümen ile birlikte bu hatta geri çekilir. 24 Ağustos 1921 Çarşamba sabahı saat 09’da Mangal Tepe bütünüyle Türk Ordusunun elinden çıkmıştır.
300 kişiyle güne başlayan 47. Alay’ın mevcudu o gece 90 kişiye düşmüştür.
Fakat, dağın hemen karşısındaki Yaprakbayırı hattında yeni bir hat oluşturularak yarılan cephe yamanmıştır.
Uçurumun kenarından dönülmüş ve şartlar ne olursa olsun ordunun hiçbir hata yapma lüksünün olmadığı bir kez daha ortaya çıkmıştır.
25 – 27 Ağustos 1921 – Gedikli Muharebesi.
25 Ağustos sabahı saat 03’te, sırtını Mangal Dağına yaslayan Yunan 1. ve 2. Tümenlerinden oluşan grup yaklaşık 17.000 savaşçı ile Türbe Tepe –Demirözü Vadisi üzerine taarruza başlar. Burayı, Yarbay Ahmet Derviş Bey’in 5.000 kişilik 7. Tümeni savunmaktadır.
Türbe Tepe düşerse, Yunan Ordusu Türk cephesinin içine 10 kilometre kadar girmiş olacaktı. İki saatlik topçu ateşinden sonra Yunan Ordusu taarruza geçti.
Gazeteci Nikolopulos, gözetleme yerinden savaşı takip etmektedir. Türk savunmasını görünce, defterine, “bu tepelerde sinirleri gerçekten çelik gibi Türkler var” yazmıştır.
Sabaha doğru Türbe Tepe de düşmüştür. Cephe tekrar yarılmak üzeredir.
Durumu göre, 3. Kafkas Tümeni Komutanı Albay Halit (Akmansü) Bey, İkinci Grup karargahına ulaşmak istese de, başaramaz. Tıpkı Başkomutanın 6 yıl önce Arıburnunda yaptığı gibi, emir beklemeden harekete geçer ve Tümeni ile ve cephenin yarılmasını önler.
Çılgınca bir mücadele olmuştur. 42. Alaya uzunca bir süre Asteğmen komuta etmiştir.
Sathı Müdafaa
Cephenin ikinci kez yarılma tehlikesi altında kalması, Alagöz Karargahını, daha ileri seviyede önlemler almaya iter. Ankara’da bulunan Refet Paşa’ya, şehri boşaltıp resmi kurumları Kayseri’ye taşıma emri kaleme alınır ama yayımlanmaz.
En buhranlı ve en kanlı saatlerde Başkomutan, cephenin en ön hattında bulunan Fevzi Paşa’yı arar. Konuyu Fevzi Paşa’ya açarak fikrini sorar. Fevzi Paşa, “bize yağmur gibi mermi yağarken düşmana da güneş açmıyor. Ben toptan bir geri çekilmeye lüzum görmüyorum. Taktik amaçlı küçük çaplı geri çekilmeler olsa da ordu yerinde kalarak Yunan Ordusunu durduracak güç ve azimdedir” der.
Tarihin dönüm noktalarından biridir. Refet Paşa’ya yayımlanmak için hazırlanan emir iptal edilir.
Bu tarihi anı fırsat bilen Mustafa Kemal Paşa, karargâh subaylarını toplayarak askerlik tarihine geçecek emrini verir: “Hattı müdafaa yoktur. Sathı müdafaa vardır. O satıh bütün vatandır. Vatanın her karış toprağı vatandaş kanı ile ıslanmadıkça terk olunamaz”.
Sonuç olarak, gerekmedikçe bir küçük tepecik bile terk edilmeyecektir. Terk edilmemiştir de.
Sonuç
Muharebenin bu ilk 4 günü, kalan 18 günün ne şekilde geçeceğinin anahtarıdır. Yunan Ordusu, bilmediği bu topraklarda, yok ettiğini düşündüğü Türk Ordusuna mağrur bir edayla ve fütursuzca saldırmış, sonunda Sarışın Kurt’un tuzağına düşerek, memleketin harimi isteminde boğulmuştur.
Savaşın ilk 15 gününde, 20 kilometre kadar ilerlese de Populas, her aştığı tepenin ardında, karşısında sarsılmadan duran bir siper hattı daha bulmuş, elde ettiği tepelerin, bu kumdan deryada sadece birkaç tepe olduğunu acı bir şekilde anlamıştır.
Bu 20 kilometre ilerleme için 30 binden fazla Yunan askerini kaybeden Populas, bir daha geri dönmemek üzere, Afyon’a kadar geri çekilmek zorunda kalmıştır.
…
Bu kanlı savaş, her anında sürprizlerle karşımıza çıkmaktadır.
Uzunbey Köyündeki karargâhı Fahrettin Altay’ın hayalet süvarileri tarafından baskına uğrayan Populas, az daha esir düşecektir. Şansına, Alagöz’den gelen bir cephe emri yetişmiş, hayalet süvarilere cephenin sol kanadında acil ihtiyaç olduğu bilgisi gelmiş ve geldikleri gibi bir anda sol kanadın imdadına koşmuşlardır.
Polatlı’nın hemen kuzeyindeki Kartal Tepe, savaş boyunca 8 defa el değiştirmiştir.
Albay “Deli” Halit Bey, kaçak sorununu çözmek için değişik bir yöntem bulmuş, beline iki adet beylik silahı kuşanmış, sağdakine namuslu soldakine namussuz adını vermiştir. Neden diye soranlara, “Yunanlıları namusluyla, cepheden kaçan kendi askerlerini ise namussuzla vurduğunu” söylemiştir.
Ağustos’un son günlerinde, 10.000 kişi ile Çal Dağı’na dayanan Yunan ordusunu, 600 kişilik mevcudu ile kahraman 190. Alay durdurmuş, bunu öğrenen Populas, bir tek Türk Alayının 3 Tümenin arasına dalıp koca dağı hallaç pamuğu gibi atmasını kabullenemediği yazmıştır günlüğüne. Her ne yaşandıysa, gerçekten çok bir mucize gibidir.
Başkomutanın, bir taarruz emrinden çok, intihar saldırısı anlamına gelen emrini alan 190. Alay komutanı, “bunu başarabilir miyiz” diye soran astlarına dönerek, “başarırız, çünkü başarmak zorundayız. Bu bizden sonraki nesillere borcumuzdur” diyerek cevaplamıştır.
Bugün, sonsuz bir sükûnet içinde olan savaş meydanı, mezarı bile olmayan on binlerin ebedi istirahatgahıdır. Pek çoğu gibi cesedi dahi bulunamamış askerlerden Seferihisarlı Tahsin Çavuş, kardeşine yazdığı mektupta, “en çok korktuğu şeyin ölmek değil unutulmak olduğunu yazmış, kardeşini, dönemezsem en azından hatıralarında beni yaşatmayı unutma” diye de tembihlemiştir.
O topraklar, Mehmet’in kanıyla o kadar yıkanmıştır ki üzerinden yüz yıl bile geçse, kan kırmızı gelincikler her baharda bu ovayı süsler.
…
Bir de Yunan mezalimi konusu vardır. Yunan ordusu geri çekildiği her yerde katliam yapmaktadır. BMM tarafından, muharebenin sonunda bir komisyon kurulmuştur. Komisyona Halide Hanım ile birlikte Mazhar Müfit Bey başkanlık etmektedir.
İkisi de yazar olan bu iki insan, gördüklerinin çoğunu, yaşadıkları şoktan dolayı kaleme bile alamazlar. Polatlı’nın hemen batısındaki Çekirdeksiz köyünde, Yunan ordusu çekilirken tüm köyü camiye toplamış ve cami ile birlikte hepsini orada canlı canlı yakmıştır. Halide Hanım, zihninden çıkmayan bir görüntüyü şöyle anlatmıştır BMM’sinde; “caminin kırılan penceresinin demirinde bir çift el gördüm, demire yapışmış bir çift el. Bedenin gerisi kömür olmuştu”.
…
Sakarya boylarında bu memleketin çocuklarının kanı oluk oluk akarken, insanlar diri diri yakılırken, bu milletin hamisi olduğu söylenen Padişah Vahdettin, 1 Eylül 1921 günü Yıldız Sarayında 4. Evliliğini yapmakla meşguldür.
…
Ankara’dan batıya, bazen tatil, bazen herhangi bir vesile ile geçtiğinizde, Temelli’den ta Sivrihisar’a kadar ki o sonsuz arazide, bizler için, hala o toprakları bekleyen ölümsüz ruhlara selam göndermeyi unutmayın… Onlar, bizler ve bizden sonrakilerin zihninde ve gönlünde yaşadıkça ve hatırlandıkça ölümsüzdürler.
Yazımı, Başkomutan Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün, bir temennisi ile bitirmek istiyorum. Konya’da Delibaş Mehmet namıyla ün yapan bir eşkıya vardır. Bu hain yobaz çetesiyle köy köy dolaşıp “Yunan Ordusu Halifenin emri ile geliyor, karşı durmayın” diye telkinlerde buluyor ve ne yazık ki etkili de olmaktadır. Sakarya Muharebesi sürerken, Delibaş Mehmet’in kendi adamlarınca öldürüldüğü haberi Karargâha ulaşır. Herkeste bir mutluluk hâkimdir.
Son sözü Başkomutan alır: “İleride halkımızın, bunca ibret verici tecrüben sonra gerçek dindarlarla din tüccarlarını birbirinden ayırt edeceğini ümit ederim. Yoksa böyle geri ve ezilmiş olarak kalırız”.