felsefe taşı

Seine Nehrinden Rhein Nehrine

Seine Nehrinden Rhein Nehrine
Mart 08
17:23 2014

Paris’in tadı damakta kalır
Öyle bir kent ki şu Paris, oraya ne kadar çok gitmiş olursanız olun onu asla tam olarak tanıyamıyorsunuz, insanın karşısına her defasında bir başka yüzüyle çıkıp şaşırtıyor. Saraylar, köprüler, kiliseler, meydanlar ve kafeler birbirine benzese de ayrıntılar farklı renkler, farklı izler bırakıyor akılda, anılarda ve sonunda Paris’in tadı da daima damağınızda kalıyor.

Bu defa Seine Nehrinin sağ tarafında, Bastille Meydanına yakın bir otelde kaldık. Gidiş ve gelişi ortadaki geniş, ağaçlıklı alanla birbirinden ayrılmış Richard Lenoir caddesi üzerinde bir otel. İstanbul’da bir türlü kavuşamadığımız ilkbahar çoktan gelmişti buraya, bahar dalları çapkın mı çapkın…İlkbaharın kışkırtmasıyla eşyalarımızı bırakır bırakmaz kendimizi hemen dışarı atıp binlerce Paris’linin arasına karıştık.

2000 yaşında bir ağaç
İlk durağımız Austerlitz Garı’nın yanındaki yüzlerce yıllık ağaçların mekanı Botanik Bahçesiydi(Jardin des plantes). Ama bizim asıl görmek istediğimiz bahçedeki dipdiri ağaçlar değil, bir eski ağaç kesitiydi, çok çok eski bir ağaç kesiti. Doğa müzesinin kapısından girer girmez sağda duruyordu. Çapı hemen hemen üç metreye yakın bir Sekoya ağacı kesiti. Amerikalılar ikinci Dünya Savaşından sonra bir anı olarak bunu Fransızlara armağan etmişler. Kesitin çeşitli yerlerine her biri bir başka tarihi olayı saptayan pirinç plaketler çivilenmişti. İsa’nın doğumu ortalarda, o doğduğunda Sekoya taze bir fidanmış. Sonra daha dışa doğru Roma İmparatorluğu, Haçlı seferleri, matbaanın icadı, Fransız ihtilali… Bunlar ilk anda aklıma gelenler. İki bin yaşında bir ağaç, her halkası ayrı bir yılı işaret ediyor. Bir ağacın gövdesinde tüm tarihi izleyebilmek… Heyecan verici, muhteşem…

Napoleon’un takıldığı restoran, en küçük meydan ve Marais
Bunu kutlamak şarttı. Metroya atlayıp Odeon Meydanına geldik, Rue de L’ancienne Comedie tam karşımızda. Le Procope, Paris’in en eski, en kurumlaşmış restoranlarından biri. Napoleon’un, Voltaire’in ve daha pek çok yazarın, siyasetçinin, düşünürün “takıldığı” Procope 1686’da açılmış. Vişne çürüğü deriden oturma yerleri, yaldızlı aynaları, kristal avizeleri ile göz alıcı ve zarif, yemekleri de enfes.

Yemekten sonra St. Germain’de biraz yürüdük, ardından kalabalık kafelerden birine oturup kahvelerimizi içtik, sonra yine yürüye yürüye belki de Paris’in en küçük meydanı olan Furstemberg’e gittik. Bir zamanlar Delacroix’nın atölyesi olan yapı şimdilerde müze, zaten meydancıktaki dükkanlar da genellikle sanat galerisi. Furstemberg meydanından sonra avare avare biraz daha yürüdük ve sonra da metroya atlayıp yeniden Bastille’e geldik. Haydi bir kahve de burada.

Bastille anıtının hemen arkasındaki, yalnız bir siyasetçi değil aynı zamanda büyük bir kültür adamı olan Mitterrand’ın yaptırdığı yeni opera binasında baktım tam sekiz opera sahneleniyordu dönüşümlü olarak, altısı klasik ikisi çağdaş. Eski ve yeni yaşamın her alanında harmanlanıyor burada, dengeyi asla bozmadan, üstelik yepyeni bir ahenk yaratarak.

Bunun en somut görüldüğü yerlerden biri de Marais. Paris’in bu eski bölgesinde geçmişten günümüze kalan bütün binalar restore edilmiş, parke taşı döşeli dar sokaklarda Yahudi geleneğine uygun yemek sunan restoranlar, avent-garde sanat atölyeleri ve gay kulüpler yan yana. Kiralar da tabii ateş pahası. Çok geç saatlere kadar yaşayan Marais şu sıralar en gözde yer.

Mona Lisa ve kör adam
Geldiğimizin ertesi günü çok büyük bir savaş karşıtı gösteri vardı, tam 300000 kişi yürüdü Paris caddelerinde ve gün boyu hemen her yerde tıkandı trafik, ama hiç kimse bundan şikayetçi değildi. Savaş karşıtı gösterilerin sonu gelmiyor Paris’te, her gün Amerikan Büyükelçiliğinin önü gösterici ve polis kaynıyor, bazı metro istasyonları ve yollar trafiğe kapalı. Herkesin üzerinde savaş karşıtı sloganlar yazılı tişörtler, kazaklar, en azından barış işaretli bir şapka.

Sokaklar kaynıyor, ama hayat kalitesinden ödün vermeden yine de devam ediyor. Müzeler turist dolu, Eyfel’in önündeki kuyruklar bir türlü kısalmıyor. Bu defa biz de bu kuyruklara girdik, çünkü yıllardır ertelediğim Mona Lisa’yı görme arzumu sonunda gerçekleştirmeye karar vermiştim. Louvre’un upuzun koridorlarını arşınlayıp, merdivenlerini tırmanarak sonunda ünlü tablonun sergilendiği salona ulaştık. Mona Lisa’nın önü hıncahınçtı, kalabalığı küçük hareketlerle yarıp “Hanımefendi”ye baktım. Bu resim neden bu kadar ünlü, diye düşünmekten kendimi alamadan. Yeryüzünde yapılmış binlerce resimle onun arasında nasıl bir farklılık vardı? Neden herkes akın akın ona geliyordu? İşte böyle düşünürken inanılmaz bir şey gördüm, yanımda Çetin Altan olmasa kimseyi inandıramayacağım bir şey. Kalabalığın arasında tek başına, genç bir adam vardı, onu diğerlerinden ayıran beyaz bastonunuyla etrafını kontrol ederek resme doğru gidiyordu. Adam kördü ve Mona Lisa’ya gelmişti. Şaşkınlıktan ağzım bir karış açık kalakaldım. Hayatımda bundan daha tuhaf bir şeye pek rastlamadım diyebilirim, hala o adamı düşünüyorum.

Mona Lisa ve kör adam…
Louvre’dan çıktıktan sonra ünlü St. Honore caddesindeki bir kafenin kaldırıma yayılmış küçük masalardan birine oturup etrafı seyrede seyrede yemek yedik. Soğan çorbası, yanında da bir kadeh kırmızı şarap. Arabalar, tur otobüsleri, bisikletliler, patenliler bir arada. Vızır vızır bir hayat, dur durak bilmez bir hareket…

Ve sonunda Eyfel’e ben de çıktım
Paris’le ilgili bugüne kadar yapamadığım şeylerden bir diğeri de Eyfel Kulesinden etrafa bakmaktı. Gerçi kuleye çıkmıştım daha önce, ama tabii yine bana yakışır bir şekilde: Paris kalın bir sisle sarmalanmışken. Diyebilirsiniz ki, peki neden çıktın sisli günde? Doğrusu bilmiyorum, bana özgü bir delilik belki de. Neyse o gün sis mis yoktu, pırıl pırıl bir hava. Yine kuyruklara girdik ve yaklaşık bir saat bekledikten sonra tepeye ulaştık. Doğrusu içimin ürpermediğini söyleyemem, çok yüksekler bana göre değil. Kuleyi yeşil çimenlere yatarak seyretmek daha zevkli geldi aşağı inince.

Bir gün için bu kadarı yeter de artardı bile. Zorlukla bulduğumuz bir taksiye atlayıp Bastille’in yolunu tuttuk.

Sekseninde bir madam, laternacı ve bir clochard
EPHE Sorbonne’nun Seferad Yahudileri ve Edebiyat etkinlikleri çerçevesinde Paris’e davet edildiğim için hemen her akşam bir toplantı vardı, gündüzleri de bir konferans, fakat yine boş zamanları bol bol Paris’le doldurduk; kimi zaman küçük bir kafe, kimi zaman bir müze, kimi zaman öylesine avare yürüyüşler… Ve zihnimin objektifine takılan bir yığın fotoğraf.

Değişik ülkelerden gelmiş yazarların tanıtılıp, yapıtlarından sayfalar okunduğu bir etkinlikten sonra dışarı çıktığımızda gidip dinlendiğimiz küçük kafe ve o kafede yan masada oturan yaşlı kadın. Herhalde sekseninde vardı, önünde bir fincan kahve, boynunda çiçekli bir fular, elini yanağına dayamış, kırış kırış yüzünde boncuk gibi mavi gözleri, tuhaf hırıltılar, bazen de homurtular çıkarıyordu. Ben hasta olduğunu sandım önce, ama sonra baktık hafif hafif çalan bir chanson’a eşlik ediyor.

Ya St. Lazarre Garı yakınındaki restoranın kapısının tam önüne kolu bir yanda bacağı bir yanda serilmiş yatan siyah paltolu genç adam? Kıvır kıvır uzun saçları belli ki çok uzun zamandır su yüzü görmemişti, gözleri kapalı, ağzı yarı aralık, göğsü açık, kemikleri sayılıyor. Ve ona bakarken yemeğini rahat yiyemediği belli olan çok şık bir genç kadın.

Ya Galeri La Fayette’in önündeki laternacı? Yanında koyun koyuna uyuyan kedisi, köpeği, başına konan güvercinler… Yanıbaşından geçen kadınlar, adamlar, herkesin elinde üzeri markalı alışveriş torbaları.

St. Michel’de, Pont Neuf’te öpüşen sevgililer; parkları, bankları mesken edinmiş “Clochard”lar, Seine kenarında kitapçılar, sokak fenerleri, meydanlar, metro istasyonları, uzayıp giden caddeler, kırmızı şarap ve dumanı tüten keskin kokulu bir küçük fincan kahve…

Paris, Paris, Paris…
Paris yaşamakla bitecek bir kent değil, sen ne kadar bakarsan o kadar görüyorsun, sen ne kadar istersen o da sana o kadarını veriyor ve tekrar gelmek için de daima bir neden…
Frankfurt uçağına yıllanmış bir sevgiliye hoşça kal demenin hüznüne benzeyen bir buruklukla bindik.

İlk Yayın: http://www.solmazkamuran.com/tr/yazilar/84.html

4.515 kez okundu
Paylaş

İlginizi Çekebilir

  • Paris – 2Paris – 2 İnsan bir şehri sevdi mi onun güzel yanlarını bulmaya çalışıyor, sokaklarını, hatta içine dalıp ruhunu keşfedebilme ümidini yaşıyor... İşte bu sefer Paris’e geldiğimde kendimi Paris’in […]
  • Öngörü  mü? Ne olacak ki!Öngörü mü? Ne olacak ki! Yaşadığımız pek çok sorunun altında kıra bağlı (çakılı) akıl olduğunu düşünürüm. Kır (adı üstünde) insana gelecek öngörüsü yapma fırsatı vermez. Kır, belirsizlik […]
  • Daha ne olsun?Daha ne olsun? Dünyadaki köklü üniversitelere bakıyordum. İlk aklıma gelen Oxford oldu. Oxford sayfasında demiş ki "kuruluş tarihimiz net değil." 1096 yılından eğitim kayıtları var. Yani? İşin aslı […]
  • 2000 ve ötesi…2000 ve ötesi… Hayat 90'lı yılların sonlarına kadar çok güzeldi. 2000 ve ötesinde her anlamda bozuldu her şey. İster kabul et, ister etme. Ne müzik kaldı, ne sanat, ne bi'şey... İnternet ve teknoloji […]

Sosyal Medyada Takip Edin

Üye Olun

Yazarlar

Kategoriler

Takvim

Kasım 2024
P S Ç P C C P
« Eyl    
 123
45678910
11121314151617
18192021222324
252627282930  

Arşivler