Sinema, İnanç ve İnsan
Yakınlarımızın bir mağara duvarına günümüzde bu kadar meşhur olacağını bilmeden resmettiği ilk figürlerin üzerinden çokça zaman geçti. İnsanın kendini ifade biçimi uygarlığın çeşitli evrelerinde sürekli değişime, gelişime sık sık da geri dönüşlere uğradı. Görselliğin ışık ve kimya ile yaratımı da nihayet yüz yıldan biraz aşkın bir süreyle önceleri “fotoğraf” sonraları “sinema” diye adlandırdığımız teknikle buluştu. İnsanın sayısız kusurundan birini; gözün ortalama bir saniye içerisinde on iki görselden fazlasını hareketli görme eksikliğiyle hareketli görüntüler doğdu. Modern sinemanın doğuşu önce deney amaçlı, sonra belgesel niteliğinde ve ardından da çeşitli ideolojilerin pohpohlanması olarak kullanıldı ve hâlâ da öyle.
Büyük Yönetmen TheoAngelopoulos’un “TovlemmatouOdyssea” filminin Homeros alıntısı giriş cümleleri olan “Tanrının yarattığı ilk şey yolculuktur. Onu şüphe takip eder ve melankoli…” ışığında sinema, insan ve inanç çerçevesinde naçizane yorumlamalar yapacağım.
İlk sinema kuramcılarının kendi ideolojilerini sertçe beyan ederken aynı zamanda sinemanın modern ilk gelişimlerini ortaya attığı şüphesiz.Bunları Sovyet Rusyasında, Nazi Almanyasında ve ABD’de görmek hiç de zor değil.Caravaggio, Rembrandt, Bach gibi büyüklerin de kilise desteğiyle ortaya koyduğu eserler belli bir amaca yönelik olsalar da aynı zamanda ilgili sanatların başyapıtı olarak görülüyor ve görülmeliler de. Sinemanın ne kadar sanat ne kadar sanat dışı olma konusu bambaşka ve dipsiz bir kuyu olduğu için oraya girmemekle birlikte asıl olanın kesinlikle “ne anlatıldığı değil, nasıl anlatıldığı” durumu olduğunu rahatlıkla beyan edebilirim.
Klişe duvarları arşa değmiş olan “Sanat sanat için mi, sanat toplum için mi” ikileminin bence çok net bir üçüncü cevabı var. Sanat; insan için. Bu kadar. Uygarlığın koynunda, durmaksızın birikimli ilerleyen ve ayrım yapmaksızın tüm insanlığa mal olan bir değer ya da değerler bütünü. Sinema özelinde bu yolculuk her ne kadar ideolojik birçok ürün ortaya koymuş da olsa bireyin kendi sezgileriyle çıkardığı paylar, evrenselliğin içinde kişisel ve özel.
Sözü daha fazla dolandırmadan insanın, sinema yaratımı özelinde inanç ve evrensellik temalarına girecek olursam örneklerle devam etmek isterim. Görsel yaratımın baştan sona kurmaca olduğunu biliyoruz. Yapılan iş belgesel bile olsa o kuşu değil de bu kuşu çekmeniz, bir gizemin şu tarafına değil de öbür tarafına eğilmeniz, kamerayı soldaki objeye değil de sağdaki objeye çevirmeniz hep birer tercihtir ve artık orada “kurmaca” başlar.
Dünya sinemasının önemli yönetmenlerinden İranlı MajidMajidi’ninyakın zamanda çektiği ve üçlemenin ilk filmi olan “Muhammad:The Messenger of God” filmine bir bakalım. İslâm peygamberinin çocukluk döneminin anlatıldığı bu eser öykülemeden görüntülemeye, oyunculuktan prodüksiyon dizaynına kadar bir sanat yapıtı olarak düşünülebilir. İslâm inancına sahip akılcı insanların gönlünde rahatlıkla taht kurabilecek bir duygu iletimine sahip olduğu kadar bu inanca belki düşmanlık besleyenlerde de coşku yaratacak nitelikte. Başarılı müzisyen A. R. Rahman’ın koro tercihlerinden Batıya özenildiği de düşünülmemeli. Bu anlayışta hiçbir şekilde yurtdışı teknik malzeme kullanmamak, karakter oluşturmak için Aristoteles’ten izin almak, senaryoya dökmek için harfleri yağma etmek üzere Sümerlileri fethetmek gerekebilir. Bu zihnin tutarlı davranma deneyimlerinin ne kadar gerçek dışı örneklere sebebiyet verdiğini istihza ile anlamak mümkün. İnsanlığın tüm değerleri evrensel, selam verseniz biri selamınızı alıyor, o bile sizin değil, size kalmıyor. Bu güzellik görüldüğünde Majidi’nin öyküde yerel, anlayışta evrensel temellerle büyük bir film ortaya koyduğu görülüyor. Filmin usta görüntü yönetmeni İtalyan VittorioStoraro herhalde sadece aldığı paradan değil emeğine verdiği değerden dolayı görsel şölen sunabiliyor. Bu çerçevede bakıldığında “Acaba Müslüman oldu mu? Kesin Müslüman olmuştur ya da artık sempati duyuyordur.” gibi düşüncelere girmek de abes. Bu örnek önyargıları diğer yöne olumlu çekecek olursak Storaro zaten her anlayışa, her kültüre aynı eşitlikte sempati duyuyordu. Bir film yapımı içerisinde Müslüman olmasına da gerek yok. Kişisel inancını beyan etmeden ya da değiştirmeden de pekâlâ insan olma onuru ve bütünüyle keyif alıp duygulanabilir. Öte yandan oyuncuların, yönetmenlerin, set ekibinden birilerinin ilgili işlerle inanç değişimine uğraması da yüksek olasılıkla pazarlamadan öteye gitmeyen bir safsata. Her ne kadar bir oyuncunun rolünün derinlerine inmesi bireysel olarak önem arz etse de uykusuz bir adamı oynamak için saatlerce uyumayan DustinHoffman’aLaurenceOlivier’nin “Neden sadece oynamayı denemiyorsun?” dediğini hatırlayalım. Filmin son hâlinden önceki o parça parça, bir başından bir sonundan tekrarlarla yapılan çekimler, yoğun iş akışı, ışık, güneş, ter, renk değeri sıfır ham görüntüler, bütünlükle izlenemeyen sahneler, objektifin görmediği yerlerdeki basitlik, keşmekeş… Böyle bir karmakarışıklık içinde filmden etkilenip inanç değiştirmek gerçekten komik olurdu. Bitmiş hâli üzerinden etkilenmek de hem üretici hem de seyirci açısından bir yaratım serüveninin temsili olarak bambaşka bir sevgi ve çok özel. İnanç değişimi oluyorsa da filmle ilgili değil bireyle, insanın kendisiyle ilgili. Tüm bunların ışığında Majidi’nin “Ben bu filmde anne ve oğul hikâyesi anlatmak istedim.” deyişi ne kadar değerli.
Martin Scorcese’ninShusakuEndo’nun aynı adlı romanından uyarladığı “Silence” filmine dönelim. Portekizli misyonerlerin 17. yüzyılda Japonya’ya Hristiyanlığı duyurma çabasını anlatan bir yapım. Burada da tarihi bir gerçeğe, uyarlanmış biçimiyle bakmakla birlikte insanın azmini, kültürel köklülüğün etkilerini, baskının oluşturduğu zulümleri görüyoruz. Nasıl anlatıldığına bakarsak mekânı, çıkış noktalarını, zamanı bir kenara bıraktığımızda birey olarak değişmeyen insanı ve davranışlarını anımsıyoruz. Majidi’nin filminde de çokça yer bulan ve öykünün antagonist yani karşıt karakterlerinin de kötü olmayan taraflarını izliyoruz. Hikâyelerin kötü karakterlerinin iyi yanlarının işlenmesi senaryo ve öyküleme hususunda derinlik ve çatışma oluşturma çabası olsa da bunun bir gerçekliği var. İnsanlar tamamen kötü olamazlar. Kimseyi yalnızca bir yanından göremeyiz. Senaryo tekniğine yansımış bu ayrıntıda bile uygarlığımız adına çıkarılacak kıssadan hisseler olduğunu düşünüyorum. Scorcese’nin katıldığı dinî bir programda “İnancınız nedir?” sorusuna verdiği “Bu ayrıcalıklı özel bir hak.” cevabı işi üreten ilk kişinin evrenselliği üzerine güzel bir örnek.Scorcese kalibresindeki bir insan herhâlde politik cevaplar peşinde koşmuyordur. Olaylara mutlaka bir şüpheyleama uygarlığın upuzun yolculuğunun bilincinde “güzel” bakmak gerekiyor.
Filmlerde inanç olgusunu, yalnızca ana teması ya da çıkış noktası din olan yapımlarda görmek de şart değil. Öykünün bize verdiği ana karakterin, kahramanın yolculuğunu izlerken neredeyse her zaman bir amaç var ve bu amaca ulaşma çabası karakterlerin bireysel inancıyla ilgili. Kendine olan inanç, gerçeğe olan inanç, zenginliğe olan inanç, başarıya olan inanç ya da sevgiye olan inanç, her ne ise.
AbdellatifKechiche’in Altın Palmiye ödüllü “La vied’Adéle” filmine bakalım. Estetik, vuruculuk, farklılık gibi tercihlerden bir ya da birkaçı olarak iki kadının hüzünle biten aşkının anlatıldığı bu yapıtı kimi sığ görüş sahipleri “İşte Cannes filmi tabi. Tabi ona verecekler.” garipliği içinde değerlendirmiş olabilirler. Ne anlatıldığı değil de nasıl anlatılması gerektiğini hatırlayalım. Tüm insanları, tüm insanlığı kapsayacak bir geniş görüşle, toleransla, güzellikle bakalım. İki kadın karakteri çıkarın. Bir kadın, bir erkek koyun. Horoz ile tavuk koyun. Gül ile bülbül koyun, fark etmez. Georges Polti’nin “36 Dramatik Durum” eserinde belirttiği üzere Dünya üzerindeki öykü sayısı zaten belli. Hikâyeler sayılı ancak onları anlatacağınız yollar sayısızdır. Toplam 12 nota ile kaç muhteşem müzik eserinin yazılabildiğine bakın.Titanic bir Romeo Juliet’tir. Balkonda belli bir mesafede değil de pruvada yan yanadırlar. İkisi ölmez de biri kalır, fark etmez. Zaten Shakespeare’nin Romeo Juliet’i de daha eski halk anlatılarından devşirmedir. Esas olan insan ve insan duygusudur. Kavuşamamak ve onun öncesinde mi sonrasında mı ortaya çıktığı belli olmayan aşk hâlidir. Angelopoulos’tan melankoliyi de buraya koyun.
Norman Jewison’ın, “Tevye ve Kızları” romanlarından uyarlama meşhur “Fiddler on theRoof” müzikal film eserine bakalım.20. yüzyılın başlarının Rusyasında geleneklerini korumaya çalışan Yahudi köyü ve bir aile. Zorluklar, çatışmalar, değişemeyenler…Türk dizisi “Elveda Rumeli” adaptesi olunca kimin vicdanı sıkışabilir ki? Bir geleneğin, değişimin ve göçün insan üzerindeki hüznüne dikkat çekiliyor. Yapım şirketlerinin ve para yatıranların kişisel çıkarlarıyla birlikte ne olursa olsun eserler aslen hep insanı anlatıyor. Shakespeare’in “İnsanı insana insanla anlatması” sözüne Haldun Taner’in eklemesi gibi “İnsanı insana insanla” ve “insanca” anlatıyor.
Sinema üreticileri de insan. Tarihe damgasını vuranı da ilâh değil. Asıl dert belki hâlâ mağaradaki o ilk çizimler gibi. Daha boyalı, daha teknolojik, daha çok insana ulaşıyor ama aynı. Bu hâliyle her zaman ileriye gideceğine inandığımız insan uygarlığı temelde aynı güneşin doğuşu ve batışı altında üretimine devam ediyor ve tüm insanlığa sesleniyor. Film eseri üreticileri de düş satmakla birlikte en azından kendi tutarsızlıklarına düşüp kendilerine yalan söylemeyerek, sinema yapımcılığının çeşitli bağımlılıkları altında dürüstçe ve kalabildikleri kadar özgürce yapıtlar sergiliyorlar. Sanat dediğimiz olgu da burada bitmese bile belki de en azından burada başlıyordur.