Sizce biz barış istiyor muyuz?
Sizce biz barış istiyor muyuz?
Peki, bir adım geriden başlayalım, barışı istemeyi, inşa etmeyi biliyor muyuz?
Tamam, tamam bir adım daha geri gidelim, mesela barış nasıl bir şey, bir fikrimiz var mı?
Mesela, barışı savaşmama hali olarak görüyor olabilir miyiz?
“Yurtta barış” derken, yakın çevreyi boşverin, kendi iç dünyamızda, kendimizle barış halinde miyiz?
Barış bir süreçtir, paylaşmayı, kabul etmeyi, saygı duymayı, hesap verebilmeyi, töleransı, sabrı, enerji harcamayı gerektirir.
Hepsinden de öte, süreklilik gerektirir.
Bu erdemlere sahip miyiz?
Nasıl, sıkıcı değil mi?
Bunlar pek bize göre sorular değil.
Peki, geçelim.
Savaş ve çatışma halinde kalmak çok kolaydır.
Kötülük yapmanın kolaylığı gibi.
Nefret etmek, kızmak, ötelemek de çok kolay.
Sevmek, anlamak, kabul etmek ise feci zor.
Çünkü, kendinden çıkmayı, vermeyi, çaba ve enerji harcamayı gerektirir.
Yorar insanı.
Çatışma hali seni sürekli kazanma ihtimali olan bir kurguda tutar, kazanmasan dahi o algı oluşur ve seni peşinden sürükler.
Büyük kumarın kahramanı yapar hayatı.
Bir gün mutlaka kazanacaksındır.
O gün, zafer senin olacaktır, ki o zafer zaten senin hakkındır…
Çukurun dibine düşmüş olan benliğine, zirveleri hak ettigi gibi bir havuç uzatılır.
Zirveler, karlı dağların zirveleri ve zafer seni bekler…
Insanı, temel problemi olan korkudan uzak tutmanın en kestirme yolu da budur.
Sürekli çatışma halinde kalmak.
Kini ve nefreti beslemek.
Katılaşmış ruhunu, zafer sıvısına yatırmak.
Gelelim sorumuza.
Öteki bildiklerimizle, birlikte bir yaşamı gerçekten istiyor muyuz?
Onların değerlerini anlamaya hazır mıyız?
Emin degilim.
Ötekini kendine dönüştürmek, ötekinin değerlerini yok etmek, yaşam hakkını gasp etmek, düşünce ve ifade hürriyetini elinden almak, ezmek, bitirmek üzerine kurulu hiç bir denklemin sonucu “barış” olmaz.
Imgeler ve onlara yüklenenler ne kadar barışa davet ediyor, ne kadar çatışmaya?
Zafer bizi ne kadar besliyor, ne kadar onun kölesi olmuşuz, biliyor muyuz?
Korkarım hayır ..!