Son okuduklarım – 10
*ANTHONY D.SMITH ” Milliyetçilik ve Modernizm ” ( 410 sayfa )*
Öncelikle bitirdim ama bana ağır geldi. Modernizm ve özellikle milliyetçilik üzerinde ciddi çalışmalar yapan arkadaşlarım için ise mutlaka kitaplığında bulunması gereken kitap.
Alıntılar kısmını yapamadım ,sizi doğru yönlendirebilmem için o görüşleri sindirip özetlemem veya hergörüşün en kemik söylemini alıp yazmam gerekirdi .
Milliyetçilik son iki yüzyıla damgasını vurmuş en önemli akımlardan biri. Özellikle tüm dünyada hızla artan bir kitleye sahip . İnsanı insana,ülkeyi ülkeye kırdıran bir güç. Bu güç, yüzyılın sonlarındaki öngörülerin aksine zayıflamak şöyle dursun, başta Doğu Avrupa, Kafkasya, Yakındoğu ve Ortadoğu olmak üzere, dünyanın dört bir yanında bugün tekrar yükselişe geçti. Peki, bu yükseliş nasıl açıklanabilir? Milletler ve milliyetçilik, modernliğin bize armağanı olan yeni bir olgu mu, yoksa kökleri tarihin derinlerine mi uzanıyor? Milliyetçiliğin çeşitleri neler? İnsanları ortak bir amaç etrafında kenetleyip seferber edebilen milliyetçi hareketler bu güçlerini nelerden alıyor?
Milliyetçilik çalışmaları alanının kurucusu ve önde gelen tarihsel sosyologlardan Anthony D. Smith, bu kitapta, milliyetçiliğin ve millet fikrinin soykütüğünü çıkarma girişimleriyle hesaplaşıyor. Gellner, Mann, Anderson, Armstrong, Geertz, Giddens, Hobsbawm, Kedourie, Hroch, Holowitz gibi alanın önde gelen isimleriyle girdiği tartışmada milliyetçiliğin unsurlarını ve bu olguyu ele alan teorilerin zayıf ve güçlü yanlarını ortaya koyuyor.
*BYUNG- CHUL HAN ” Palyatif toplum/ Günümüzde acı” ( 70 sayfa )*
Müthiş bir kitap mutlaka okuyun hatta iki kere okuyun. O kadar çok not tutmuşum ki, kitabın 70 sayfa olduğuna inanamıyor insan. Alıntılarım bile o kadar kısaltmama rağmen uzun oldu .
Kitaptan alıntılar,
– Bana acıyla ilişkini söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim! Ernst Jünger’in bu sözü bir bütün olarak toplum için de geçerli sayılabilir. Acıya karşı tavrımız nasıl bir toplumda yaşadığımızı ortaya koyar. Acılar şifrelerdir. Söz konusu olan toplumu anlamanın anahtarını tutarlar ellerinde. Bu nedenle her toplum eleştirisi acının yorumbilimini sunmak durumundadır. Acıları salt tıbba bırakırsak imleme niteliklerini göz ardı etmiş oluruz.
– Algofobi toplumsal alana da uzanır. Acı verici tartışmalara yol açabilecek çatışma ve fikir ayrılıklarına ve çatışmalarına giderek daha az yer verilmektedir. Algofobi siyasete de yansır. Uyum ve uyuşma baskısı artar. Siyaset palyatif bir alana yerleşerek her türlü canlılığını yitirir. “Alternatifsizlik” siyasi bir ağrı kesicidir. Muğlak “orta yol” palyatif bir etki gösterir. Tartışmanın ve daha iyi savlar uğruna mücadelenin yerini sisteme uyma baskısı alır.
– Palyatif toplum aynı zamanda bir “beğendim” toplumudur da. Bir beğeni çılgınlığına kapılmıştır. Her şey beğeni kazanana kadar düzleştirilir. “Like” günümüzün imi, hatta ağrı kesicisidir. Sadece sosyal medyaya değil, kültürün bütün alanlarına hakimdir. Sadece sanat değil, bizzat hayat instagramlanabilir olmak durumundadır; yani acı verebilecek keskin kenarlar, uçlar, çatışmalar, çelişkiler giderilmiş olmalıdır. Acının arındırıcı olduğu unutulur. Acı katartik bir etki gösterir. Beğeni kültürü katharsis** imkânından yoksundur. Bu da insanların beğeni kültürünün yüzeyi altında biriken olumluluk cürufunda boğulmasına yol açar.
– Aldo Palazzeschi Karşı-Acı başlıklı fütüristik manifestosun- da “Acıda bulabildiği gülünecek şey oranında derindir insan. Daha önce insani acının derinliklerinde gömülü olmayan biri yüre- ğinin derinlerinden gülemez,”der.
– İktidarın yeni formülü “mutlu oldur. Mutluluğun olumluluğu acının olumsuzluğunu yerinden eder. Olumlu bir duygusal sermaye olarak mutluluk kesintisiz bir performans yetisi sağlamak durumundadır. Kendini motive ve optimize etme uğraşları neo- liberal mutluluk dispozitifini* oldukça verimli kılar, çünkü iktidarın fazladan bir çaba göstermesine gerek kalmaz. Bağımlı kişi bağımlılığının farkında bile değildir. Kendini özgür sanır. Hiçbir dış baskı olmaksızın kendini gerçekleştirmekte olduğu inancıyla kendini kendi isteğiyle sömürür. Özgürlük baskılanmaz, sömürülür. “Özgür ol”, “itaatkâr ol”dan daha yıkıcı bir zorlama yaratır.
– Neoliberal mutluluk dispozitifi bizi ruhsal iç-gözleme zorlayarak mevcut iktidar ilişkileriyle ilgilenmekten alıkoyar. Herkesin, toplumsal ilişkileri eleştirel bir gözle incelemek yerine, sadece ve sadece kendisiyle, kendi ruhsal durumuyla ilgilenmesini sağlar. Sorumlusu toplum olan özelleştirilir ve psikolojinin alanına aktarılır. Düzeltilmesi gereken toplumsal değil kişisel durumlardır. Aslında iktidar ilişkilerine uymaya zorlayan bir nitelik taşıyan ruhun optimize edilmesi talebi toplumsal bozuklukların üzerini örter. Böylelikle pozitif psikoloji devrimin sonunu ilan eder. Devrimciler değil motivasyon antrenörleri sahneye çıkar ve hoşnutsuzluk, hatta öfke gibi duyguların belirmesine engel olurlar: “Aşırı toplumsal çelişkilerin mevcut olduğu 1920’lerde mali krizin arifesinde zenginlerin aşırılıklarını ve fakirlerin sefilliğini vurgulayan pek çok işçi temsilcisi ve radikal aktivist mevcuttu. Buna karşılık 21. yüzyılda bambaşka türde ve çok sayıdaki idelog sürüsü bunun tam karşıtını yayıyor: eşitlikten son derece uzak olan toplumumuzda her şeyin iyi olduğunu ve çaba gösteren herkesin çok daha iyi bir konuma geleceğini. Motivasyon hocaları ve olumlu düşünmenin diğer temsilcilerinin sürekli çalkalanan iş piyasası yüzünden mali yıkımın eşiğinde bulunan insanlara iyi bir haberi var: en ürkütücü ‘değişimler’i bile kucaklayın ve bunları fırsat olarak görün.
– Neoliberal performans toplumundaki yorgunluk bir ben-yorgunluğu olduğu ölçüde apolitiktir. Bitap düşmüş narsisist performans öznesinde görülen bir semptomdur. İnsanları biz olarak bir araya getirmek yerine tekilleştirir. Bir topluluğun oluşmasına yol açan biz-yorgunluğundan farklıdır. Devrime karşı en iyi tedbirdir ben-yorgunluğu.
– Hayatta kalma toplumu pandemi nedeniyle Paskalya’da bile ayin yapılmasını yasaklıyor. Rahipler bile “sosyal mesafe”ye uyuyor ve maske takıyorlar. İnancı hayatta kalmaya kurban ediyorlar bütünüyle. Yakınını sevmek paradoksal bir şekilde mesafeyi korumak haline geliyor. Yakınımdaki potansiyel bir virüs taşıyıcısıdır. Viroloji teolojiyi yerinden ediyor. Herkes mutlak bir yorum yetkisi kazanmış olan virologlara kulak veriyor. Yeniden doğuş (bâ- sübadelmevt) anlatısı yerini tamamen sağlık ve hayatta kalma ideolojisine bırakıyor. Virüs, inancın bir fars haline gelmesine yol açıyor. İnancın yerini yoğun bakım servisleri ve solunum cihazları alıyor. Her gün ölüler sayılıyor. Ölüm hayatın tümüne hâkim. Hayatın içini boşaltıp hayatta kalma haline getiriyor.
– Viktor von Weizsäcker iyileştirmenin kadim sahnesini şöyle betimler: “Küçük abla erkek kardeşinin acı çektiğini gördüğünde bilgisi olmaksızın bir çare bulur: eli sevecen bir şekilde yolunu bulacak, kardeşinin ağrıyan yerine dokunup okşayacaktır – böylelikle küçük yardımsever ilk doktor haline gelir. Kadim bir etkinin ön bilgisi içinde bilinçdışı olarak çalışır ve ablanın isteğini eline, elini de etkili dokunuşa yönlendirir. Küçük kardeşinin istediği de budur, el ona iyi gelir. Kendisiyle acısı arasına ablasının temasının hissi girer ve acı bu yeni duyum karşısında kendini geri çeker.” Bugün iyileştirmenin bu kadim sahnesinden giderek uzaklaşıyoruz. İyileştirici bakımın dokunulma ve hitap edilme duyumu olarak yaşanması giderek daha seyrek bir hale geliyor. Yalnızlık ve yalıtılmışlığın giderek arttığı bir toplumda yaşıyoruz. Narsisizm ve egoizm bunu daha da vahimleştiriyor. Artan rekabet, azalan dayanışma ve empati de insanları yalnızlaştırıyor. Yalnızlık, yakınlık duygusunun yaşanamaması acıyı güçlendirici bir etki gösterir. Kronik ağrılar belki de tıpkı çizikler gibi bedenin ilgi ve yakınlık hatta sevgi isteyen çığlıkları, günümüzde temasın seyrek hale geldiğine işaret eden etkileyici ipuçlarıdır. Gö- rülen o ki ötekinin iyileştirici elinin eksikliğini duyuyoruz.
– Acı ancak gerçek bir aidiyetin tehdit altında olduğu yerde belirir. Yani acı olmadığında körüzdür, hakikate ve bilgiye ulaşamayız: “Koptuklarında acı veren bağlar hakikidir, et haline gelmiştir. İnsan acı çektiği durumda gerçekten mevcuttur, orada -bilerek ya da bilmeyerek- sevmiştir de. Böylece dün- yanın örgüsüne göz atmış oluruz: Varlık nerede acı çekebiliyorsa orada gerçekten örgünün içindedir, sadece mekanik ve mekânsal bir yan yanalık değil gerçek, yani canlı bir birliktelik söz konu- sudur orada.”
*PAUL ALMEİDA” Toplumsal hareketler/ Kolektif seferberliğin yapısı ” ( 261 sayfa )*
Kolay okunan bir kitap değil. Ama farklı bir okuma isteyenler için ilginç olabilir.
Kolektif eylem nedir ? Temel koşulları,yöntemleri ,teoriler,grafikler, nasıl ortaya çıkarlar,neler yapılabilir, nasıl yayılır, bireyler hangi tür eylemlerde topluluğa katılır…
Taleplerinin ve hedeflerinin bazılarına ulaşabilen başarılı hareketleri başarılı kılan koşullar nelerdir?
Gibi bir sürü konuyu biraz akademik bir anlatımla ele almış.
Okumak sağlıklıdır.