Son okuduklarım – 8
Bu sefer okuduğum üç kitapta Fol kitaptan. Eğer farklı metinler , yazarlar okumak istiyorsanız yayınevini mutlaka takip edin. Bu sefer okuduğum iki kitap aynı yazarın kitabı, bakalım nasıl yorumlarda..
*MARTIN COHEN “Platon’dan Mao’ya Siyaset felsefesi ” ( 399 sayfa )*
Kitabı kesinlikle tavsiye ediyorum,hatta kitaplığınızda bulunması gereken kitaplardan bence.
Kitap sizi çok ilginç ve güzel bir yolculuğa çıkarıyor, hatta girişte yazan şu paragrafı alıntılamam en doğrusu.
“Yol boyunca, zorunluluktan dolayı hızlı hareket etsek de bir uygarlık tarihi oluşturduğu iddia edilebilecek kapsamlı bir güzergah takip edeceğiz. Uzak Doğu’dan Çin İmparatorluğu ile başlayıp ardından Antik Yunanın şehir devletlerini inceleyecek, Tiren Denizi’ni aşıp Machiavelli’nin Italyası’na geçecek, dümeni kuzeye kırarak iç savaşla paramparça olmuş Hobbes’un Leviathan’ının ve Locke’un yurttaş haklarının İngilteresi’ne gideceğiz; en sonunda da Fransa, Almanya ve Rusya üzerinden geçip yirminci yüzyılda tüm zamanların en çok okunan siyaset kitapçığı olan Başkan Mao’nun küçük Kırmızı Kitap’ıyla yolculuğu tamamlayacağız. Ancak bu sırada rastgele fotoğraflar çeken sıradan siyaset gezginleri olmayacağız. Durakladığımızda, bunu, bulduğumuz şeyi eksiksizce keşfetmek ve yakından incelemek amacıyla yapacağız; metinlerin ana özelliklerini tanımakla yetinmeyecek, ne amaçla ve nasıl oluşturulduklarını anlamak için büyütecimizi çıkarıp bunları ayrıntılı biçimde inceleyeceğiz.”
Evet gerçekten köşetaşı olmuş kitaplar bölüm bölüm karşınızda . Ulusların zenginliğinden Kavgama, Platon’un devletinden Kuran’a kadar çok ilginç bir yolculuk.
Her bölümün başında Zaman çizelgesi diye çok lezzetli bir kaç sayfa var. Örneğin Platon’un devletinden bahsedecek o dönemin önemli olaylarını yazıyor.
Sonra girip anlatmaya başlıyor,bağlam,metin ,alt metin ,ana fikirler,ana metin,yararlanılan kaynaklar gibi başlıklarla size çok bilgilendirici bir bölüm sunuyor.
Özellikle Kuran bölümünde JM Rodwell tarafından 150 yıl önce yapılmış şiirsel çeviri örneklerini çok beğendim
Kitaptan alıntılar,
-Konuşmalar’ın yönetim hakkındaki ilk açık ifadesi ikinci kısmın başında dile getirilir. Konfüçyüs der ki: “Eğer erdeminin gücüyle yönetirsen, Kuzey Yıldızı’na benzersin. O durduğu yerde dururken diğer bütün yıldızlar kendisini onun etrafında konumlar.”
– Iyi bir insan görürseniz, ona nasıl benzeyebileceğinizi düşünün. Bu derece iyi olmayan birini görürseniz, kendi zayıf yanlarınız üzerinde düşünün. Aslında Konfüçyüs ‘Insanların iyiliğini ancak onların hatalarını gözleyerek bilebilirsiniz.” diyerek hatalara verdiği değeri gösterir. İnsanların kendi düzeylerine göre hata yapması’ bu sebepledir. Konfüçyüs ancak kendimizi insanlığa yürekten adadığımızda içimizde hiçbir kötülüğün kalmayacağını söyler. Konuşmalar, Ustanın kendisinde dört şeyi yok ettiğini söyler: iradesini dayatma, keyfîlik, inatçılık, bencillik
– Özgürlük, aslında içimindedir, diye uyaracaktır bizi Fransız ve hakiki gerçek kimligimizi bulmakla elde edilir, toplum- sal âdet ve kalıpları uygulamakla değil. Yaşamayı istediğimiz yaşam türünü sürdürme olanağına sahip olmayı gerektirir der Rousseau
– Bununla birlikte, ekonomik düzeni harekete geçiren kişisel çıkardır. O ( Adam Smith) , en ünlü özlü sözünde bunu şöyle ifade eder: “Yemek yemeyi ummamıza olanak veren, kasabın, şarapçının ya da fırıncının iyilikseverliği değil, bunların kişisel çıkarlarına düşkünlüğüdür.”
– John Stuart Mill, Smith’ten şöyle yakınır:
Bir malla sınırlı fiyat düşüşü üreticinin kârını gerçekten azaltıyor olsa da bu durumun bütün mallara yaygınlaşmasıyla bu etkinin ortadan kalktığı gerçeğini gözden kaçırmıştır; çünkü bütün fiyatlar düştüğünde, kağıt üzerinde olmak haricinde, gerçekte hiçbir şey düşmüş olmaz; parayla hesaplandığında da tüm üreticilerin gelirleri kadar giderleri de azalmış olur. Geri kalan her şey ucuzladığı takdirde, emek parasal değeri düşmemiş tek şey hâline gelir; böyle olunca da gerçekte olan, maaşlardaki yükseliştir; aslında sermayenin kârını azaltan da fiyatların düşmesi değil, tam olarak budur.
Bu, önceden de değindiğimiz, ekonomik düzen içindeki ‘geri besleme’ meselesidir ve önemli bir eleştiridir, ancak iyi işlenmemiştir.
– Hitler nüfusun genelinde, özellikle de kadınlar arasında önemli desteğe sahipti. Bu son etken çoğunlukla görmezden gelinir. 1918’deki ‘demokratik devrim’de yalnızca oy hakkı ve eşitlik vaadiyle yetinmiş kadınlar, kendilerinin aşağı varlıklar olduğunu ilan eden ve en aşırı toplumsal ayrımcılığı savunan Hitler’i 1932 seçiminde zafere taşımıştır.
*HAROLD J.LASKI ” Düşünce özgürlüğü ” ( 91 sayfa )*
Kitabı beğenmedim.
Bu başlık altında çok daha iyilerini okudum. İrade özgürlüğü, kamu düzeni,savaş ve barış halinde düşünce özgürlüğü,örgütlenme özgürlüğü, devletin tutumu gibi alt başlıklar çok güzel isimlendirilmiş ama biraz basit işlenmiş.
İngiliz İşçi Partisi başkanlığı da yapan yazarın düşüncelerini daha ses getirici bir şekilde yazmasını beklerdim. Hayatını okudum ve beklentimi yüksek tuttum galiba.
*HAROLD J.LASKI ” Teori ve Pratikte Devlet” ( 203 sayfa )*
Kesinlikle okumanızı tavsiye ederim.
Bir önceki kitabımda aynı yazarın kitabıydı beğenememiştim. Bu kitabı okuyunca yazarın iyi ki başka kitabını okumuşum dedim. Harika bir kitap, çok fazla not aldım. Alıntılara bir kısmını yazdım yoksa çok uzun olacaktı ki bu bile uzun oldu.
” Bu kitapta Hobbes’tan Rousseau’ya oradan Markszime uzanan bir hat çizer. Tarihî kişiliklerin öneminin farkındadır ama kişilerle ve niyetleriyle ilgilenmez. Onun için önemli olan devletlerin (ve elbette devrimlerin) neye niyetlendiği, neleri taahhüt ettiği değil ne yaptığıdır. Bu nedenle meselesi düşüncenin kendisidir ve ona göre gerçek bir siyaset bilimi, tarihi doğru okuyarak öngörüde bulunabilmelidir. Bunu yaparken amaçlarla araçları iyi belirlemek, biri uğruna diğerinin meşruluğundan feragat etmemek gerekmektedir.”
Diye bir giriş kısmından sonra vitesi çok hızlı yükseltiyor. Keyifle okuyorsunuz.
Kitaptan alıntılar,
– Öte yandan toplumda yaygın olarak itaat edilen zorlayıcı bir otoriteye ihtiyaç olduğunu savunmak, sorunun çözümü değil, yalnızca başlangıcıdır. Insanlar salt itaat etmiş olmak için otoriteye itaat etmezler; insanlar otoriteye, yaptıklarıyla inandıkları amaçları güvence altına aldığı için itaat ederler. Emirlerine, bu emirlerin beraberinde getirdiğini düşündükleri sonuçlar için itaat ederler. İnsanlar bu emirleri hayatta aradıkları tatmin açısından değerlendirir ve zaman zaman da emirleri bu tatmini sağlamadığı gerekçesiyle reddederler.
– Kendimizi başka insanlarla birlikte bir toplumda yaşarken buluruz. Bu toplum, diğer tüm insan topluluklarından farklı olarak, devlet dediğimiz bir birliğe entegre olmuştur ve devlet işlerini de hükümet adı verilen bir grup insan yönetir.
‘- Devlet’ ile, toplumun bir parçası olan herhangi bir birey veya grup üzerinde hukuken üstün ve zorlayıcı bir otoriteye sahip olan bir teşekkülü kastediyorum. Herhangi bir ulusal toplumun incelemesi, toplum sınırları içerisinde yalnızca bireyleri değil, aynı zamanda bireylerin ilgilendikleri dinî, ekonomik, kültürel, siyasi her türlü amacı gerçekleştirmek için bir araya gelmiş insan topluluklarını da ortaya çıkaracaktır. Hem bireylerin hem de toplulukların uyması gereken yaşam biçimi, bağlayıcı bir zorlayıcı otorite tarafından tanımlandığında, böyle bir toplum, artık bir devlettir.
– Bu güce egemenlik denir ve egemenliğe sahip olmak, devleti insan topluluklarının diğer bütün biçimlerinden ayırır. Bir belediye, idareye ve ona tabi olanlara bölünmüş bir teritoryal kuruluştur; bir sendika veya kilise de benzer şekilde bir teritoryal kuruluş olabilir. Fakat bunların hiçbiri zorlayıcı üstün güce sahip değildir. Her biri eylemlerini bu üstün zorlayıcı gücün meşru olarak tanımladıklarına uygun kılmalıdır. Devletin iradesi, tartışılmaz bir iradedir; aksi takdirde üstün olamaz. Aynı nedenle iradesi ne bölünebilir ne de devredilebilir; Bodin’in dediği gibi, devlet egemendir çünkü herkese emir verir ve kimseden emir almaz. Dolayısıyla emirleri yasadır ve kendi yetki alanı dâhilindeki herkes için bağlayıcıdır.
– Öte yandan vatandaşın devletle ne şekilde karşı karşıya geldiğini anlamak da hayati önem taşımaktadır. Bütün kurumlar insanlar aracılığıyla işlemek zorundadır. Kullandıkları gücün başka bir şekilde işletilmesi mümkün değildir. Bu nedenle devletin, kendi adına üstün zorlayıcı otoriteyi kullanan bir insan topluluğuna gereksinimi vardır ve bu topluluk da ‘hükümet’ olarak adlandırdığımız yapıdır. Siyaset biliminin temel aksiyomlarından biri, ‘devlet’ ile ‘hükûmet’ arasında keskin bir ayrım yapılması gerektiğidir. Hükûmet, devletin temsilcisidir; hükûmet, devletin amaçlarını gerçekleştirmek için vardır. Kendi başına en üstün zorlayıcı güç değildir; sadece bu gücün amaçlarını gerçekleştiren idari mekanizmadır. Hükümetin egemenliğinin, devletin egemenliğinden farklı olduğu söylenir; yetkileri, devletin kendisine bahşettiği otorite kadarıyla tanımlanır ve eğer bu yetkinin ötesine geçerse, ilgili bir hükmün var olması durumunda hesap vermek zorunda kalabilir.
– insanların bazı temel veya doğal haklara sahip olduğu ve bu haklara meşru bir müdahalenin devletin gücünün ötesinde olduğu söylenerek ifade edilebilir. Hak ile kastedilen, tanınmaksızın mutluluğa ulaşmanın mümkün olmadığı davranış biçimleridir; içerikleri ve vurguları, farklı düşünce okullarının mekân ve zamanına göre değişkenlik gösterir. Kimi dönemlerde din özgürlüğü reddedilmiştir; işte o zaman Acontius, Castellion, Locke gibi münferit düşünürler neden din özgürlüğünün toplumsal iyinin bir parçası olduğunu açıklayacaklardır. Bazı zamanlarda ise yakınılan, musibet Krallığın keyfi yönetimiydi ve bu olduğunda da düşünürler tıpkı 17. yüzyıl Fransa’sında Claude Joly ya da 17. yüzyıl İngiltere’sinde Levellerlar’ın yaptığı gibi, insanların hayatlarının çerçevesini belirleyen hükûmet politikalarını şekillendirme hakkını savunacaktır.
– T. H. Green’in düşüncesinin de şekillenmesinde etkili olmuştur. Green, bu sebeple şu cümleyi kurabilmiştir:
“Bireyin bazı haklarının toplum tarafından güvence altına alınması talebi ile toplumun birey üzerinde bazı haklarının olması karşı talebinin ikisi de; ahlaki bir varlık olarak insanın misyonunu yerine getirebilmesi ve insanın kendisinde ve başkalarında mükemmel karakteri geliştirme çabasında etkili bir özveride bulunabilmesi için bu hakların gerekli olduğu gerçeğine dayanır.”
Green’in, ‘birbirlerinin haklarını tanıyan ve bu hakların korunması için bazı kurumlara sahip olan bir insan topluluğu’ şeklindeki ünlü deviet tanımının temeli burada yatar. Bu bağlamda bir birey olarak haklarımın devletten bağımsız olmadığı ve devletin itaatimi talep hakkının da, haklarımı tanımasının bir sonucu olduğu aynı derecede açıktır. Bu nedenle, Green’in görüşüne göre, bu hakları tanımayan bir devlet, devlete vatandaşlarının sadakatini kazandıran ahlaki nitelikten yoksun olduğundan, devlet de olamayacaktır.
– Hegel’deki vurgunun, buradakiyle yakından uzaktan alakası yoktur. Bu, salt etik kriterlerin devlet eylemine uygulanabilmesinin mümkün olduğunu reddetmesinden kaynaklanmaz. Ona göre:
“Devlet, iyiyi ve kötüyü; ayıbı ve kabalığı; kurnazlığı ve dolandırıcılığı tanımlayan soyut kurallar tanımayan, kendi otoritesinden başka otorite kabul etmeyen, kerameti kendinden menkul mutlak tindir.”
Dahası Hegel, mevcut bir devleti tanımlarken asillere yaklaşımı bile tek başına erdem ölçeğinde o kadar yükseklerdedir ki, diğerlerini pek insan yerine koymaz.
– Teknolojik her gelişme beraberinde, daha fazla şey hak ettiğimiz düşüncesini getirir. İnsanların yüz yıl önce yaşadığı gecekondular, günümüzde bize, zamanında orada yaşayan insanlara kıyasla daha korkunç görünüyor. Bentham’ın döneminde insanlara eğitim hakkının verilmemesi, zamanın halkını şaşırtmazken, günümüzde eğitimden alıkonulmak kabul edilemez bir düşünce hâline gelmiş durumda.
Yani siyaset felsefesi, sabit bir teori oluşturamayacağını kabul etmeli ve eğer kalıcı olmak istiyorsa teorinin pratikte nasıl işlediğini devamlı takip etmelidir.
– Hiçbir modern deneyim, devletin doğası hakkında bize faşizmden daha fazla bilgi vermemiştir. Faşizm, zorlayıcı gücü, belirli bir sınıf ilişkileri sistemini korumak için kullanılır; mevcut sistemi değiştirmek için değil. Bu toplumsal kurumlar, devlet istikrarını tehdit edecek biçimde işlemeye başladığında devletin hukuk ve düzen adına onlara saldıracağı anlamına gelmektedir. Ancak böyle hareket ettiğinde, zorunlu olarak, belirli bir toplumdaki çıkar gruplarını korumak için de hareket eder. Kendi varoluşunun yasaları gereği tarafsız kalamaz, sadece devlet olduğu için seçim yapmaya mecburdur. Hükümeti toplumun üretim sistemine ekonomik olarak hâkim olan sınıfın yürütme kurulu gibi davranmalıdır
– Benim savim çok farklıdır; iyilik fikrinin asla mutlak olmadığı, ancak her zaman belirli bir ekonomik ortama bağımlı olduğu düşüncesidir; bu ortamda, her bir sınıfın ekonomik sistem içindeki işlevinin, genel olarak bu ortamın iyilik fikrini şekillendirdiği konusunda ısrarcıyım. Bunu tartışmak, tarafsız bir devlet olasılığının inkârıdır; zira maddi refah talepleri farklı olduğunda üretim araçlarına sahip olan sınıf hiç kuşkusuz faydalı amaçlar peşinde olduğunu düşünerek devlet gücünü bu fikirlerin gerçekleşmesi için kullanacağı konusunda ısrar etmek anlamına gelecektir. Ancak bu gücün kullanımı, toplumun üretim araçlarına sahip olmayan üyelerinde aynı inancı üretmeyecektir.
Okumak sağlıklıdır.