felsefe taşı

Son Okuduklarım – 11

Son Okuduklarım – 11
Mayıs 26
14:01 2024

*EMİN ÇÖLAŞAN ” İyi ki varsın ATATÜRK ” ( 221 sayfa )*
Birkaç saatlik dinlendirici bir okuma oldu. Köşe yazılarından oluşan büyük liderimizi anlatan duygusal yazılar.
*FATİH YAŞLI ” AKP ,Cemaat,Sünni- Ulus / yeni Türkiye üzerine tezler” ( 250 sayfa )*
Fatih Yaşlı’nın okuduğum diğer kitapları gibi bu kitabını da çok severek ve öğrenerek okudum kesinlikle tavsiye ederim.
Kitabın başlangıcın aynen aktarıyorum.
” Elinizdeki kitabın temel tezi, en yalın haliyle şu şekilde ifade edilebilir: Türkiye’de Adalet ve Kalkınma Partisi iktidarı eliyle ve “yeni Türkiye” adı altında yeni bir rejim inşa edilmektedir. AKP iktidarı ile kastettiğimiz aslında AKP ile Gülen Cemaati’nin 17 Aralık 2013 tarihi itibarıyla, yani Cemaat’in, elindeki entegre yargı-polis gücünü kullanarak AKP hükümetine yaptığı yolsuzluk operasyonuyla birlikte sona eren gayriresmî koalisyon ortaklığıdır. Türkiye’de siyasal İslam’ın partili geleneği olan Milli Görüş çizgisinden gelen ve merkez sağın siyaset sahnesinden çekilirken bıraktığı boşluğu dolduran AKP’yle, Milli Görüş’le her zaman belli bir mesafeyi korumuş olan Nurculuk kökenli Gülen Cemaati, özellikle 2007’den itibaren bir koalisyon hükümeti gibi davranmaya başlamış, yaklaşık altı yıl boyunca Türkiye’yi birlikte yönetmişlerdir.Cemaat, hükümette bakanlarıyla temsil edilmese de ya da AKP içerisinde çok az sayıda milletvekili olsa da, mesele formel bir koalisyon ortaklığından ziyade, devlet aygıtının bir bölümünün Cemaat’e bırakılmış olması ve kadrolaşma kapılarının sonuna kadar açılmış olmasıdır.”
ve sonra kitabı okumaya başlıyorsunuz, yaşadığınız olaylar gözlerinizin önüne geliyor ama neden bu olaylar var diye düşünülüp araştırılmış bir yazarın kaleminden geliyor.
Alıntılar uzun oldu gibi gözükse de aslında az bile oldu..
Kitaptan alıntılar,
– 1908-23 burjuva devrimi, kapitalist üretim ilişkilerinin iktisadi ve hukuki zemininin oluşması için düzenlemeler yapar, dini, yasanın üst ilkesi olmaktan çıkartır, devlet aygıtının ve toplumsal haya- tın dinsel kurallara göre düzenlenmesine son verir, tebaadan yurttaşa geçiş için gereken adımları atar ve önce meşrutiyetle sembolik bir makama indirdiği saltanatı cumhuriyetle birlikte bütünüyle ortadan kaldırır. 1923, egemenliği saraydan ve dolayısıyla gökyüzünden alıp millete/ulusa verir, yani yeryüzüne indirir. Egemenliğin kaynağı artık Tanrı değil, seküler bir kolektif varlık olarak ulustur. 1923’ün temel paradigması tam da bu olarak görülmelidir: Egemenliğin kaynağının ve kullanım biçiminin değişmesi.
– AKP, sınıfsal düzlemde bakıldığında nihai ölçekte Türkiye kapitalizminin temel direğini oluşturan büyük burjuvazinin çıkarlarını temsil etmekle birlikte büyük burjuvaziye taşeronlaşma aracılığıyla ürün tedarik eden ve aynı zamanda küresel sermaye için de üretimde bulunan İslami burjuvazinin partisidir. Tam da bu nedenle, AKP rejiminde, iktisadi yaşamın neoliberal ilkeler doğrultusunda belirlenmesine paralel olarak, neoliberalizmin yoksullaştırıcı etkileri ve aynı zamanda güvencesiz çalıştırma, taşeronlaştırma, sendikasızlaştırma gibi politikalar İslam’ın tevekkül anlayışı ve aynı zamanda, hayırseverlik mekanizmaları üzerinden hafifletilmeye çalışılmaktadır.
– Bu nedenle yeni Türkiye’de bir sosyal devletten çok bir “sadaka devletiyle karşı karşıya olduğumuzu ve sosyal yardımların temel motivasyonunu dinin oluşturduğunu söylemek mümkün hale gelmektedir ki; bunun, Sünni-Ulus inşasını hedefleyen yeni rejim açısından gayet tutarlı bir “sosyal politika” anlayışına tekabül ettiği açıktır. “Müslüman dayanışması, sınıfsız, imtiyazsız, kaynaşmış bir kitle’ olarak Sünni-Ulus inşası açısından hayati bir önem taşımaktadır” da diyebiliriz yani. Buna uygun bir şekilde, emek rejimi/çalışma hayatı da yine İslami bir anlayışla, “aynı camiye gidip aynı namazda saf tutan patron ve işçi arasında sınıf çatışması yoktur/olmayacaktır” düşüncesinden hareketle ve sınıf çatışmalarını minimize etmesi beklenen bir İslami solidarizm anlayışı doğrultusunda düzenlenmektedir.
– Neoliberalizmle İslam’ı sentezleyen yeni rejimin otoriter bir karakter taşıdığını söylemiştik, oradan devam edelim. Yeni rejim ve söylemsel taşıyıcıları, kâğıt üzerinde demokrasiyi savunmaktadır; ancak bu demokrasideki demos, hak sahibi olan ve hakları için mücadele eden aktif özne, yani yurttaş değil, kendisi için en doğruyu bilen partiyi/önderi seçimden seçime sandığa giderek onaylayan ve kendisine bahşedilen haklarla yetinen pasif özne, yani bir nevi tebaadır. Bu nedenle yeni rejimin bir “plebisiter demokrasi” niteliği taşıdığını söylemek çok da yanlış olmayacaktır.
– Yalçın Küçük’ün Emperyalist Türkiye isimli kitabından. Kitap 1992 yılında basılmış, kitapta yer alan ve satırların geçtiği “Sürüler Dünyasında Demokrasi” isimli bölümse Yalçın Küçük’ün 1990 yılında İskenderun Halkevinde yaptığı bir konuşmanın metnini okuduğumuzda ( metin uzun olduğu için alıntılara koymadım )şunu göreceksiniz.
Basının devletin bir parçası haline geldiği, üniversitelerin üniversite olmaktan hızla uzaklaştığı, yargının yürütmenin bir kolu haline gelip polisle bütünleştiği ve iktidarın siyasi projelerinin hayata geçirilmesinde etkin bir rol oynadığı, polisin işlevinin giderek arttığı ve âdeta bir parti haline geldiği, siyasi iktidarın anayasa ve yasaların üzerinden kolaylıkla atlamak ve parlamentoyu devre dışı bırakmak için ülkeyi kararnamelerle yönettiği bir Türkiye’den bahsediyor Yalçın Küçük.
– Gezi/Haziran İsyanı ise yeni Türkiye açısından, gayrimilli iradenin kristalize olduğu, dolayısıyla “vatan hainliği”nin somutlaştığı tarihsel an ve kırılma noktasıdır. Kutsala saygısı olmayan, kozmopolit, soysuzlaşmış ve ahlaksız “Gezici” figürünün iç düşman kategorisinde inşasının tam da bu ihanet hali üzerinden şekillendiğini söyleyebiliriz.
Vatan haini iç düşman figürünün inşası kuşkusuz söylemsel bir inşadır; bu figür, basın açıklamalarıyla, köşe yazılarıyla, röportajlarla, miting ve toplantılardaki konuşmalarla inşa edilir; bu inşa sürecinde iç düşman sözcükler aracılığıyla iğrençleştirilir ve şeytanileştirilir. Bu, “biz”e karşı inşa edilen “öteki”yi, yani düşmanı insan olmaktan çıkarıp öldürülebilir bir figüre, böceğe, yılana, fareye ya da toplumsal bünyeyi bozan ve üstesinden gelinmesi gereken bir virüse dönüştürür. Böylece “öteki”, hukuki hakları olan bir insan/yurttaş olmaktan çıkarılarak iktidarın şiddetinin doğrudan yöneldiği. ve yasanın korumadığı bir varlık haline gelir. İğrençleştirme ve şeytanlaştırma “biz”i korku ve kaygı aracılığıyla bir ara- da tutar aynı zamanda: Kutsala saldırıp toplumsal huzuru ve sağlığı bozan iğrenç ve şeytani bir figür olan iç düşmana karşı saflar daha da sıklaştırılmalı, aynı zamanda ona karşı milletin ve devletin müdafaası adına mücadele eden liderin etrafında sorgusuz sualsiz biat halinin belirlediği bir kenetlenme yaratılmalıdır.
– “Temiz siyaset”le kastedilen ise esas olarak yolsuzlukların sona erdirilmesidir. Erdoğan yıllar boyunca neredeyse her konuşmasında “hortumları kestik” kalıbını kullanarak ken- dilerinden önceki döneme göndermede bulunacak ve kendi dönemlerinin isimlerine yakışır (AK) bir dönem olduğu propagandasını yapacaktır. Sahiden de AKP iktidarı döneminde Deniz Feneri dışında herhangi bir yolsuzluk dosyası kamuoyunun gündeminde yoğun bir şekilde tartışılmamıştır. Peki neden? Elbette ki yolsuzluk yapılmadığı için değil, medya ara- cılığıyla bu algı kamuoyunun hafızasına yerleştirilebildiği ve yolsuzluk yapmanın daha rafine yöntemleri bulunduğu için mümkün olabilmiştir bu.
– Haziran, eski ya da yeni fark etmez, Türkiye siyasal tarihinin en özgün olaylarından biridir ve “yeni Türkiye’ye karşı daha kuruluş aşamasındayken hayata geçirilmiş en büyük itirazdır. Haziran, bir halk-oluş momentidir, yeniden yurttaşlaşma projesidir cemaatleştirilmeye, sürüleştirilmeye, “sürü ahlakı”nın egemenliğine bir itirazdır. Örgütsüz, öncüsüz, programsız olmasına rağmen, hem Türkiye hem dünya toplumsal mücadeleler tarihine inkâr edilmesi ve göz ardı edilmesi imkânsız bir deneyimin mirasını bırakmıştır. İlkinin tıpatıp aynısı bir Haziran belki fazla hayalci bir beklenti olacaktır ama Haziran’ın hayaleti “yeni Türkiye’nin üzerinde dolaşmaya devam edecektir. O hayaletin bir bedene kavuşması için mücadele etmek ise “yeni Türkiye’de sosyalist siyasetin güncel varoluş nedenini ve özünü oluşturmaktadır.
*AZRA ERHAT ” İşte İnsan ” ( 248 sayfa )*
İnsanın,insan olma arayışı yani kendini bulma arayışı gibi çok zor bir arayışın Azra Erhat gibi çok değerli bir yazar tarafından kaleme alınışı
Tavsiye ediyorum oldukça iyi bir kitap.Kitap içinde sadece eleştireceğim nokta aşağıdaki alıntılarda da okuyacağınız gibi çok ciddi bilgi birikimi yazılıyorken aralarda olan ve bence çok hafif kalan ikili diyaloglar. İki kişinin soru cevapları vat bazen ama hafif geçen diyaloglar halinde.
Örneğin seninkiler soruda benim ki boru mu ? diye bir yer var ki bence olmamış basit kalmış.
Belki kitap böyle yerlerde nefes alınsın diye bilerek bu şekilde oluşturulmuştur ama ben sevmedim.
Kitaptan alıntılar,
– Neden bu örnekler? Niçin dalıyoruz böylesine dil ve kök bilimine? Menos’un bütün anlam zenginliğini kavrayabil- mek için. İnsanı bize dil anlatır da ondan. Yoksa menos’u bugünkü dar dil yeteneklerimizle güç diye, giderek hayat gücü diye çevirdik mi, bu gücün ne olduğunu ve Homeros insanına ne dediğini anlayamayız. Homeros insanına diyorum. İlkçağ insanına bile diyemiyorum, çünkü bu kelime Homeros’ta çok büyük bir rol oynadıktan sonra, Homeros sonrası Yunancasında yavaş yavaş anlam dolgunluğunu yitiriyor ve zamanla dilden büsbütün siliniyor. Bana öyle gelir ki, Homeros’un çok canlı insan görüşünde menos, thymos’tan da, phren’den de daha önemlidir, bu canlar arasında en önemli CAN’ı o dile getirmektir. Çünkü bu can insanda da var, hayvanda da, tekmil canlılarda ve bütün doğada var.
Dönelim şimdi Homeros’umuza.
Menos bin bir anlamıyla canlının gücü, canlılığın ta ken- disidir. Menos’u yelde, ateşte bulabiliriz.
– Koptuk mu biz doğadan? Giz dolu ormanlarda dolaşır, canlının sesini duyamaz, dilini anlayamaz mı olduk? Yitirdik mi koca birliği, ayrı düşmekle mutluluktan mı olduk?
Sokrates öncesi düşünürler vardı. İonya kentlerinin akıl ölçülerine göre bitişip ayrılan düz sokaklarında dolaşırlar, taşları yine insan ölçülerine göre dikilen yapılarda otururlar, uzanırlar, gündüz göz kamaştıran güneşin, gece yıldızlı göğün altında bakarlar çevrelerine. Ortalık apaydınlıktır. Gözlerini aydınlığa açmış bu insanlar kafalarının içinde de aydın bir düzen kurmaya çalışırlar. Karşılarında gördükleri- ne kosmos, yani düzen derler. Kosmos evrendir, güneşi, ayı, yıldızlarıyla gökyüzü, insanı, hayvanı, bitkisiyle yeryüzü. Evreni kavramak ister insan aklı. Evren aydındır, onu anla- mak için, düzeninin kurallarını bulmak, tanımlamak, dile getirmek gerek. Nasıl olur bu iş? Duyuları düşünceye araç olarak kullanmakla… Gözleri açık, kulakları kiriştedir bu insanların. Doğaya apaçık olduklarından doğanın sırlarını çözebileceklerine inanırlar. Korku, kuşku nedir bilmezler
– Parmenides insanların sanılarını, doğa üstüne yanlış görüşlerini eleştiriyor: İnsanlar doğada birbirinden ayrı, birbirine zıt biçimler görürler. Bu biçimlere (morphe) ışık derler, karanlık derler; ışıkla karanlığı, ateşle geceyi iki ayrı demas, iki ayrı vücut sanırlar. Birini hafif ve yumuşak, ötekini ağır ve yoğun diye nitelerler. Oysa aydınlık da, karanlık da tek ve ayrılmaz varlığın iki görünüşüdür. Yanlışlık, Parmenides’e göre, ışığı ya da ışıksızlığı maddi birer vücut olarak görmekte değil, varlıktan ayırmak, bölüme gitmektedir.
– Herakleitos. Gündüz gece, kış yaz, savaş barış, tokluk açlık hep aynı şeydir, başkalaşıp değişen varlığa verilen adlardır: “Aynı şeydir yaşayanla ölmüş, uyanıkla uyuyan, gençle ihtiyar, çünkü bunlar değişince öbürleri olur, öbürleri değişince bunlar. Soğuk ısınır, sıcak soğur, yaş kurur, kuru nemlenir. Olduğu yerde kalan bir şey yoktur. Aynı ırmağa girenin üstünden hep başka başka sular akar. Aynı ırmaklara hem giriyoruz, hem girmiyoruz, hem biziz hem biz değiliz.” Sonsuz değişmeyi dile getiren bu sözler Herakleitos öğretisinin Panta rhei (her şey akar) deyimiyle özetlenmesine yol açmıştır
Zıtlıklar içinde birliği görebilen bu düşünür İonya fizik- çilerinin öteden beri arayıp da su, hava ya da sonsuzluk olarak tanımladıkları temel maddeyi, ilkeyi ateşte bulur: “Şu evreni, hep varlık için BİR olanı, ne bir Tanrı yaratmıştır, ne bir insan; hep o canlı bir ateş olarak her zaman vardı, vardır ve var olacaktır, belli ölçülere göre yanar, belli ölçülere göre söner.” Dünya hep var olan ateşin değişmesiyle meydana gelmiştir: Ateş değişip su, su değişip toprak ve hava olur, hava gene ateşe döner. Bu doğal sürece Herakleitos bütün canlıları, özellikle maddi ve manevi varlığıyla insanı da katar. Şöyle der: “Ruhlar için ölüm su olmaktır, su için ölüm toprak olmaktır, topraktan su olur, sudan ruh.”
-Biliyorsun, insanı arıyorum, bir kitap yazmayı koymu- şum aklıma. İnsanı aramak Sinoplu Diogenes gibi olmaz. Fenere ne lüzum, a hemşerim, diyesim gelir Diogenes’e; insansan, kendini ara bul, kendini yaşadın mı, bulursun insanı. Ama düşünceyi yaşamak zormuş, epey tehlikeliymiş. Her şeyi yaşamaya kalkma, diyordu bir dostum. Dinlemedim. İnsanı söylemek istersen, yaşayacaksın, kahrolsan da, zaman zaman batağa basıp dibe gittiğini duysan da.
– Zaman zaman insan tavuskuşu gibi başını kanatlarının altına koyar, koruyucu arar kendine, unutur ki, altında saklandığı kendi kanatlarıdır.
– İnsan özgürdür, ne olmak istediğini, ne olacağını kendi seçer, ben böyle olacağım diye bir proje çizer, o projeyi gerçekleştirmeye çalışır, ne kadar gerçekleştirebilirse, o kadar var olur. Ama bu projeyi çizerken, öyle bir seçim yapar ki, bu seçimle yalnız kendisine karşı değil, bütün insanlığa karşı sorumludur. Çünkü ben böyle olacağım diye karar verirken, insan böyle olmalı, siz de böyle olun diye öğüt vermektedir. Özgürlüğünün sınırları işte buradadır: Çizdiği insan taslağını en ufak davranışıyla çevresine anlaşılır, benimsenir kılmak zorundadır. Projeyi iyi seçemezse yahut da gerçekleştiremezse, varoluşu yokoluşa döner.
Çünkü dostum, bu Renaissance-Reformation çağında, bu yeniden uyanma, yeniden düzen kurma döneminde soru sormakla iş bitmiyor, kurulu düzenlerin tepkisine karşı durmak gerekiyordu. Bu nasıl başarılabilinirdi? Kopernik gibi saklanmakla mı, Giordano Bruno gibi ölmekle mi, yoksa Galileo Galilei gibi boyun eğer görünüp direnmekle mi?
Okumak sağlıklıdır

268 kez okundu
Paylaş

İlginizi Çekebilir

  • Yeni Yılın GizemiYeni Yılın Gizemi Yeni yıl heyecanı hepimizi sarıyor. Neden? Neden yeni yıl farklı bir heyecan? Çünkü yeni bir yıl zihinlerimizde yeni bir başlangıç, bu yıl yapamadıklarımız ve eksiklerimiz için yeni bir […]
  • Sanal AltınSanal Altın 2008’de tanıtılan bitcoin sanal para yapısı 2013’e dek pek bilinmiyordu. Ancak AB’deki ekonomik kriz bir anda bitcoinin de radara girmesini sağladı. 20 dolar düzeyindeki değeri bir ara 220 […]
  • Çoşku ile kutladığımız günlerimizin yeniden geleceği bu bayram elbette sadece Çocuk Bayramı değil, çocuk bayramı olmasının asıl sebeplerinden biri olarak tarihimizin gurur dolu […]
  • Varlığın Anlamını Yoklukta AramakVarlığın Anlamını Yoklukta Aramak Yin ile Yang, Varolşun felsefesinin ve dinamiğinin zıtlıklar üzerinden anlatımıdır kısaca. Zıtlıkların birbiriyle etkileşimi ve her şeyinoluşumuna olan katkısı, etkisidir Yin ile […]

Sosyal Medyada Takip Edin

Üye Olun

Yazarlar

Kategoriler

Takvim

Kasım 2024
P S Ç P C C P
« Eyl    
 123
45678910
11121314151617
18192021222324
252627282930  

Arşivler