Sulakalanlar ve Kızılırmak Deltası üzerinden, bir tasarım nesnesi olarak “doğa”
Bilinen hikayedir, öğrenme heveslisi altı kör, ‘fil’ diye bir canlıyı duymuşlardır ve tanımak isterler. Bir bilene danışırlar, o da alır bunları filin yanına götürür, “dokunun ve tanımlayın” der.
Birincisi filin karnına çarpar, “bu bir duvar olsa gerek” der. İkincisi, dişine dokunur, “sert ve ucu sivri, herhalde fil dedikleri bir mızraktır” der. Üçüncüsü, hortumu tutar, “aaa, kuşku yok ki fil bir yılandır” der. Dördüncüsü, filin bacağına sarılır, “işte buldum, fil bir ağaç” der. Beşincisi, kulağını bulur, “en kör olan bile bilir bunu, fil bir yelpazedir” der. Altıncısı, kuyruğuna ulaşmıştır ve kuyruğu tutup bağırır “fazla abartmayın, fil dedikleri şey altı üstü bir halattır” der.
Altı kişi aralarında tartışmaya başlarlar, fil aslında nedir?
Aşağıda sayfalar dolusu sürüp gidecek tartışmanın ana konusu da budur, “bir doğal ekosistem olarak sulakalanlar nedir? İnsan, geçen zaman içinde sulakalanları nasıl tanımladı?”
O zaman başlayalım
Hayatımın önemli bir bölümünü sulakalanların korunmasıyla ilgili çalışmalarla geçirdim. Çok şey öğrendim, çok değerli insanlarla tanıştım, muhteşem yerleri gezip görme, inceleme şansına kavuştum.
Ailemiz, 1864 büyük Çerkes sürgününde gelmiş ve Kızılırmak Deltası’na (Bafra) yerleşmişler, o zamandan günümüze oradayız. Doğup büyüdüğüm, beslendiğim, ürettiğim Kızılırmak Deltası üzerinden, sulakalanlar ve Dünya’da sulakalanlara bakışın kısa tarihine dair yaşadıklarımı, öğrendiklerimi, düşündüklerimi bu satırlarla paylaşmak istedim.
Bu bilgilerin bir bölümü daha önce herhangi bir şekilde kayda alınmadı, yani ilk kez paylaşılan bilgiler olma özelliği taşıyor. Bir bölümü de, sağda solda paylaşılmış olsa da, o kadar eski ve kıyıda -köşede kalmışlardı ki, unutulmaya yüz tutmuşlardı. Keşke vakit ayırabilsem de, bu özeti genişletip Türkiye’de Doğa Korumanın tarihini acı-tatlı anılarla birlikte yazabilsem.
Bu aşamada, son olarak söylemek isterim ki, yazdıklarımla herhangi bir grubu veya kişiyi suçlamak gibi bir niyet kesinlikle yoktur; diğer taraftan böyle bir algının oluşma ihtimali de yüksektir, zira bu tartışma da ben de bir tarafım ve sulakalanların varlığını savunuyorum.
Dolayısıyla, istemeyerek de olsa üzdüğüm, kırdığım, haksızlık yaptığım olmuşsa, özür dilerim.
Filden Deltaya
“Doğa” genelinden yola çıkarak, örneğin “Kızılırmak Deltası’nı nasıl tanımlarız?” dendiğinde, karşımıza çıkan durum, aslında şu fil tanımından pek de farklı değildir.
Kim, neresinden tutuyorsa, Delta o dur.
Koskoca bir ekosistem bu kadar basite indirgenebilir mi?
Evet…!
Sonuç itibarıyla ihtiyaçlar, kurgular, oluşan anlam ve gerçeğin inşasıdır olup biten.
Örneğimizden başlayalım.
Sulakalanlar[1] gibi son derece karmaşık, doğal ekosistemleri nasıl tanımlayabiliriz? Delta’yı, sahip olduğu fauna – flora ile tanımlamak mümkün mü?
Mesela, Delta bir kuş cenneti midir?
Kızılırmak Delta’sı, nilüferleri, kelebekleri, orkideleri, balıkları, yılkı atlarıyla bir doğa cenneti midir? Yoksa, Delta’yı sahip olduğu toprak ve su kaynaklarıyla mı tanımlasak?
Mesela, Delta verimli bir tarım alanı mıdır? Ya da, geleceğin önemli turizm alanı mı?
Tüm Delta betonla kaplanıp, havaalanı yapılsa daha mı işe yarar?
Ya da, Delta’yı biyolojik çeşitliliğiyle düşünüp, “Kızılırmak Delta’sı, Türkiye’nin en zengin doğal ekosistemlerinin başında gelir” gibi, aslında içeriğinin ne olduğunu pek de bilmediğimiz bir cümleye mi sığınsak?
Ya da, son zamanlarda pek moda oldu, bir kavram bulsak da onun içine hepsini sığdırsak, kendimizi inandırarak yüksek sesle desek ki … “Kuş da olsun, nilüfer de, ama tarım da, sanayi de, turizm de, köy de kent de, yazlık da kışlık da… kaynakları akılcı kullanırsak, iyi planlarsak hepsi olur, birlikte sürdürülebilir bir yaşam kurulur”.
İnsan aklı, kendi geleceğini, kendi güvenliğini oluşturacak bir biçimde kurgulama eğilimi taşır. Kimi zamanlar, kendi güvenliğini arka plana atmış gibi yapsa da, oluşturduğu tüm anlamlar onun gelecek güvenliğine yönelir.
Kişi geleceğini nasıl bir güvenlik ve konfor ekosisteminde görüyorsa, varoluş öyküsünün yaşandığı çevreyi de bu bakışla tasarlar. Bu, bir anlamda ideolojik bir duruştur ve bireyin çevresi ile ilişkisinin “güvenlik” öncelikli tasarımıyla biçimlenir.
Sulakalanlar gibi doğal ekosistemler için, bütüne dair, ortaklaşa bir kavram oluşturmak kolay değildir. Biliyoruz ki, “sulakalan”, kendini oluşturan parçaların toplamından daha büyük, soyut bir ‘bütün’ ile ilgilidir.
Diğer anlamıyla, bir türlü tanımlanamayan o filin kendisidir.
Yazıya, “fili bir bütün olarak tanımlamak kolay değildir” gibi bir ön kabulle başladık.
Sulakalanlar için de durum farklı değildir. Kavramsal tasarımı zihnimizde oluşan belirleyici özellikler üzerinden yaparız; kimine göre kuşlar, kimine göre balıklar, kimine göre başlı başına su, kimine göre de insan ve elde ettiği faydadır o tanımlanmak istenen fil.
Günün birinde bir grup insan kalkar, “biz fili tanıyoruz, onu en güzel anlatan cümleyi de tasarladık, buyurun” der. İnsanlar ister istemez, önlerine çıkan yeni durumla ilgili kavramsal bir ilişki kurmak durumunda kalırlar. Tasarımı biraz da eskinin güncellenmesi olarak yapanlar, ortaya çıkacak kavramı taşıyacak “kabul edilebilir” değerler oluşturmak zorundadırlar, zira bilirler ki kavramı değerler taşır. İşte bu değerlerin oluşum hikayeleri önemlidir. Zamanın ruhu bu hikayelere biçim verir, güncellemeler yeni dönemlerin yeni değerlerini belirler.
Bu yazı da biraz bu değerlerin dünya ölçeğinde ve Delta özelinde oluşum öykülerine değinmek amacıyla yazılmıştır. Yoksa, koskoca fili tanımlamak gibi bir işgüzarlık kuşkusuz haddimiz değildir.
Ama biliriz ki, fil de nihayetinde bir tasarım nesnesidir.
Tarih Boyunca Doğa Tasarımı
İnsan – doğa ilişkisinin (tüm metin boyunca doğa = tabiat olarak kullanıldı) temelleri var oluşumuzun köklerinde saklı aslında, tüm efsanemiz bilmediğimiz kadar birkaç milyar yıllık geçmişin izlerinde saklı. Genlerimize işlenmiş bir doğa = yaşam ilişkisi var ve kendimizi bu eşitlik üzerinden içgüdüsel olarak doğaya bağlamışız.
Bu bağ, tarihin farklı dönemlerinde, farklı biçimlerde anlam dünyamıza işlenmiş ve farklı içeriklerde dile getirilmiş. Örneğin, Eski Yunan’da, doğa devimin halindeki cisimler dünyasıydı; bu devinimin bir düzeni vardı ve akılla doluydu. “Doğa” denilen bu bütünün aklı olduğu gibi, maddesel bir bedeni ve ruhu da vardı. Bir bitki veya hayvan, kendi aklıyla doğanın aklının parçası olduğu gibi, fiziki bedeni ile maddi doğanın, ruhuyla da doğanın ruhunun parçası oluyordu. Yani, Eski Yunan düşüncesinin doğa tasarımında doğa, aklı, bedeni, ruhu olan bir kocaman organizmaydı.
Batı Dünyası’nın aydınlanma çağına (Rönesans) girişi ile birlikte doğa görüşü değişmeye başlar. Copernicus, Bruno ve hatta Gelileo ile başlayan düşünce, Eski Yunan’ın “doğa aklı, bedeni, ruhu olan canlı bir organizmadır” düşüncesini yıkar. Doğa’nın kendine ait bir aklı ve kendiliğinden devinimi yoktur, var olan devinimlerin tümü ona dışarıdan “yasa-kural-ilke” ile dayatılır. Eski Yunan’ın “doğanın kendine aittir” dediği akıl, Aydınlanma döneminde “evet, bu muhteşem düzeni sağlayan bir akıl vardır, lakin bu akıl doğanın kendisi değil (ya da kendine ait değil), doğanın dışında olan, tanrısal bir akıldır” haline dönüşmüştür.
Batı’daki yeni doğa tasarımının ilk ateşleyicileri Copernicus, Bruno ve Gelileo ise, aradaki önemli adımı atan isim Trinity Koleji’nden bilim insanı ve felsefeci Francis Bacon olmuştur (1561-1626). Bacon, Tanrının yüceliğinin altında, doğayı tanıma-anlama ve onunla uyum içinde yaşamak gibi bir amaç güden düşünce pratiğini, doğayı tanıyarak ona egemen olma, onu denetleme ve yönetme gibi bir pratiğe çevirir.
Tartışmaya Descartes ve ardından da Newton bir anlamda “nokta” koyarlar. Descartes madde evrenini bir makinaya benzetir; maddede hayat, ruh, akıl, amaç olamaz. Doğanın işleyişi mekanik kurallara bağlıdır ve tıpkı bir saat gibi mekanik bir düzenek içinde parçalar çalışır. Somut olan, madde (res extansa) ile ruh ve akıl gibi soyut olanlar (res cogitas) birbirinden ayrıdır. Yani, maddi olan beden ile ruh ayrıdır.
Böylelikle fizik ve metafizik de kuralları-ilkeleri farklılaşarak birbirlerinden ayrılır ve günümüz rasyonel aklının temelleri atılmış olur.
Descartes’ın ardından Newton da bu düşünceyi gözlem ve deneylere dayalı bilimsel metodolojinin gerekliliği ile besleyince, akıl tümüyle doğanın elinden alınmış olur.
Bu süreç içinde önemli olan, insanın doğanın parçası olmaktan çıkartılıp, merkeze konması ve doğayı kontrol etme, yönetme hakkına elde etmesidir. Zira, tanrısal güç doğanın kendisi olmaktan çıkmış, doğanın dışındaki bir güç haline dönüştürülmüştür.
F. Capra’nın Bacon için söyledikleri, bu noktada zihin açıcıdır:
“Bacon ampirik (amelî) yönteme dayanan araştırma metodunu ileri sürerken düşüncelerini tutkulu hatta garazlı terimler kullanarak açıkladı. Örneğin, ona göre doğa, ‘başıboş dolaşmalarında kıstırılıp avlanmalı’ idi, ‘hizmete mecbur edilmeli’ ve ‘köle’ yapılmalı idi. Doğa ‘dizgin altına alınmalı’, ve ‘sırları işkence ile zorla ortaya çıkarılmalı’ idi.”[2]
İnsanı doğanın efendisi yapacak bir sürecin başlangıcını, Batı’da doğan aydınlanma döneminin Kartezyen düşünce biçiminde yattığını söylemek çok da yanlış olmaz sanıyorum.
İnsan, kutsal (Ana) bildiği toprağı ve doğayı artık bir maddesel malzeme olarak tasarlamayı kendinde hak olarak görme eğilimine girmiştir.
Yukarıda bahsedilen süreç kuşkusuz Batı’nın yaşadığı doğa tasarımı sürecidir, lakin Dünya’da faklı coğrafyalarda, farklı kültürler de yaşar ve bunların da farklı doğa tasarımları vardır. Çin ve Hint kültürü, Orta Asya Türk kültürü, Okyanusya topluluklarının kültürleri ve kadim Anadolu kültürü Batı’nın sürecinden farklı doğa tasarımları gerçekleştirmiştir.
Örneğin, Türklerin “Anam yer – Babam gök” düşüncesi, doğayı (suyu, toprağı, dağları…) kutsallaştırarak, onları semboller ve metaforlarla gündelik hayatın içinde kutsiyet bağlamında yerleştirmiş oluşudur. Keza, kadim Mısır, Sümer, Babil, Anadolu ve Çin geleneğinde toprak berekettir ve dişildir (ana), gök ise toprak olan dişiyi dölleyen erildir (baba); bu kültürlerin ortak semboliğinde yer alan hayat ağacı veya merkez inancı, Ana’dan, Baba’ya yükselişi anlatır. Bu bir çıkıştır, yeraltı dünyasında (cehennem) yer yüzüne ve göğe doğru yöneliş Doğu kozmolojisinin ana eksenini oluşturur ve bu kültürlerin geleneğinde doğa tasarımının özü de bu düşünce ile biçimlenmiştir.
Peki, yukarıda belirtilen bu “Batı’dan faklı olan” doğa tasarımları doğayı koruma gibi bir çabayı gerekli kılıyor muydu? Bu soruya, “evet” demek bir yanılsamadır. İlk bakışta cevap “evet” gibi görünse de, insanın doğa ile karşılıklı girdiği tüm ilişkilerde, ortaya çıkan tasarım insanın lehine, doğanın aleyhinedir, çünkü tasarımı yapan insan aklıdır ve o akıl gelecek endişesi ve korkusu ile hareket eder.
Ancak, tarihimizde doğanın talanı diye bir kavram vardır ki, bu talan meselesi makul bir kullanım isteğini açmış, doğayı tüketim nesnesi olarak tasarlama durumuna dönüşmüştür. Kitlesel boyutta talanın ortaya çıkışı, her ne kadar Sümerlerde tarımsal üretimde suyun kullanımı ile birlikte başlayan üretim patlaması ve aşağı Mezopotamya ovalarının zenginleşmesi, şehir devletlerinin kurulması sürecine dayansa da (o dönemlerde ilk kez insan eliyle toprak tuzlanması başlar), benim düşüncem asıl başlangıcın Batı’da aydınlanma çağıyla birlikte başlayan bilimsel gelişmelerle birlikte, denizciliğin ve savaş donanımlarının gelişmesi, yeni coğrafyaların keşfi ve Protestan inancının ticarete ve sömürüye gösterdiği sıcak bakışla kapitalizmin tohumlarının yeşermesi dönemleridir.
Ticaretin kıtalar arası ürün transferine dönüşmesi ile kapitalist bir sistem gelişmeye başlamış ve küresel ölçekte insanlarda mutluluğun refah ile eşit olduğu, refahın ise daha çok mal üreterek ve tüketerek olabileceği algısı oluşturulmuştur.
Üretimin temel malzemesi doğadır. İnsanın tarihsel süreç içinde üretim-tüketim ilişkisi değiştikçe, doğa ile olan ilişkisi de değişmiş ve dolayısıyla doğa tasarımı değişmiştir.
Sulakalanlar
İnsan – doğa ilişkisine yönelik tüm biçimler birer kavramdır ve kavramlar onu oluşturan parçalar arasındaki ilişkilerin biçimi değiştikçe, kendini güncelleten süreçlerdir.
Güncellemeyi, kavramın içinde yaşayan insan yapar. Yani, insan doğa tasarımını da sürekli güncellemek suretiyle, doğa ile olan ilişkisini yeni kavramsal çerçeveler içinde, sürekli yeniden tanımlar.
İnsanın, doğa ile olan ilişkisi kendi içinde çeşitlilik gösterir, bu çeşitliliğin kültürel ve coğrafi boyutları olduğu gibi, kendine yönelik iç dinamikleri de olabilir. Örneğin, yıllar boyu çevresinde yaşadığı göl ile karşılıklı bir yaşam biçimi kurmuş olan bir topluluk, gölün iklimsel veya insan etkisiyle kuruması sonucu temel alışkanlıklarını (hatta bir biçimde dillerini dahi) değiştirmek durumda kalabilirler. Bu değişiklik göl ile birlikte yaşamış kuşaklarla gelen su kültü geleneğinin, hayatında su görmeden yaşayacak olan gelecek kuşaklar için anlamsızlığını ortaya çıkartır. Yeni bir doğa tasarımı gerekecektir.
Tıpkı, hayatında doğayı sadece üretim aracı olarak gören ve “yazlık ev” sahibi olmak suretiyle denizin maviliğini seyretme gibi bir geleneği olmayan topluluğun (ki, sahildeki arsalar “işe yaramaz” diye kız evlatlara bırakılırdı kısa bir süre öncesine değin), kendini birden yeni kavramın parçası hissederek, sahilde ev alma tutkusuna kaptırması; ya da bir kuşak öncesinde dağlardan kaçarak ovalara inen topluluğun yeni bireylerinin yeni doğa tasarımı içinde dağlarda ahşap barınak yaparak, yabanıl hayatın içine duyduğu özlemi ifade etme isteği gibidir.
Yeni doğa tasarımına yönelik kavram oluşturduktan sonra, insanların gündelik hayatına bir ortak değer olarak taşınması gerekecektir. Bunun yöntemi de, oluşturulan yeni değerin gündelik hayatın mevcut değerleriyle buluşmasından geçer.
Yeni kavramın zihinlerde bir “değer” olarak yerleşmesi için, kavramın kabul ediliş sürecinin, aklın güvenlik algısını tehdit eder içerikte olmaması gerekecektir. Tam tersine, “mutluluk”, “refah”, “statü” gibi sözcüklerin yansımasını ifade edebilir güçte kavramlara ihtiyaç duyulur.
Bu çerçevede, yeni kavram “kabul edilmiş” bir otorite tarafından, “kabul edilmiş” bir sözcükler bütünü içinde tanımlanır ve bir değer olarak onaylanır.
“Sulakalan” dediğimizde de, yeni ortaya çıkan ihtiyaca karşılık oluşturulmuş, “kabul edilmiş” olan bir kavramsal çerçevedir. Kavramı açıklayan cümle vardır ki, Ramsar Sözleşmesi[3] tarafından yapılmıştır, yani bir otorite bizi bunu anlatır, ki kabulü kolaydır.
“Doğal veya yapay, sürekli ya da mevsimsel, tatlı acı ya da tuzlu, durgun ya da akan, denizlerdeki gelgitin çekilmiş anında derinliği altı metreyi aşmayan derinlikleri kapsayan, başta su kuşları olmak üzere canlıların yaşama ortamı olarak önem taşıyan bütün sular, bataklık, sazlık ve turbiyerler ile bu alanların kıyı kenar çizgisinden itibaren kara tarafına doğru ekolojik açıdan su altında kalan yerler sözleşme kapsamında sulakalan olarak kabul edilir.”
Sınırları oldukça net çizilmiş bir tanım, değil mi? Daha fazla detay isteyenler için, sözleşmenin maddeleri ihtiyacı karşılayan detaylar sunar. Mesela, alanın sulakalan olabilmesi için ne kadar süreyle ıslak kalması gerekir? Büyüklüğü ne kadar olmalıdır? Nasıl değerlere sahip olmalı, neler olmamalıdır? Kavramın sınırları boşluk kaldırmaz, zira boşluklarla inşa edilmiş kavramların somutta üretecekleri sonuçlar kontrol dışı olur ki, bu düzeni dağıtan bir tercihtir.
Yazının ilerleyen bölümlerinde, Ramsar Sözleşmesi ve Sözleşme ile birlikte gelişen sulakalan tanımının seyrüseferini göreceğiz, lakin bu kısımda “sulakalan” denildiğinde, zihinlerde uyanan düşüncelere dair, ‘giriş’ babında, bir şeyler söylemek gerekecektir.
Yukarıda açıklanan Ramsar tanımı, sözleşmenin yürürlüğe girdiği tarihten itibaren, belirli aralıklarla değişikliğe uğramış, bu günkü haline ulaşmış olandır. Sözleşme yarın kalkıp, “yok aslında sulakalan o değil, bu dur” da diyebilir. Bunun nedeni de, insanların sulakalan ekosistemlerine atfettikleri değerin ve ihtiyacın, yapılan tasarımı sürekli değiştiriyor olmasıdır. Kavramların güncellenme ihtiyacı, güncelin oluşum sürecinin vazgeçilmez aksiyonudur.
Üstünde fikir birliğine varılan konulardan biri de şudur ki, tarih boyunca sulakalanlar insan yaşamında her zaman önemli rol oynamışlardır. Bu rolün ‘iyi’ ya da ‘kötü’ karakterde olması, sulakalanlara atfedilen tanımın içeriğini belirlemiştir.
Yıllar boyu taşkın düzlükleri, akarsu kıyıları bereketli topraklar mı sundu? Balık mı verdi? Sazlarından evlere, ahırlara dam mı yapıldı? İçme ve kullanma suyu mu sundu? Hayvanlara otlak mı oldu? Sulakalan iyidir!
Günün birinde, o önemli, değerli nehir taştı mı? Gelen selin ardından ekili alanlar, yerleşim yerleri, can ve mal kayıpları mı oldu? Sulakalan kötü!
Sivrisinekler için üreme ortamı mı oluşturdu? Sıtmadan her yıl yüzlerce can mı kaybediliyor?
Kötü…!
Kıyılarında yetişen bitkilerden, kükürtlü çamurlarından, suların içindeki sülüklerden, diğer canlılardan şifalı tedavi araçları mı üretiliyor?
İyi…!
Aynı suyun içindeki timsahlar koyunları, çocukları mı tehdit ediyor?
Yılanlar mı zehirliyor?
Akrepler, çıyanlar, fareler…
Elbette kötü…!
Kurak dönemlerde yeraltı sularını mı depoluyor?
İyi…!
Kötü ruhları, cinleri, belaları mı barındırıyor?
Çok kötü, çok …!
İyiler ve kötülerin karışımından oluşan çatışma, insanın kültürünün oluşum malzemesidir bir bakıma. Kültürün biçimini kazanmasında temel etken doğadır. Ya da, insanın doğa ile ilişkisi.
Latince, ‘cultura’ toprağın işlenmesi anlamına gelir. Soyut kavramın metaforik anlamı entelektüel zihnin, insanın işlenmesidir. Bu işleme faaliyetini en güçlü yapan ve hatta nesillere aktaran da bizatihi doğadır. Dolayısıyla, sulakalanlar da, çevrelerinde yaşayan insanların kültürlerini, yaşam biçimlerini şekillendirmişlerdir.
“Hayatın biçimlenmesinde sulakalanlar vazgeçilmez bir etkiye sahiptir” diyebiliriz, çünkü sulakalan demek, su demektir. Su da hayattır.
İşin temelindeki denklem budur. İnsanların binlerce yıldır, sulakalanların kıyılarına yerleşmekteki ısrarları suya olan gereksinimlerinin göstergesidir. İster cinler, periler, ister timsahlar yılanlar, ister sivrisinekler, böcekler, bakteriler… Suyun bereketi bunların tümünün üzerindedir.
İlk çivi yazılarında su anlamına gelen, uçları açık, dalga formundaki M harfi, zamanla su ve anne / kadın anlamlarını birlikte taşımış, m/ma/mai/mar/mare/maria/maja/mama/ama/ana … gibi farklı biçimlerde kültürlere yerleşmiştir. Su, anne/kadın figürü üzerinden bereketi, doğurganlığı ifade etmiştir. Kadim gelenekte anne sudur, su annedir, her ikisi de berekettir, üretimdir, hayattır.
Suyu ve su kaynaklarını, Sümerlerde olduğu gibi akıllıca kullanabilenler zenginleşerek, büyüdüler, dünyaya yön veren medeniyetler kurdular. Yine Sümerlerde olduğu gibi, su yönetimindeki yetersizlikler nedeniyle (drenajın ihmal edilmesi sonucu tuzlanma), geniş coğrafyalarda topraklar birkaç yüzyıl gibi kısa zamanda tuzlandı, verimliliğini yitirdi ve Mezopotamya’da medeniyetin çöküşünü sağladı. Dünyaca ünlü Güney Doğu Anadolu Kalkınma Projemiz (GAP) farklı mı oldu? Aradan geçen binlerce yıla karşın, GAP’ta da drenaj ihmal edildiği için, Urfa’nın Akçakale bölgesinde binlerce dekar toprak tuza teslim oldu. Drenaj altyapısını tamamlamadan sulamaya başlarsak, ardından tuzun geleceğini bilemedik mi? Koskoca Mezopotamya uygarlıklarının bu yüzden çöktüğünü bilmiyor muyduk? Tüm bu soruların cevabı, insanın o zamanki ihtiyaçlarının çözümüne yönelik yapılmış olan tasarımlarda gizlidir. Bu sorular zamanında muhatabına sorulduğunda, “Drenaj kolaydır, önce su Harran’a gelsin, toprakla buluşsun, tarlalar pamukla dolsun … kervan giderken göçü de düzeriz” cevabı alınmıştır. Bu cevap o günün cevabıdır. GAP’ın mimarı kabul edilen Süleyman Demirel, daha sonra Cumhurbaşkanı oldu ve Atlas Dergisi için bir söyleşi yapma fırsatım doğdu, “GAP’daki hatalardan ötürü pişman mısınız? ‘Bu günkü aklım olsaydı, şunları yapmazdım’ dediğiniz oluyor mu?” diye sordum kendisine. “Hayır” dedi, “o günün koşulları oydu, bu günün koşulları değişmiştir, dolayısıyla böyle bir sorunun bir anlamı yoktur”.
Cevap, bir tasarım mantığının öyküsünü anlatır bize. Koşullar değişince, tasarım biçim değiştirir ve sonuçta ürün değişir. Sayın Demirel’in cevabı bu nedenledir ki, yukarıda yazılmış sözcükleri bir araya getirir mahiyettedir.
Aynı Süleyman Demirel, 2 Şubat 1999 tarihindeki, Dünya Sulakalanlar Günü kutlamasında şunları söylemiştir:
“Bu gün dünyada keşke ikincisi değil de, yirminci, otuzuncu, yüzüncü kutlaması olsaydı… Bizim mühendisliğe başladığımız 50’li yılların başında, bizden evvelki nesillerden devraldığımız görevler şunlardı: Ülkeyi sıtmadan kurtar. Ne yapacağız sıtmadan kurtarmak için, nerede bataklık bulursak kurutacağız….Yani, hemen hemen tümüyle yanlış değildir yapılan işler, ama gayet tatbikî bu faydayı sağlarken diğer taraftan da doğal hayata zarar verilmiştir….Şimdi bu gün ne yapardınız derseniz, şimdi size diyemem ki bugün yine aynı şeyi yapardık. Bu gün artık yeni kavramlar var… şimdi bu gün Türkiye’de hala çok güzel sulakalanlar var. bir Seyfe Gölü’nü Türkiye hiçbir sebeple tahrip etmemelidir….”
Sayın Demirel bir anlamda sulakalanların itibarlarını iade etmişti.
İtibar iade edilmiş olmakla birlikte, bu itibar iadesinin de bir bedeli olmuştur. Devlet Su İşleri’nin yoğun çalışmaları sonucunda, Amik, Kestel, Gavur, Emen, Suğla, Simav, Efteni gölleri, Çukurova, Gediz, Menderes, Yeşilırmak Deltaları büyük oranda kurutulmuşlardır. Eski Çevre Bakanlığı’nın resmi verilerine göre 1960’lardan itibaren en az 200.000 hektar sulakalanı kuruttuk. Ayrıca, GAP bünyesindeki Harran Ovası Sulaması’nda toprak özelliklerine, su niteliğine ve uygulanan sulama teknolojisine (sulama yöntemi ve bilgisi) bağlı olarak bir çok sorun ortaya çıkmıştır. Anılan ova topraklarının yüksek infiltrasyon hızları (Karata, 1984; Erşahin, 1990; Dinç ve ark., 1991) ve kullanılan yüzey sulama yöntemleri, hem aşırı su kayıpları (derine sızma ve yüzey akışı) ve su eksikliğine (Tekinel ve ark., 1991; Çetin, 1992) hem de toprak kaybı (Kanber ve ark., 2000), tabansuyu, tuzluluk-alkalilik (Nacar ve ark., 2000) gibi çevre sorunlarına neden olmuştur[4].
Bu bedelleri, benzer biçimlerde tüm dünya ödemiştir ve halen de ödemektedir. Çünkü, herkes fili tuttuğu yere göre tarif etmeyi sürdürmektedir. Yıllar boyu, “önce kalkınma, önce refah” denklemine sarılmış karar vericiler, sulakalanları bataklık, işe yaramaz sazlıklar, çayırlıklar olarak görmüş, ortadan kaldırmanın çarelerini aramışlardır.
Özellikle II. Dünya Savaşı sonrası, refahın yaygınlaşması, nüfusun ve üretimin artması ile birlikte, tarımsal, kentsel ve endüstriyel alan ihtiyacı birden büyümüş, bu alanlar çoğunlukla sulakalanların kurutulması ile elde edilmeye çalışılmıştır.
Daha dün, “sivrisinek yatağı bataklıklar” denilen ortamlar, kısa bir süre öncesinde değerli, korunması gereken ekosistemler olarak anılmaya başlanmıştır.
Bu değerler dönüşümü gerçekten hızlı olmuştur. Süleyman Demirel’in dediği gibi, o günün koşulları ile yapılan tasarım, bu günün koşulları ile yapılması gerekenden farklıdır, o gün onlar yapıldıysa, bu gün de bunlar yapılmaktadır.
Sulakalanlar özelinde, koşullara göre yeni tasarımın inşasında motor gücü oluşturan öncü kişiler olmuştur. Bu öncüler hem dünya ölçeğinde, hem de ulusal ölçekte sulakalanlar kavramının günümüzdeki içeriğine kavuşmasında önemli rol oynamış kişilerdir. Yazının bundan sonrası, kavramın (dolayısıyla günümüzdeki değerin) oluşma öyküsüne bakmakla ve bu değerleri günümüze taşıyan öncülerin bir bölümünü saygı ile anmakla geçecektir.
Değerlerin Dönüşümü
Pek çok kişi, sulakalanların dünya gündemine koruma amaçlı bir değer olarak girmesini, Ramsar Sözleşmesi ile bir tutar. Durum, tam da böyle değildir. Kurutulup, tahrip edildikten sonra, “hay Allah, biz ne ettik? Nasıl bir değeri ortadan kaldırdık?” pişmanlığına girilme tarihinin ilk belirtileri 1930’lu yıllarda, Kuzey Amerika’da ortaya çıkar.
Ancak, o tarihlerde pişman olanların büyük bölümü avcılardır. Zaten, sulakalanların korunması tarihinde avcılar (pek sevilmiyor gibi görünseler de), ciddi roller oynamışlardır.
O tarihlerde Kuzey Amerika’da avcılar, avladıkları su kuşlarının (kaz, kuğu, ördek gibi) gittikçe azalması karşısında, “bu hayvanların yaşam alanları olan sulakalanlara bir şeyler oluyor, haberiniz var mı?” diye ses çıkartmaya başlarlar. Avcıların sorusuna karşılık, ABD’nin ilgili birimi (Balıkçılık ve Yaban Hayatı Dairesi), 7 Eylül 1965 yılında, Waterfowl Tomorrow (Su Kuşlarının Yarını) adında, 784 sayfalık bir kitap yayınlar. Kitabı, ABD, Kanada, Meksika’dan 103 yaban hayatı uzmanı birlikte yazmıştır. Kitapta su kuşlarının yaşamları, karşı karşıya kaldıkları tehditler, yaşam alanları, onlara yardım etme yolları gibi 11 bölüm yer alır. Binlerce fotoğraf ve çizimle süslenen kitap, yayınlandığında beklenenin üzerinde beğeni alır. Bu çalışma, sulakalanlara korunması gereken, değerli ve önemli sistemler olarak bakan ilk çalışmalardandır, ancak bakışın temel mantığı avcıların ‘spor amaçlı’ öldürdükleri kuşların popülasyonlarının azalması endişesi üzerine kurulur. Bu mantık dahilinde sulakalanlar avlanacak olan su kuşlarının yaşam alanları olarak önemlidir. Burada gördüğümüz bir değerler silsilesinin oluşumu ve bu değerlerin üstünden sulakalanların nasıl kavramsallaştığıdır.
Sulakalanların yok oluşlarına avcılar dışında ses çıkartanlar da vardır. Kuzey Amerika’nın kolonileşme dönemlerinden başlayan sulakalan kurutma çalışmaları, Avrupalıların Midwest[5]e (Orta Batı) yerleşmeleriyle doruğa ulaşır. 1920’lerde federal hükümet finansal destek sağlar ve Orta Batı bölgesinin sazlık ve bataklıklarında yoğun kurutma, arazi açma çalışmaları başlar[6].
Bu bölgelerdeki sulakalanların hızla kurutulması sonucunda, pek çok yerde taban suyu düşer, yüzeydeki su buharlaşır, su gidince toprağı örten bitki örtüsü de yok olur ve topraklar verimsiz çöllere dönüşür. Ardından, 1940’larda “dirty thirties” dedikleri, ünlü toz fırtınaları devri başlar. Tam bir ekolojik felakettir. Milyonlarca dekar arazi kullanılmaz hale gelir, yüz binlerce insan evlerini terk eder, toz fırtınalarıyla salgın hastalıklar yaygınlaşır ve karar organları bu duruma kurutma faaliyetlerinin yol açtığını fark eder.
Ancak, bu fark ediş sulakalanların ekosistem olarak tanımlanması ve korunmasına yönelik bir eylemi beraberinde getirmez. 1960’larda Kuzey Amerika’da sulakalanlar, hala kaz, ördek gibi avlanabilecek su kuşlarının yaşam alanları olarak görülmektedir.
Sulakalanlara günümüzdeki içeriği kazandıran ilk adımların, 1960 yılında Avrupa’da atıldığını görüyoruz. Su kuşları, birer avlanacak nesne olmaktan çıkıp, gözlenecek nesne olmaya başlanmıştır. Değer değişir, kavramı yeniden oluşturur.
1960 yılında, IUCN[7] sekreteryası, Luc Hoffmann[8]’dan bir öneri alır. Öneri, farklı tipte sulakalanların (sazlıklar, küçük taşkın düzlükleri, bataklıklar, vb.) yönetimi ve korunmasına yönelik bir uluslararası programın başlatılmasını talep ediyordu. Programın adı da, farklı dillerdeki sulakalan isimlendirmelerinin ortak ilk hecesi olan ‘mar’ dan hareketle (MARshes, MARecages, MARismas), MAR oldu.
IUCN bu öneriyi olumlu bularak, ICBP’ye[9] ve IWRB’ye[10] Luc Hoffmann’ın koordinatörlüğünde bu girişime katılma çağrısı yapar. Taraflar çağrıyı olumlu bulurlar ve ilk MAR konferansı 12 – 16 Kasım 1962 yılında, Camargue’da (Fransa) yapılır.
Bu toplantı ve sonrasında, öncü rol oynayacak olan L. Hoffmann, aynı yıl IWRB’ye onursal başkan seçilir.
İlk MAR konferansına, 12 farklı Avrupa ülkesinden ve Avustralya, Kanada, Fas, ABD’den 80’in üzerinde uzman katılır. Yaklaşık 60 makale sunulur ve tartışılır. Sunumlar, sulakalanların ekonomik, bilimsel ve moral değerleri üzerine yoğunlaşmıştır. Sulakalanları tanımlamak ve sınıflandırmak için kriterler oluşturma ihtiyacı ilk bu toplantıda ele alınır. Yasal ve yönetimsel sorunlar konuşulur. Sulakalanların yönetimi ve restorasyonu bir diğer tartışma konusu olur. İnsan yapımı sulakalan habitatlarının rolü gündeme gelir, sulakalanların korunması için ihtiyaç duyulan uluslararası girişimler tanımlanmaya çalışılır.
Daha sonra, 1964 yılında MAR konferansları devam eder. Bu toplantılarda alınan kararlardan biri IUCN’in sulakalanların önemi konusunda eğitim materyalleri hazırlayıp dağıtmasıdır. Bu materyallerin basımı ve yaygınlaştırılması konusunda da UNESCO’dan destek istemeye karar verilir (UNESCO desteklemeyi kabul eder).
Sulakalanların önemi ve korunması konusunda, yayınlanmış ilk doküman böylece ortaya çıkar (1965). 18 sayfalık bu dokümanın ismi “Liquid Assets”[11] dir, ilk başta 14 bin adet basılır ve ağırlıklı olarak Kuzey-Batı Avrupa’da dağıtılır. Daha sonra, Fransızca olarak da basılıp, ağırlıklı olarak Fransızca konuşan ülkelerde dağıtılır.
MAR konferanslarında üzerinde görüş birliğine varılan ve broşürde de kullanılan sulakalanlar tanımı, daha sonra, yine bu ekibin öncülüğünde toplanacak olan Ramsar Sözleşmesi ekibinin de kavramsal altyapısını oluşturacaktır.
İlk baskının üstünden geçen yıllarla birlikte, sulakalanlara yönelik sorunlar da değişiklik göstermeye başlar. Yoğun tarım uygulamaları beraberinde pestisit sorununu getirir, kentsel ve endüstriyel atıklar için de sulakalanlar alıcı ortam haline dönüşmeye başlamıştır. Yeni ihtiyaçlara göre, yine UNESCO desteği ile, 1979 yılında Liquid Assets’in ikinci baskısı yapılır.
MAR Konferanslarının 1965 yılında yapılanının sonuç bildirgesi, sekiz maddeden oluşur. Maddeler son derece net ve adreslerine doğrudan hitap eder şekilde kaleme alınmışlardır. Örneğin, devletler sulakalanları doldurularak veya kurutularak tahrip etmekten vazgeçmeye davet edilir; bu gibi çalışmalara destek verilmemesi çağrısı yapılır. Baraj ve benzeri insan yapımı, mühendislik çalışmalarında, planlama gibi erken aşamalardan itibaren ekologlarla işbirliği önerilir.
Bu sonuç bildirgesi, 35 ülkeden değişik kurumlara gönderilir, 20 ülke cevap verir. Daha sonra, MAR aday (sulakalan) listeleri hazırlanır, listeye dahil olma kriterleri belirlenir (günümüzdeki Ramsar listesi ve kriterlerinin ilk halidir). Bu listelerdeki temel kriter, aday sulakalanın sahip olduğu su kuşu zenginliğidir. Su kuşları alanların zenginliği ve önemi için bir gösterge olarak kullanılmıştır.
1965 yılı toplantılarını, daha sonra her yıl farklı ülkelerde yapılan toplantılar takip eder. Luc Hoffmann’ın liderliğinde, IUCN ve IWRB’nin koordinasyonunda 1971’e gelene kadar yedi büyük konferans yapılır. O tarihlerdeki Batı – Doğu kutuplaşması göz önüne alınırsa (ki Çekoslovakya’nın 1968’de Sovyetler tarafından işgali toplantılarda ciddi aksamalara neden olmuştur) Sovyetler Birliği’nin de bu çalışmalara dahil olması ve iki toplantının Sovyetlerde (Leningrad ve Moskova) yapılması, o koşullarda sulakalanlar adına ciddi başarılar olarak kabul edilebilir.
1970 tarihinde, Avrupa, Kuzey Afrika, Asya ülkelerinin dışişleri bakanlıklarına, İran İmparatorluk Hükümeti’nden bir çağrı gelir. Çağrının içeriği su kuşlarının ve sulakalanların korunması için, Ocak 1971 tarihinde, İran’ın Babolsar kentinde düzenlenecek bir uluslararası konferansa davettir. Davetin resmi çağrısı İran hükümetinden yapılsa da, davetin ekinde IWRB’nin konferans içeriğine dair bilgi notu bulunur. Bilgi notunda, bu toplantının gerekçelerini açıklarken, “sulakalanları ve su kuşlarını korumaya yönelik bir uluslararası sözleşme taslağının son halinin oluşturulması” da, toplantı amaçlarından biri olarak belirtilir.
1970 yılı Nisan ayı içinde IWRB bir açıklama yaparak, İran hükümetinin toplantı mekanını Babolsar’dan, ulaşım ve konaklama kolaylığı nedeniyle Ramsar kentine alındığını duyurur.
30 Ocak 1971 günü, Prens Abdül Reza Pehlevi, ağabeyi Şah Rıza Pehlevi’nin mektubunu okuyarak, toplantıyı açar. Katılımcı ülke sayısı on sekizdir[12] ki bu sayının tümü resmi temsilcilerden oluşur ve Türkiye’de ilgili bakanlık temsilcisi Tansu Gürpınar ile bu tarihi toplantıda temsil edilmiştir. Toplantıda FAO ve UNESCO devletler arası kuruluş olarak yer alırlar, CIC, IBP, ICBP, IUCN ve WWF ise devlet dışı (sivil) yapılar olarak toplantıya katılırlar.
Burada şu soru sorulabilir, neden bu 18 ülke? Çünkü, sözleşmenin ağırlığını su kuşlarının ve onların yaşam alanları olan sulakalanların korunması işgal ediyordur ve Avrupa merkezli bu girişimin birinci odağı da, batı palearktik coğrafyada, kuzey – güney ekseninde göç eden su kuşlarının uğrak yeri olan ülkelerin katılmasıdır. Sözleşmenin ilk halinin resmi adı “Özellikle Su Kuşlarının Yaşam Alanı Olarak, Uluslararası Öneme Sahip Sulakalanlar Sözleşmesi” olmuştur.
1970’lerde sulakalanlar, su kuşlarının yaşam alanları olarak önemliydi. İlk 20 yıl da bu böyle bilindi. 1980 yılına gelindiğinde, sözleşmeye ancak 10 ülke daha imza atabilmiş ve toplam taraf ülke sayısı 28 olmuştu. Ancak, 90’larla birlikte ilgi artmaya başladı, 1993 yılına gelindiğinde, üye ülke sayısı 77 olmuştu ve Ramsar alanları da 610 idi. (2016 yılı itibarıyla, toplam 2.12 milyon kilometre kare alan kaplayan 2.200 Ramsar alanı bulunuyor ve taraf ülke sayısı da 169 olmuştur).
İlk 20 yıl, Ramsar Sözleşmesi’nin bir grup kuş gözlemcisi ve bilim insanının dışında fazla ilgi çekmediği söylenebilir. Sözleşmenin 80’li yıllardaki toplantıları, hepsi birbirini yıllardır tanıyan, aynı dili konuşup, aynı sorundan acı çeken insanların buluşmaları gibiydi. 90’ların başına kadar, hatta 90’ların ilk yarısında dahi bu yapı bir süre devam etti. Katılımcılar genel olarak su kuşlarının yaşam alanı gözüyle baktıkları alanları konuşuyorlardı. “Sözleşme kuşçuların elindeydi” denilebilir.
1990’ların başlarında bir şeyler değişmeye başladı. Dünya ‘küresel iklim değişikliği’ gibi yani kavramlarla tanışıyordu. İklim değişikliğinin uyarı alanlarından biri de, geleceğin su konusunda dengesiz günler getireceği idi. Parola “kurak daha kurak, ıslak daha ıslak” olmuştu. Ani yağışlar ve seller, uzun süreli kuraklıklar bekleniyordu. İlkim değişikliğinin de tetiklemesiyle, dünyanın gündemine “su krizi” bir kavram olarak girmiş oldu.
“Susuz geleceğimiz” birden bire gündemin önemli maddesi olmuştu. Birleşmiş Milletler 1992 yılında, 22 Mart gününü ‘Dünya Su Günü’ olarak kabul etti, 1996 yılında, Dünya Su Konseyi kuruldu.
Su artık baş köşedeydi. Dünyada, kişi başına düşen su miktarının her geçen gün azalıyor oluşu, iklim değişikliğinin felaket senaryolarıyla da birleşince, su ve su kaynaklarının durumu insanların dikkatini ziyadesiyle çekmeyi başarmıştı. O yıllarda “Orta Doğu Su Savaşları” üstüne kitaplar yazılmaya başlandı. Uluslararası toplantılarda “paylaşılan su – sınır aşan su” gibi iki kavram ciddi boyutlarda siyasi tartışma konusu haline geldi. Bazı ülkeler (çoğunlukla alt havza ülkeleri), su havzalarının ortak yönetimini talep ediyorlardı, buna karşılık üst havza ülkeleri kendi sınırlarında suyu bağımsız yönetme anlayışlarını ortaya koydular. Bu farklı iki anlayış uluslararası sorun, hatta krizlere vesile oldu. Neredeyse tüm akarsuları sınır aşar nitelikte olan Türkiye’de kendini bu tartışmanın tam ortasında buldu.
1999 yılında Kosta Rika’nın başkenti San Jose’de yapılan ve bu satırların yazarının da katıldığı, Ramsar 7. Taraflar Konferansı’nda artık katılımcıların büyük çoğunluğu ülkelerin dış işlerinden sorumlu diplomatlarıydı ve su kuşları gündemi işgal etmiyordu. Sınır aşan veya paylaşılan sular üzerine uzun tartışmalar oldu. Türkiye ile Hindistan gibi üst havza ülkeleri önerilere ciddi rezervler koydular. O günkü oturumun başkanlığını yapan Gana temsilcisi Nayon Moses Bilijo, “Ramsar Sözleşmesi uluslararası işbirliği açısından yeni bir yola girmiştir ve bu yol ona yeni görevler sunmaktadır” diyerek, sözleşmenin yeni içeriğine dair ilk sinyalleri vermişti. Daha sonra Ramsar, sulakalanları birer su kaynağı olarak ele aldı ve insanı kavramın merkezine kattı. Sulakalanlar yaban hayatı için vazgeçilmez habitatlar idi, ancak bir o kadar da çevrelerinde yaşayan insanlara değerler sunuyordu.
Tüm bu süreç bize, sulakalanların bir kavram olarak geçirdiği evrime dair ipuçları sunar.
Türkiye’nin Ramsar sözleşmesine katılması 1994 yılında, beş alanla olmuştur: Göksu Deltası, Manyas Gölü, Burdur Gölü, Seyfe Gölü, Sultan Sazlığı. 1998 yılında, ikinci parti alanlar listeye dahil etmişlerdir, bu listede Kızılırmak Deltası, Gediz Deltası, Uluabat Gölü, Akyatan Lagünü vardır. Daha sonra, farklı yıllarda Meke Gölü, Yumurtalık Lagünleri, Kızören Obruğu, Kuyucuk Gölü ve Nemrut Gölü listeye eklenerek, Türkiye’nin Ramsar Alanları sayısı 14 olur.
Sözleşmenin kararları daha çok tavsiye niteliğindedir, bu nedenle de Ramsar Sözleşmesi, uluslararası camiada bir “moral sözleşmesi” olarak da anılır. Sözleşmenin taraf ülkeleri bağlayıcı kararlar alamamasının önemli nedeni de suyun stratejik bir unsur olarak üstlendiği roldür. Belirttiğimiz gibi, sulakalanlar son dönemlerde su kuşlarının yaşam alanları gibi bir ‘değer’ olmaktan çıkmış, ‘su kaynağı’ gibi bir uluslararası stratejik araca dönüşmüştür. Yeni değeri itibarıyla, sulakalanlar gibi bir kavramda karar süreçlerine o ülkenin dış işleri, silahlı kuvvetleri, iç işleri gibi aktörlerin katılması olağan olmuştur.
Küresel ölçekten, Kızılırmak Deltası özelinde inildiğinde de, bizi çok farklı bir seyir karşılamayacaktır.
Kızılırmak Deltası’nda Korumanın Tarihi
Delta’nın korunmasına yönelik ilk girişimlerin başladığında, sahanın tanımı “Bafra Balık Gölleri” olarak yapılıyordu. Çünkü, mekânda göl vardı ve balık tutuluyordu. Bir de, kara avcılığı için kaz, ördek, kuğu gibi su kuşu (av hayvanı) sunuyordu.
Alanın ilk koruma statüsü 1979 yılında tahsis edilmiştir. O günkü adıyla Orman Bakanlığı’nın Milli Parklar Av ve Yaban Hayatı Genel Müdürlüğü, “Cernek Gölü ve Çevresi Su Kuşları Koruma ve Üreme Alanı” adıyla, yaklaşık 3785 hektarlık bir alanı koruma altına almıştır.
1980’lerin ortasında, TBMM 17. dönem Samsun Milletvekili, Berati Erdoğan’ın Bafra Balık Gölleri’nin Milli Park olması için bir dosya hazırlayıp, Bakanlığa sunduğunu anımsıyorum. Orman Bakanlığı’nın uzmanları Delta’ya gelerek incelemelerde bulunmuşlar, hatta taslak Milli Park haritalarını da hazırlamışlardı. Zamanın Milli Parklar Şube Müdürü İsmet Özer’in odasında bu haritaları görmüştüm. Hatta İsmet Özer’in “insanlar bize orada silah doğrulttular, tehdit ettiler, baktık olmayacak biz de haritalarla birlikte projeyi buraya kaldırdık” diyerek, evrak dolabının üstündeki tozlu alanı göstermişti (1992 yılı).
O yıllarda, Türkiye’de Milli Park statüsü ile korunan sulakalan örneği Manyas Gölü Kuş Cenneti Milli Parkı’dır. Bafra Balık Gölleri için böyle bir proje ortaya çıkınca, bölge halkı da “nedir bu milli park denilen şey?” diye merak eder ve Manyas’a giderler. O sıralarda Manyas Gölü Kuş Cenneti Milli Parkı’nda Bakanlık, daha çok yasaklara dayanan, yöre halkını yok sayan bir koruma uygulamasını tercih etmektedir. Hayvan otlatma, balıkçılık, tarım, Milli Park sınırları içinde yasaklanmış, çevredeki köylüler de bu durumdan mağdur olmuşlardır. Hatta, o günlerde Orman Bakanlığı Milli Park tesisine epeyce uzak mesafeden direkler dikerek elektrik getirmiş, Milli Park’ın hemen yanındaki köyün “biz de sizin direklerden sonra birkaç direk dikelim de, hattı uzatalım” önerisine olumsuz yanıt vermiş, böylece köy daha uzunca bir süre elektriksiz kalmıştır.
Bafra’dan giden heyet böyle bir ortamda, Milli Park uygulamalarına kızgın insanlarla karşılaşmış ve aldıkları yegâne öneri “ölün, öldürün, arazinizi milli park yaptırmayın” olmuştur (en azından, o ziyareti yapanların açıklaması bu yöndedir).
O yıllarda, Ragıp Esener başkanlığında aktif olan Samsun Doğayı Koruma Derneği’nin (SDKD) de Kızılırmak Deltası’nda, yerel ölçekte bazı çalışmaları olmaktadır. 1989 yılında, SDKD çatısı altında, Sancar Barış öncülüğünde Samsun Kuş Gözlem Topluluğu (SKGT) kurulmuştur. Topluluğun amacı, insanlara kuş gözlemciliğini aşılamak yoluyla kuşları ve kuşlar üzerinden doğayı tanıtmaktır. Türkiye’deki kuş gözlemcisi sayısının iki elin parmaklarından fazla olmadığı günlerdir ve bu parmaklardan biri de patoloji ihtisası yapmak için 19 Mayıs Üniversitesi’ne gelmiş olan Sancar Barış’tır. Kuş gözlemcisinin iki temel aracından biri dürbün – teleskop gibi optik gereçlerse, diğeri kuşları tanımaya yarayan rehber kitaplardır. O tarihlerde Sovyetler Birliği dağılmış ve Rus malı dürbünleri, uygun fiyatlara bulmak mümkün olmaktadır, ancak kuş kitabı bulmak mümkün değildir. Yurt dışından getirtmek de kolay değildi. Tanıda destek olacak çizim eksikliğini, Sancar Barış’ın elle çizdiği kuş resimleri gidermiştir. Hatta bu çizimlerden biri, elle çizilerek üretilmiş bir Dikkuyruk posteri olarak fotokopi ile çoğaltılmış ve bölgede kahvelere asılarak, Delta’nın ilk eğitim amaçlı yayın malzemesi olmuştur.
O günlerde yararlanılabilecek ender kaynaklardan biri, Delta’nın bir sulakalan olarak tanımını yapan, fauna ve florası, insan kullanımları hakkında bilgi veren, Max Kasparek ve Lieuwe Dijksen’ın kitabıdır. 47 sayfalık, yarım A4 boyutundaki kitapçık Ornithological Society of the Middle East (OSME) ile işbirliği içinde 1985 yılında basılmış.
Bu iki kuş gözlemcisinin saha çalışmaları ve detaylı masa başı veri derlemeleriyle desteklenmiş, “Türkiye Kuşları” serisinden çıkan, “Kızılırmak Deltası” kitapçığı uzun yıllar Delta ile ilgili yegâne kaynak olarak kullanılmıştır.
Kitap, temel olarak Delta’nın eski kuş kayıtlarını derlemiştir. Verilen bilgiye göre, Delta, 1966 yılından itibaren, düzenli olarak kuş gözlemcileri tarafından ziyaret edilmiş, sayımlar yapılmıştır. Bu sayımların tümü kayıt altına alınmış, sadece 1976, 1980, 1981 kayıtlarına ulaşılamamıştır. İlk kayıt 1966 yılına aittir ve kaydın kime ait olduğu bilinmemektedir. Daha sonraki kayıtların sadece 1968 sayımını yapan iki isim hariç, tümü yabancı kuş gözlemcilerine aittir. 1968 sayımlarındaki isimler de Tansu Gürpınar ve Nihat Turan’dır. Türkiye’de yaban hayatına dair çalışmaları başlatan iki değerli isim. O günlerde Nihat Turan ve Tansu Gürpınar Milli Parklar idaresinin iki genç görevlisidir ve IWRB’nin kış ortası su kuşu sayımlarını gerçekleştirmektedirler. (IWRB ve Tansu Gürpınar isimleri ile Ramsar sözleşmesinin doğuş sürecinde de karşılaşmıştık.)
Türkiye’de yaban hayatının, özellikle sulakalanların korunmasında büyük emeği geçen, öncü isimlerden biri olan Tansu Gürpınar ile biraz sonra yolumuz yine birleşecek.
1970’lerde Delta bir önemli konuğa daha ev sahipliği yapar, ünlü kuş ressamı Salih Acar. O tarihlerde Salih Acar Delta’yı ziyaret edip, kuşları görmek ve resimlerini yapmak düşüncesindedir. Ancak kış mevsimi gelmiştir ve kalmakta olduğu otelde ısınmayı sağlayan hiçbir şey yoktur. O zamanlar Bafra’da bir yerel gazete de çıkartan, kentin renkli simalarından Üstün Çuhacı, Salih Acar ile tanışır, onu evinde misafir eder ve Delta’ya götürür. Salih Acar’ın Delta’da avcılarla girdiği tartışmayı da Üstün Çuhacı’dan dinlemiştim.
Samsun Doğayı Koruma Derneği’nin bünyesindeki Kuş Gözlem Topluluğu’nun faaliyetleri sürerken, 1989 yılında, Delta’nın dört genç ziyaretçisi olur. ODTÜ’de öğrenci olan Uygar Özesmi, Cüneyt Kurul, G. Aslı Sezer, Filiz Yavuzdemir. Kuşları gözlemek için sert geçen bir kış ortasında gelirler ve birkaç hafta Delta’da konaklayıp, gözlem yaparlar. Daha sonra, 2001 yılında Uygar Özesmi, Stacy Maurer ile birlikte, doktora çalışmasını, saz kesimi – işlenmesi – pazarlanmasının çok boyutlu analizi üstüne Delta’da yapacaktır.
1989 – 1992 yılları arasında, Samsun Kuş Gözlem Topluluğu, Delta’daki köy ilkokullarında, kahvelerde, avcı lokallerinde Delta’ya ve kuşlara dair eğitim çalışmaları yürütür. Bu çalışmaların odağında kuşlar ve avcılık olmuştur. Sancar Barış ile Bafra avcılar lokalindeki bir dia gösterisi sonunda, sohbet ettiğimiz avcılardan birinin cebinden erkek toy kafası çıkartıp masaya atması ve “bu ne kuşu?” diye sorması, unutulmaz anılardan biridir, toy kuşu ile ilk karşılaşmam bu vesileyle olmuştur. Vatandaşın cebinde vurduğu kuşun kellesiyle dolaşıyor olması da başka bir derin analiz konusudur.
Aynı tarihlerde (1990), Doğal Hayatı Koruma Derneği Patrick Dugan’ın yazdığı “Sulakalanların Korunması” kitabını Türkçeye çevirip, bol miktarda basar ve kitap, Delta’daki kuş gözlemcilerinin sulakalan kavramıyla tanışmalarını sağlar.
Sancar Barış’ın önerisiyle, kitabın her bölümü, SKGT üyeleri tarafından çalışılıp, topluluk içinde seminer konusu olarak sunulur ve tartışılır. Bu çalışma da, Delta’nın ilk sulakalan teorik eğitimlerinin başlangıcı sayılabilir.
Yine 1990 yılında, merkezi İstanbul’da bulunan Doğal Hayatı Koruma Derneği’nde (DHKD)[13] Uluslararası Kuşları Koruma Konseyi (ICBP) adına bulunan Gernant Magnin, Murat Yarar ile birlikte Delta’ya gelir (ICBP de, Ramsar Sözleşmesinin kuruluşunda yer alan kurumlardan biridir).
Ziyaretin amacı, DHKD’nin planladığı, Delta’da başlatılacak kuş üreme araştırmanın detaylarının görüşülmesidir. Araştırma, 1991 yılında, Mart – Haziran ayları arasında WIWO[14] uzmanları tarafından gerçekleştirilir. Hollanda Tarım – Balıkçılık ve Doğa Yönetimi Bakanlığı’nın da desteklediği araştırmayı ağırlıklı olarak Hollandalı uzmanlar yürütürler. İngiltere’den kuş gözlemcisi Guy Kirwan ve Samsunlu kuş gözlemcileri, kısıtlı zaman için de olsa çalışmalara katılırlar. Türkiye’de yapılmış en kapsamlı kuş üreme araştırması olduğu söylenebilir. Elde edilen sonuçlar Delta’nın bir sulakalan olarak zenginliğini ortaya koyar.
Bu sonuçlarla birlikte DHKD, Kızılırmak Deltası Koruma Projesi’ni başlatmaya karar verir. 1 Temmuz 1992 tarihinde, çalıştığım kurumdan ayrılarak, DHKD’ye proje yürütücüsü olarak katılmam da bu kararın bir sonucudur.
O tarihte, Delta’nın korumaya yönelik tek bir statüsü vardı: “Su Kuşları Koruma ve Üretme Alanı”. Yukarıda belirtildiği gibi, 1979 yılında ilan edilmişti ve sadece Cernek Gölü ve çevresindeki 3785 hektarlık bir alanı kapsıyordu.
Tabiatı Koruma Alanı ve Milli Park gibi statülerle kıyaslandığında, son derece gevşek olan statü, daha çok kara avcılığına yönelik koruma ve kontrol içeriyordu. 1995 yılında zamanın Milli Parklar Genel Müdürü Nevzat Ceylan’ın destekleriyle bu sahanın genişletilme çabaları, avcıların yoğun baskısı ile karşılaşmıştır. Türkiye’de o zamanlar sulakalanların korunması çabalarındaki kilometre taşlarından biri de Nevzat Ceylan’dır, Devlet Su İşleri’nin Seyfe Gölü’nün kurutulması için açmaya başladığı devasa kanala karşı, DSİ Genel Müdürü ve üst yönetimine karşı (basının önünde) “bu devletin bir kurumunun genel müdürü olarak, yapmakta olduğunuz projeyi kabul etmiyorum, onaylamıyorum” demiştir.
Delta’da o yıllarda ciddi bir kıyı yağması söz konusuydu. Yörükler ve Koşuköyü sahilleri parsellenerek, yazlık inşaatları için satılıyordu. Derbent Barajı inşası olası etkileri açısından ciddi kıyı erozyonu riski içeriyordu.
DHKD ekibi olarak çok odaklı bir strateji geliştirildi. İlk olarak, bir envanter çalışması ihtiyacı görüldü ve veri açığını kapatmaya yönelik çalışmalar planlandı. Bu bağlamda Londra Üniversitesi’nden, hidrolog Ted Hollis davet edildi ve onunla birlikte Delta’nın hidrolojik yapısına yönelik girişimlerin olası etkileri çalışıldı. Hidrolojiyle ilgili Hollanda Utrecht Üniversitesiyle de, yaklaşık altı aya yayılan bir hidroji alan çalışması gerçekleştirildi.
Kamu otoritesi ve bölge halkı olası sorunların yaratacağı sonuçlarla ilgili uyarıldı. Bu konuda konferanslar düzenlendi, belgesel film yapılıp TV kanallarında gösterilmesi sağlandı. Sahaya basın gezileri yapıldı, o zamanki ulusal basının temsilcileri İstanbul’dan özel olarak Delta’ya getirilerek, haber yapmaları sağlandı.
Özellikle, Yörükler sahilindeki yazlık konutların ilerleyişiyle ilgili geniş ölçüde bilgilendirme çalışması yapıldı. Örneğin, Hürriyet gazetesine, çeyrek sayfa “Halkımıza Duyuru” başlığıyla ilan verilerek, vatandaşların buralardan konut alarak girdikleri risk ve Delta doğal sistemine yönelik oluşturdukları etki belirtildi. Sahada konutları yaptıranlar, maliyeciler, adliyeciler, öğretmenler gibi meslek sahipleriydi. Sulakalan, özel “su basar” orman, değerli ekosistem, doğal miras … insanları ilgilendirmiyor muydu?
Kişilerin, bireysel gelecek tasarımları içinde bunların hiç birine yer yoktu. Her yazlık ev sahibi, okumuş yazmış, hali vakti yerinde bir ‘aydın’ kişi olarak, görünebildiği kadar ‘çevreci’ bir kimlikle, Delta’yı sevdiğini de söylüyordu ve muhtemeldi ki, söyledikleri de, bir açıdan doğruydu. Bugün de, aynı kişiler, ısrarla doğa sevgilerini vurguluyorlar, elbette bunu söylerken yalan söylemiyorlar, oldukça samimi olduklarına da eminim. Mesele, bir tasarım nesnesi olarak doğanın o insanların geleceklerinde aldıkları rolle ilgili. Bütün mesele budur.
İnsanların temel motivasyonları, sahilde bir ev sahibi olmaktı. Gelecek hayallerini süsleyen önemli bir ögeydi, doğanın içinde, kuş cıvıltılarıyla uyanmak. Issız kumsallar, tertemiz bir deniz ve yaban kuşları…
Bunlar doğaya yönelik bir ilginin göstergesi olarak kabul edilirler. Hatta, ev sahipleri, kendilerinden sonra oralara ev yapılmasının bir doğa katliamına yol açacağını da, yine aynı samimiyet ve dürüstlükle söyleyebilirler. Bu, bir iyi niyet – kötü niyet göstergesi değildir, sadece bir doğayla kurulan ilişkinin tasarım biçimidir.
1993 yılında, Yörükler Belediyesi (o tarihlerde belediye idi), binalarla ilgili yıkım niyeti taşımadığı aşikâr olan yıkım kararı verdi. Bu karar verilmeden önce, DHKD heyeti, dönemin Orman Bakanı Vefa Tanır’ı ziyaret ederek, durumun aciliyetini ve sahanın önemini anlattı. Bakanın konuya ilgisi şaşırtıcı derecede olumluydu. Konuyu derhal hukuk işleri müşaviri Şuayip Balta’ya iletti ve hızla Delta’ya bu konuda rapor düzenlemek üzere Bakanlık müfettişleri gönderildi.
Ancak, Orman Bakanlığı’nın da sahadaki etkisi merkeze göre zayıftı. Hatta Bakanlığın sahadaki yetkili işletme müdürü, bir saha gezisi sırasında, Galeriç Ormanı’nı gösterip, “bu uyduruktan ormanı korumak için çalışanları hiç anlamıyorum” da demiştir.
Burada da karşımıza çıkan, bakanın ve bakana bağlı taşra sorumlusunun, söz konusu ormana (doğaya) yönelik tasarım farklarıdır. İki yaklaşım çatışmış, yereldeki tasarım kendi gerçekliğini (zeminini) bulduğu için, hayata geçmiş, bu nedenle de evler korunmuş, hatta Ormancılık teşkilatının yerel sorumluları ve akrabaları da söz konusu alanda yazlık edinmişlerdir.
DHKD, aynı yıl (1993) Bölgenin Doğal SIT alanı ilan edilmesi için dosya hazırladı. Kültür Tabiat Varlıkları Koruma Kurul’u üyelerini ziyaret ederek, hızla SIT statüsüne ihtiyaç olduğu anlatıldı. O zamanki Kurul Başkanı Prof. Dr. Coşkun Özgünel, Delta ve karşı karşıya kaldığı tehditlerle yakından ilgilendi, ilk Kurul toplantısında Delta’nın gündeme alınacağını açıkladı ve olağan üstü bir hızla Koruma Kurul’u Bafra’da toplandı. O ilk toplantıda, bölgedeki muhtarlar ve belediye başkanlarının muhalefetine karşılık, ölçeksiz bir Delta krokisi üstünde, sahanın tümü 1994 yılı başında Doğal SIT ilan edildi. Ölçeksiz, gelişigüzel çizilmiş SIT sınırlarına karşı, bölgedeki muhtarlar ve Belediyeler dava açtılar ve kazandılar, mahkeme yürütmeyi durdurma kararı verdi. O zaman, Samsun Bölge İdare Mahkemesi üyelerini Delta’ya getirip, detaylı bir bilgilendirme yaptığımı ve Delta’yı gezdirerek tanıttığımı anımsıyorum. Sürekli, tasarım farklarının çatışması izleniyordu. Kurul ve mahkeme heyetinin doğa tasarımı ile, yereldeki muhtarlar ve belediyelerin doğa tasarımı hiç örtüşmüyordu ki konut sahiplerinin bir bölümü de yargı mensuplarıydı.
Mahkeme heyetinin kararı, “SIT kararları iptal olmayacak, ölçekli haritalar üzerine uygun biçimde işlenecek” yönünde olmuştur ve o karar sayesinde, Delta’nın sahillerinde yeni arazi spekülasyonlarının önü alınmıştır.
Ancak, evler buna rağmen yapılıyordu. Konu o günün Çevre Bakanlığı ile görüşüldü. Çevre Bakanlığı yeniden yapılanmış ve Çevre Koruma Genel Müdürlüğü’ne bağlı Sulakalanlar Şubesi kurulmuştu. İlk Şube Müdürü de, Osman Erdem’di. Sanıyorum Osman Erdem’in şube müdürü olmasıyla birlikte ilk ziyaret ettiği alan da Kızılırmak Deltası oldu, 1992 yılıydı.
Türkiye’nin tüm sulakalanlarının çok şey borçlu olduğu, Tansu Gürpınar ile birlikte Bakanlığın bir diğer önemli ismi de Osman Erdem’dir. Bu isimlerin, yıllar boyu DHKD ile birlikte, son derece önemli koruma çalışmalarında imzası olmuştur. Çevre Bakanlığı, 1994 yılında Kızılırmak Deltası doğal envanterini hazırlamak için bir proje başlattı. Bu proje Doğal Hayatı Koruma Derneği ve 19 Mayıs Üniversitesi işbirliği ile gerçekleştirilmişti. Projenin hedefi envanter çalışması sonucunda Kızılırmak Deltası sulakalanı için Çevre Düzeni Planı hazırlanması ve kullanım esaslarının belirlenmesiydi. Bu çalışma içinde Bayındırlık ve İskân Bakanlığı da aktif olarak yer almıştır. Nitekim, ortak çalışmanın sonucunda, sahada kıyı kenar çizgileri belirlenmiş, 1/25.000 ölçekli çevre düzeni planı hazırlanmıştı. O günün koşullarında kıyı kenar çizgileri, sadece deniz sahili/kıyısı olarak ele alınmamış, isabetli bir kararla, kanunda belirtildiği şekliyle, “deniz, tabii ve suni göl ve akarsularda, kıyı çizgisinden itibaren, kumluk, çakıllık, sazlık, bataklık alanların doğal sınırları…” olarak, dikkate alınmıştı. Bu yaklaşım Delta’da denize bağlı kıyılar dışında da kıyı kenar çizgisi çizilmesi gibi bir tasarrufa meydan vermiştir. Çevre Düzeni Planı 1996 yılında onaylandı ve halen o sınırlar ve kararlar Delta için geçerliliğini korumaktadır.
DHKD’nin sahada uyguladığı Kızılırmak Deltası Koruma Projesi 1996 yılında sona erdi. DHKD, tüm alan projelerini kapatarak, Ankara’da su teması üzerinden çalışmaya ve bu konularda politikalar geliştirmeye karar verdi. Bu karar da, DHKD’nin yeni gelecek tasarımı ile ilgiliydi. O günlerde, dünyada doğa koruma stratejileri, lobi ve savunuculuk ağırlıklı olmaya doğru yönelmişti. Alan projeleri zaman kaybı olarak görünüyordu.
1998 yılında Ramsar statüsüne kavuşan Delta, sonraki yıllarda yeni bir statüye kavuşmadı, sadece eski Su Kuşları Koruma ve Üretme Alanı statüsünün ismi, “Cernek Gölü Yaban Hayatı Geliştirme Sahası” olarak değiştirildi (alanı 5175 hektar). Daha sonra, Orman ve Su İşleri Bakanlığı girişimiyle Delta için bir yönetim planı hazırlandı. Hazırlanan plan iki kez revize edilerek, günümüzdeki üçüncü plan (2016-2020 dönemi için) metni ortaya çıkartıldı. Son Yönetim Planı da, Yaban Hayatı Geliştirme Planı olarak kabul edildi. Bu plan, tüm Delta’nın yönetimine dair gerekli faaliyet ve hedefleri içeren bir metin olarak taraflarca onaylanmış, resmi bir eylem planıdır.
1998 – 2016 yılları arasında, Delta’da ekosistemin korunmasına yönelik pek çok münferit araştırma ve küçük ölçekli projeler uygulanmış olmasına karşın (yönetim planları da dahil) korumanın planlı bir bütüncül aksiyona dönüşmüş olduğunu söylemek zordur.
Delta’ya yönelik bir dönüm noktası, 2016 yılına SAMKUŞ[15] un kurulması olmuştur. SAMKUŞ, Orman ve Su İşleri Bakanlığı ile bir işbirliği protokolü yaparak, Delta’nın özellikle ziyaretçi yönetimi konularındaki faaliyetlerini üstlenmiştir.
SAMKUŞ ile birlikte, Samsun Büyükşehir Belediye Başkanı Yusuf Ziya Yılmaz’ın (Belediye başkanlığı 2018 yılında milletvekili seçilmesi nedeniyle sona ermiştir) Delta’nın korunması konusundaki istekliliğinin ve farkındalığının gelişmesi, korumaya yönelik ilk kez yerelden ciddi bir irade sergilenmesi sonucunu doğurmuştur. Yusuf Ziya Yılmaz’ın “Delta’yı korumamız gerekiyor” niyetiyle beslenmiş aksiyoner tavrı sonucunda, sahildeki yazlık evlerin 360 kadarı yıkılmıştır. Yine aynı iradenin bir sonucu, Samsun ilinin her tarafına Delta’yı tanıtan panolar, resimler asılmış, yollara yönlendirmeler yapılmış, Kızılırmak Deltası birden Samsun bölgesi için bir cazibe alanı haline dönüşmüştür.
Yusuf Ziya Yılmaz’ın, Delta’yı korumak için yola çıkarken, zihnindeki düşünce şuydu:
“Oradaki yaban hayatını görünce bu eşsiz güzelliğe hayran oldum. Böyle bir değere sahip olduğumuz için ne kadar şanslı olduğumuzu düşündüm ve herkesin bu güzellikleri görüp, tanıması, buranın değerini bilmesi gerektiğini anladım”.
Yılmaz’ın bu düşüncesi de, yukarıda yazılanlar gibi, bir sulakalan kavramsallaştırma çabasıdır ve oluşan kavram “sahip olduğunla gurur duyma, bu gururu paylaşıp, başkalarına da duyurma” çerçevesi içinde, kendi tasarımına kavuşmuştur. Hal böyle olunca, Delta’ya 2017 yaz ayları içinde, hafta sonu günlük 1000 aracı geçen bir ziyaretçi trafiği başlamıştır. Neden geldiğini, nerede, neye, nasıl bakması gerektiğini bilmeyen, binlerce ziyaretçi. (2018 yılı sonbaharı itibarıyla ziyaretçi yönetimi konusunda ciddi kararlar alınmış ve Delta içine araçlı ziyaretçi girişine kısıtlama getirilmiştir).
2016 ve 2017 yıllarındaki alanı bir tür turizm merkezine dönüştürme niyeti, ölçeksiz tanıtım çabaları, bize GAP’da drenaj yapılmadan başlatılan sulama projesi karşısında Süleyman Demirel’in cevabını anımsatır. Anadolu insanının plan karşısındaki geleneksel tavrı, kervanın yolda düzülme halidir. Hiçbir tarafın plan yapmadığı veya yapılmış planlara uymadığı bir ortamda, sadece aksiyonla hareket etmek de kuşkusuz pragmatik olarak ilerlemeci sonuçlar üretmektedir.
Samsun Büyükşehir Belediyesi’nin Delta için harcadığı samimi niyet ve irade sonucunda, Delta 2016 yılında UNESCO Dünya Doğal Mirası listesine aday gösterilir ve listeye Türkiye adına dahil edilir (2020 yılı itibarıyla adaylık süreci devam ediyor). UNESCO Dünya Doğal Miras Alanı serüveni, kuşkusuz tüm taraflar için son derece eğitici/öğretici olmuştur.
Tüm bunlar olurken, insan – doğa ilişkisinde, insan aklının doğa karşısında nasıl çalıştığını son derece net gösteren ilginç bir olay yaşandı Delta’da.
2018 yılında, ziyaretçi yönetimi kapsamında, alanda araç trafiğine kısıtlama getirildi. Bu kısıtlama çerçevesinde de alanın en hassas yerindeki (zamanında bir akla hizmet yapılmış olan) 10 km’lik beton karayolu araçla gelmek isteyen ziyaretçi trafiğine ‘sınırlı’ kapatıldı.
Ziyaretçi için saat başı ring seferleri yapan bir araç konuldu. Bir de bol miktarda bisiklet. Dileyen yaya dolaşsın, dileyen toplu taşıtla, dileyen de bisiklete binsin.
Fotoğrafçılar için de, üç tekerlekli, sepetli bisikletler alındı ki, malzemelerini kolay taşıyabilsinler.
Ama ne oldu…?
Delta’da eskiden arabasını gölün kıyısına çekip, aracın içinde fotoğraf çeken bir grup kuş-doğa fotoğrafçısı, bu yasağın kendileri için geçerli olmamasını istediler.
Evet, ilginç…!
Ne yaptılar..?
İçlerinde, savcı, hâkim, üniversite öğretim üyeleri, yerel esnaf, mimarlar, hekimlerden oluşan yaklaşık 10 kişilik bir ekip Samsun Valiliği’ne başvuru yaparak, dilekçede ismi yazılı kişilerin (kendileri) Delta’yı korumak amacıyla fotoğraf çektiklerini ve araçla girişin kendileri için serbest olmasını talep ettiler.
İşin garip tarafı Valiliğin de bu talebe ilk önce uygun görüş vermiş olmasıydı. Anadolu usulü, doğa tasarımı ve yönetimi, “her şey kişiye özel”.
Dilekçeye valilik “Türkiye’de yüzlerce kuş fotoğrafçısı var, bunların arasında, neden bu 10 kişi?” sorusunu sormadı, “olumlu” buldu başvuruyu.
Bir doğa koruma alanının kalbine kadar araçla girip fotoğraf çekmek o ekosistemi etkiler mi? gibi bir soru da anlamsızlaştı burada.
Sonra devreye merkezi yönetim girdi, “yukarılarda” direktif geldi ki, “böyle bir karar doğru olmayabilir” denildi …
Bu “kişiye özel” izinler iptal edilince, doğa fotoğrafçıları (o ayrıcalıklı listeden haberi olmayan diğer doğa fotoğrafçıları da dahil) Delta’nın kalbine kadar araçlarıyla giremedikleri için, doğayı koruma konusundaki faaliyetlerinin aksatıldığı gerekçesiyle kampanya yaptılar, basına demeçler verdiler, “girmek istiyoruz” konusundaki ısrarlarını sürdürdüler.
Anlaşılabilir mi…?
Kuşkusuz anlaşılabilir bir talep, bu talebin ardındaki “arzu” da anlaşılabilir. Bir yerden sonra, fotoğrafçının neyi çektiği (obje) anlamını yitirir, fotoğrafçının çektiği üzerinden kendini tanımlama aşaması gelir. O objenin nadirliği ve bulunmazlığı, çekenin bir nesne olarak kendini tanımlaması (tasarım) sürecini başlatır.
Dolayısıyla burada Delta ve/veya doğa bu tanımlamanın aracıdır. O bu tanım sayesinde kendi anlam dünyasını hatta kendi gerçekliğini oluşturacaktır. Siz onun o tanımlama (bir anlamda var olma) aracını elinden aldığınızda, gerçekliğini yitirme endişesi baş gösterir ve bu da gerilim ve çatışma doğurur.
Bu çok tipik örnek de göstermiştir ki, Delta veya sulakalanlar gibi ekosistemlerin tanımlanması, onlara yüklenmiş olan anlamlar ve işlevler üzerinden olmaktadır ve bu durum tanımlayan tarafların gerçeklik dünyası ile yakından ilgilidir.
UNESCO statüsü de, bu yazının başından beri anlatılanların bir yansımasıdır aslında. “Neden Delta UNESCO statüsüne sahip olmalı?” sorusuna, Delta’yı bir sulakalan olarak farklı farklı tasarlayan tarafların, farklı cevapları vardır.
Bu bakımdan da UNESCO ilginç bir göstergedir. Bir grup insan (kurumlar da dahil) UNESCO’nun Delta için fayda değil, zarar, iş yükü, maliyet, sorumluluk getireceğini düşünürler. Hiç kolay değildir UNESCO’ya hazırlanmak. Hatta, mümkün değildir, bu nedenle de bu iş olmaz.
Bir grup, UNESCO ile birlikte, yetkilerinin ellerinden gideceğini düşünerek, isteksiz ve gönülsüz davranırlar. Başka bir grup zaten sadece UNESCO’nun logosu ve adı için süreci takip ediyordur. Bir grup da, UNESCO olsun, olmasın ama hazırlık süreci boyunca yapılacak olanların Delta’ya pek çok şey katacağını düşünürler. Sonuç olarak, UNESCO’da bu çeşitlilik ve zenginlik karşısında şaşkındır.
Farklı kurumların farklı “Delta” tasarımları, yetersiz işbirliği, teritoryal davranış örnekleri ve günübirlik kararlarla bu coğrafyanın insan-doğa ilişkisinin geleneksel kurgusunu sergileme çabaları sürmektedir.
Sonuç
Bir çocuğun bir ailesi olursa, çocuğun geleceği için sağlıklı bir büyüme planı hazırlanıp, uygulanabilir. En fazla aile içinde anne baba arasında tartışmalar yaşanır. Aile, o çocuğun kendileri için nasıl bir değer oluşturduğunu biliyordur. Aile içinde herkes çocuğu aynı isimle çağırır, aynı kültüre yönelmesini bekler, aynı dille hitap eder, aynı oranda harçlık verir …
Çocuğun 30 ailesi olursa, durum değişir. Çocuk için sağlıklı bir gelecek kurmak pek de mümkün değildir, çünkü çocuk her bir aile için ayrı bir değer içeriyordur. Kimi onun doktor olmasını ister, kimi vekil yapacaktır, kimi hâkim, kimi bir yere gitmesin otursun bize baksın diyecektir. 30 farklı kuvvetin, farklı taraflardan çekiştirdiği bir çocuk, nereye gider?
İnsanın doğa karşısındaki duruşu budur. Özünde kendini korumaya programlanmış insan, doğayı korumak istemez, sadece korumak istediğini sanır.
Bu ‘sanı’ kimi zamanlar çok güçlenir ve insanı doğa savaşçısı dahi yapabilir. Ama kahramanın var oluş gayesi de, nihayetinde kahraman olmaktır, doğa bu uğurda araçsallaştırılmıştır.
Yazının başında sözü geçen insanın doğa ile olan genetik bağı ise, ikilinin tarihsel ilişkisine, insanın kendi geleceği uğruna sevdiğini sömürmeyi meşrulaştırma haline dönüşmesi ve bu dönüşümü de aklın katkısıyla bir değer olarak kabullenme öne çıkacaktır.
Fotoğrafçının ısrarından, yazlıkçının sahil sevgisine, kuş gözlemcisinin veri elde edip yayın yapma arzusuna kadar … Hepsi, ilişkinin algısal olarak fili tanımlama haline örnektir.
İnsan – doğa ilişkisinde, insan merkeze kendini konuşlandırmış ve çevresini de kendine hizmet edenler olarak varsaymıştır. Bu bakışın ekolojik ve ekonomik olarak insanlığa parlak bir gelecek vaat etmediği nettir. Doğayı araçsallaştırıp, nesnelleştirmek suretiyle, onun üzerinden sürekli büyüme arzusunun geleceğinin yok oluş olacağı görülebilir. Bununla birlikte insan “aydınlanma” döneminde altyapısını kurmaya başladığı, zamanla geliştirdiği bu doğa-insan ilişkisi tasarımından kurtulamıyor, bir tür maddenin çekim gücüne esir olma hali, kendi döngüsünde insanlığı teslim almış gibidir.
Günümüzde artık “doğa sevgisi” de, nihayetinde, doğanın sunduklarına yönelik ilginin coşturduğu hoş duygu dalgalarının hazzıdır. Bu hazzın çok derin, evrimsel köklerimizde izleri olduğunu inkar etmesek de, bu köklü bağı bir çıkar ilişkisinin mekanizması olarak tanımlamayı becermişizdir.
İnsan bu geçmişindeki evrimsel bağı ve çıkara dayalı ilişkiden aldığı hazzı “doğa sevgisi” olarak tarif eder, ancak dönüp bakıldığında gerçek şu dur ki, gündelik hayat doğayı kullanmak üzerine kurgulanmıştır.
İnsan, sıfatlar, sözcükler, algılar, kavramlarla kendi gerçeğini bir kumaş gibi dokur. Bu dokuma bir tür varoluşun efsanesinin dokunması gibidir ve insan bu uzun süreçte, doğanın gerçeğini kendi üzerinden var etme alışkanlığını edinmiştir.
Bu açıdan bakıldığında, insanın doğa karşısındaki tavrı ideolojiktir. “Doğanın hakkı doğaya” diyebilecek samimiyetteki insan, benliğini doğaya doğru yüceltebilmiş, onu tam olarak idrak edebilmiş olan, aşkın insandır. Aşkın insanın da doğayı da aşması beklenir ki, artık onun için insanı biçimlendirici bir güç olmaktan çıkacaktır.
Zaman gibi bir belleğe ve beden gibi bir maddeye sıkışmış insanın bunları aşmış olması karşısında, doğayı tasarlama ihtiyacı hissedip etmeyeceği de kuşkusuz başka bir tartışma konusudur.
Bu yazı şöyle bir sonuçla bitme eğilimine girer: İnsan için doğayı korumak diye bir samimi istek geçersizdir, çünkü doğa insan için tarihin her döneminde kendini ve varoluş macerasını ona baka baka inşa ettiği, kolaylıkla dönüştürebileceği, parçalayıp bozabileceği, başı sıkıştığında da ağlayarak koşacağı, kucağına sığınacağı bir araçtır.
KAYNAKÇA
Bergson, H., (2007) Madde ve Bellek (çev: Işık Ergüden), Ankara, Dost Yayınları
Capra, F. (2014) Batı Düşüncesinde Dönüm Noktası, (çev, Mustafa Armağan) İstanbul, İnsan Yayınları
Collingwood, R. G., (1999) Doğa Tasarımı (çev. Kurtuluş Dinçer), Ankara, İmge Yayınevi
Prince, H. (1997) Wetlands of the American Midwest: A Historical Geography of Changing Attitudes. University of Chicago Press. USA.
Diğer Kaynaklar:
Doğal Hayatı Koruma Derneği, resmi web sitesi: www.wwf.org.tr
IUCN Resmi web sitesi: www.iucn.org
Ramsar Sözleşmesi, resmi web sitesi: www.ramsar.org
Tour du Valat Biyoloji İstasyonu resmi web sitesi: www.tourduvalat.org
Wetlands International, resmi web sitesi: www.wetland.org
[1] Sulakalan’ı bitişik olarak, bir birleşik kelime halinde yazmayı tercih ediyorum. Bu haliyle, sulakalan özel bir ekosistemi anlatan, özel bir kavram olarak kullanılmaktadır. Doğrusunun da bu olduğu düşüncesindeyim.
[2] Capra, F. (2014) Batı Düşüncesinde Dönüm Noktası, İnsan Yayınları, İstanbul.
[3] Ramsar Sözleşmesi: Özellikle Su Kuşları Yaşama Ortamı Olarak Uluslararası Öneme Sahip Sulak Alanlar Hakkında, Birleşmiş Milletler çerçevesinde taraf ülkelerin imzalayarak onayladığı, sulak alanların korunması ve sürdürülebilir kullanımını sağlamayı amaçlayan uluslararası bir sözleşmedir.
[4] GAP Bölgesinde Toprak ve Su Kaynakları kirliliğinin boyutları, nedenleri ve çözüm önerileri, Birleşmiş milletler Kalkınma Programı (UNDP) Raporu.
[5] Midwest, Illinois, Indiana, Iowa, Kansas, Michigan, Minnesota, Missuri, Nebraska, Kuzey Dakota, Ohio, Güney Dakota, Wisconsin eyaletlerini kapsayan coğrafi bir alanı tanımlar.
[6] Hugh Prince, UCL. Wetlands of the American Midwest: A Historical Geography of Changing Attitudes. University of Chicago Press, pg. 290-291
[7] IUCN, The International Union for Conservation of Nature. 1948 yılında kuruldu, dünyanın en büyük ve yaygın doğa koruma ağı. 1300’den fazla üye kuruluş ve 16 binin üstünde uzmana sahip. Ülkeler, doğa korumadan sorumlu resmi kurumlarıyla da üyeler IUCN’e. Türkiye’den sekiz üye var, Orman ve Su İşleri Bakanlığı ve yedi STK.
[8] Luc Hoffmann (1923 – 2016) İsviçre asıllı sanayici, kuş bilimci, doğa korumacı. Tour du Valat Biyoloji Enstitüsü ve WWF gibi pek çok kuruluşun kurucularındandır. L. Hoffmann,1995 yılında, Kızılırmak Deltası’nı da ziyaret etmiştir.
[9] ICBP, International Council for Bird Protection (1922 yılında İngiltere’de Dünya’nın ilk uluslararası koruma örgütü olarak kuruldu. Kuruluşunda Hollandalı, İngiliz, Fransız ve ABD’li kuş bilimcileri/korumacılar yer aldılar. 1993 yılında BirdLife International adını aldı. Günümüzde, dünya çapında, 10 milyonun üzerinde destekçisi vardır. Türkiye’de Doğa Derneği tarafından temsil edilir.
[10] IWRB, International Waterfowl and Wetlands Research Bureau, 1954 yılında İngiltere’de su kuşları ve sulakalanların korunması için araştırmalar yapmak, veri üretmek ve paylaşmak amacıyla kuruldu. 1996 yılında, Amerika ve Asya kıtalarında çalışan benzerleri ile birleşerek, Hollanda’da merkezi olan Wetland International adlı kuruluşa dönüştü.
[11] https://194.158.18.86/library/node/5926
[12] Belçika, Danimarka, Finlandiya, Fransa, Federal Almanya, Güney Afrika, Hindistan, Hollanda, İngiltere, İran, İspanya, İsveç, İsviçre, Sovyetler Birliği, Pakistan, Türkiye, Ürdün.
[13] DHKD, nesli tükenmekte olan kelaynakların korunması için harekete geçen bir grup insanın bir araya gelerek 1975 yılında kurdukları bir dernektir. DHKD’nin kuruluş kararı, kelaynakların yaşadığı Birecik’de bir otelde, Udo Hirsch, Belkıs Balpınar ve Tansu Gürpınar tarafından alınır o yıllarda. İlk logoyu kuş ressamı Salih Acar çizer. DHKD zamanla, efsanevi yöneticisi Nergis Yazgan’ın liderliği ile Türkiye’nin doğa koruma alanında aktif, en etkili ve üretken sivil toplum kuruluşu olacaktır. Dernek, daha sonra faaliyetlerine Doğal Hayatı Koruma Vakfı olarak devam eder, Vakıf günümüzde Dünya Doğayı Koruma Vakfı (WWF) Türkiye Temsilcisi olarak çalışır.
[14] WIWO: International Waterbird and Wetland Research – Hollanda
[15] SAMKUŞ: Samsun Kızılırmak Deltası Koruma ve Geliştirme Birliği, Samsun Büyükşehir Belediyesi ve Delta alanı içinde kalan ilgili ilçe belediyelerinin katılımlarıyla 5355 sayılı Mahalli İdare Birlikleri Kanunu ile kurulmuş, ‘birlik’ statüsünde bir sivil yapıdır.