Tapınakta Bir Gece Rüyası
90’larındaki adam, dağın düzlüğünün kıyısına kadar sağlam adımlarla geldi. Sağ elinde taşıdığı yaklaşık 1,5 metrelik kalınca sopayı yere dayayıp, iki eliyle tepesini tutup üzerine hafifçe yüklendi. Bu tahta parçası, bir sopaya ihtiyacı olduğundan değil ama kendinden öncekilerden kalma bir gelenek olduğu için yanındaydı.
Gecenin karanlığında uzaklara doğru baktı. Mabetteki alçak gönüllü odasından buraya kadar yaptığı kısa yürüyüş aslında zaman zaman geçmişe yaptığı yolculuklardan biriydi. Uzaklara bakarken, gerçekte gözlerinin önünden geçen hayaller, iç dünyasında geçmişte kalanlara bir tür kavuşma töreni gibiydi.
Anne ve babası onu neredeyse ömürlerinin ortasında dünyaya getirmişlerdi. Babası, 50’lerinde annesi ise 42 yaşındaydı dünyaya geldiğinde. Her ikisi de 100 yaşını devirmeden bu dünyadan göçmemişlerdi. Yani o buralara geldikten yıllar sonra bu dünyadan gitmişlerdi.
90 yılı devirmiş olsa da hala dinçti. 1,80 civarındaki boyu biraz kısalmış olsa da hala dimdik durup güçlü adımlar atabiliyordu. Kafası ise belki de buraya geldiği 40’lı yaşlarından çok daha berrak ve hızlı çalışıyordu. Aile mirası genleri, dingin hayat, kendinle barışıklık ve kendini ve başkalarını affetmeyi öğrenmesi sayesinde sadece 90’lı yaşlarına sağlıklı ulaşmamış, aynı zamanda tapınaktaki en yaşlı ve bilge kişi de oluvermişti.
Güya modern dünyadan gelip, dünyanın bir ucundaki tapınakda geçen yıllardan sonra, huzuru kendi içinde bulmuş olmak garip gelse de, buna alışalı yıllar olmuştu. Bazen, geride bıraktığı yaşamında pekala aynı huzuru ve içsel barışı bulmaması için bir neden olmadığını düşünse de nasıl gerçekleştiğinden çok, bu duruma gelmek önemli olduğundan üzerinde fazla düşünmezdi.
Eski yaşantısında bir gün barda sohbet ettikleri dostu, modern dünyanın çekişmesi içerisinde edindikleri düşmanlar için bir söz etmişti. “Yeterince uzun yaşarsan, tüm düşmanlarının ölümünü görürsün”. Onu geçmiş yaşamından kopartan işte bu söz olmuştu. Düşmanların ölmesini beklemek için çok yaşamak pratikte bir çözümdü belki ancak, hiç düşmanlarının olmaması çok daha iyi olmaz mıydı?
Kararını verip ardından, bu tapınağa vardığında o kadar yol gelmiş olmasına rağmen asıl yolculuğun yeni başladığını görmesi fazla zamanını almamıştı. Kendini tanımak yolculuğu.
İşin asıl komik yanı, ilerlemiş yaşı nedeniyle o sözü söyleyen de dahil, pek çok dostu ve düşmanı artık gerçekten dünyadan göçmüşlerdi. Ama yıllarca süren arınması sırasında asıl önemli olan, hiç düşman edinmemek olduğunu öğrenmesiydi. Mücadele içerisinde geçen amaçsız hayatlar yıpranmayı kaçınılmaz kılıyordu. Gelişme ve değişme kaçınılmazdı. Bunlara ayak uydurmak ve gelişip daha iyiye ulaşmak da öyle. Ancak tadı kaçan, amaçsız birbirini yeme ve kaçınılmaz düşmanlıklar o kadar da anlamlı değildi. İlerleyen yıllardaysa zaten dost ve düşman, iyi ve kötünün aynı bulmacanın parçaları olduğunu da kavramıştı.
Uzun yaşamak, üstelik de bunu sağlıklı olarak yapmak güzeldi. Ancak kendi dinginliğini uzaklarda ararken, yine kendinde bulmak çok daha şaşırtıcı ve güzel olmuştu. Bu düşünceler içerisinde kim bilir kaç saatin geçtiğini anlamamıştı bile. Günün ilk ışıklarının belirtilerini gören adam doğruldu. Kalınca sopasını bu defa kaldırıp omzuna koydu. Keyifle, odasının yolunu tuttu.
Yeterince uzun yaşamış, düşmanlarını geride bırakmıştı. Zaten, artık bunların bir önemi de kalmamıştı. Huzurlu bir şekilde tapınağın kapısından girip, gölgeler arasında gözden kayboldu.