Tolstoy
1812, Çarlık Ordularının Fransa’yı yendiği yıldı… Milyonlarca köylü ağır sıkıntı ve baskı altında kıvranırken; görevleri sebebiyle Avrupa’da bulunan Rus Subayları ise, ülkelerindeki karanlık tabloyu üzüntüyle karşılıyordu. Halk, Çarlığın boyunduruğu altında sürdürdüğü yaşamına devam ederken, I.Aleksandr’ın baskıcı tutumundan hoşnut olmayan aydın kesim, gizli çevreler oluşturmaya başlamıştı bile… Aleksandr’ın ölümünün ardından I. Nikola’nın tahta geçeceği gün, Rusya tarihinde bir ilk yaşanarak Çar’a karşı silahlı ayaklanma gerçekleşti. Sonuç başarısız olup ilk siyasi mahkûmlar Sibirya’ya sürgüne gönderilmeye başlansa da, Dekabrist Hareketi, sanat ve edebiyatta demokrat yükselişin itici gücü olacaktı. İşte Dünya Edebiyatı’nın en büyük isimlerinden biri olan Tolstoy da, en önemli eserinde bu akımın izlerini sunacaktı…
TOLSTOY…
19. yy. Rus Edebiyatı’nın zirvedeki ismi Lev Nikolayeviç Tolstoy, soylu bir ailenin dördüncü çocuğu olarak 28 Ağustos 1828’de, Moskova’nın güneyinde Tula eyaleti Yasnaya Polyana kasabasında dünyaya geldi. Rus Edebiyatı’nda olduğu kadar, zamanımızın fikir ve edebiyat alanında da derin izler bırakan bu büyük isim, Kont bir baba ve Prenses bir annenin biricik oğluydu ancak ne var ki, bu mükemmel aile tablosu uzun sürmeyecekti. Henüz iki yaşındayken annesini kaybeden Tolstoy için yeni bir düzen başlıyordu. Çiftlik ortamındaki eğitimi yeterli görmeyen baba Tolstoy, evlatlarını da alıp Moskova’ya gitti. Okuldaki derslerinde başarılı olamasa da, Moskova’da halasının yanında yaşadığı dönemde, “Bu çocukta bir deha var; o küçük bir Moliere” diyerek onu yüreklendiren halası, ayrıca ondaki ışığı ilk keşfeden kişi olarak da anılardaki yerini alacaktı… 1837 yılına gelindiğinde, Tolstoy için yeni bir dönemeç daha görünmüştü. Babasının vefatı ile iyice yalnızlaşan Tolstoy, çitliğe geri dönmüş, kardeşleriyle beraber, halası Aleksandra ile birlikte, sakin bir yaşam sürmeye başlamıştı. 1841 yılına kadar çiftlikte akıp giden bu dingin yaşam, Aleksandra halanın ölümü ve çocukların Tatiana halaya verilmeleriyle yeniden rota değiştirecekti. Delikanlılık yaşına henüz girmiş olan Tolstoy için, olabilecek en kötü örnek, eniştesiydi. O artık, ana dili Rusça yerine Fransızca konuşan, uzun tırnakları ve aşırı derecede özenilmiş kıyafetleriyle yepyeni bir Tolstoy’du…
1844 yılında diplomat olmak amacıyla Kazan Üniversitesi Arap- Türk Edebiyatı bölümüne girdi ancak burada istediği başarıyı yakalayamayınca aynı üniversitenin Hukuk Fakültesi’ne yöneldi. Hukuk ve filoloji eğitimine devam ederken Rousseaucu ahlak anlayışını araştırmaya, Puşkin, Dickens, Schiller gibi dünya isimlerini takip etmeye başladı. Bu dönemde tanıdık bir mekân, Yasnaya Polyana’daki çiftlik evi onu adeta geri çağırıyordu. Dersler için değil de, keyif ve eğlence için bulunduğu üniversite ortamını geride bırakarak çiftliğine dönüş yaptı. İlk hikâyelerinden biri olan ve 1856 yılında yayımlayacağı “Toprak Ağasının Sabahı” isimli kitabında bu dönemindeki yaşantısını yazacaktır. Daha çok genç yaşta olmasına rağmen, köylülerin yaşamını değiştirmeye, onların eğitimleriyle ilgilenmeye ve tüm bu deneyimlerini bir günlükte tutmaya başladı. Ancak ne var ki, bir an evvel sonuç alma isteği ve beklentilerinin yüksek olması, bu hızlı ve idealist tutumunu kısa süre sonra hayal kırıklığı içinde durdurmasına sebep oldu. Çabuk pes eden genç Tolstoy, yaralanan ruhunun merhemini Petersburg ve Moskova’nın hareketli yaşamında aramaya çalıştı. Aylaklık ve arayış içinde geçen bu dönemini İTİRAFLARIM isimli eserinde şöyle anlatır:
“Tiksinti, iğrenme, dehşet duygularıyla,yürek parçalayan bir sızıyla hatırlarım o günleri. Savaşta askerleri öldürdüm, sivil hayatta öldürmek maksadıyla insanları düellolara davet ettim. İçti, kumarda kaybettim, vaktimi anlamsız zamparalıklarla geçirdim. Serflerime ihanet ettim, kumar borçları yüzünden topraklarını sattım. Yalan söyledim, insanları kandırdım. Vahşet, öldürme, sahtekârlık, kitapta yazan tüm suçları işledim… İşte bir on yılı böyle geçirdim ben.”
Tam da böylesi bir ruhsal kaos halindeyken, 1851 yılında ani bir kararla Kafkasya’ya, subay olan abisinin yanına gitti. Kırım Savaşı sırasında gönüllü olarak savaşmaya başladığı bu dönemde, el değmemiş doğa ve kendine özgü gelenekleriyle yaşamaya çalışan bu halk onu çok etkiledi. Çocukluğundan beri ruhunda var olan edebiyat tutkusu tetiklenmiş ve öz yaşamsal roman türüne giren Çocukluk, İlk Gençlik ve Gençlik isimli ilk eserlerini kaleme almıştı. Daha ilk eserlerinde bile kahramanın iç dünyasındaki psikolojik süreçlere ve detaylara inmekte; son derece yalın ve içten anlatım tarzı da, genç Tolstoy’un yazım sanatına dair ipucu vermekteydi. Kafkasya’da kaldığı üç uzun yılın ardından, Sivastopol Savunması’na katıldı ve Kırım Savaşı’nda topçu teğmeni olarak görev yaptı. 1853- 1856 yılları arasında devam eden Savaş sürecindeki tecrübeleri, Tolstoy’un 1863 yılında yazacağı Kazaklar ve 1855 yılında kaleme alacağı Sivastopol Hikâyeleri’ne konu olacaktı. 1853’ten 1863 yılında kadar çalıştığı Kazaklar’da, Olenin isminde soylu bir delikanlının Kafkasya’ya gidişi şiirsel bir dilde aktarılıyordu okuyucuya… Burada dikkat çeken en önemli özellik ise; Doğuyu konu alan kitaplardaki yoğun egzotizmin aksine, etnografik ayrıntı zenginliğiyle bir Kazak köyündeki yaşamın ön planda tutulmasıydı.
1855-1856 yılları arasında yazdığı Sivastopol Hikâyeleri’nde ise, sıradan askerin kahramanlığını, halkın yalınlığını vurgularken; ordudaki gösterişçiliği acımasızca eleştirmekte, savaşın korkunç ve karanlık yüzünü cesurca yansıtmaktaydı. Açık ve net olan bir şey vardı ki; savaş, kan ve ölüm demekti. Tolstoy, bu iki eserinde de ölümün soğuk yüzünü ve savaşların insan yaşamını nasıl etkilediğini muazzam bir yorumla göstermişti. Birebir bu ortamda bulunan ve gördüğü şeytani tablodan oldukça rahatsız olan Tolstoy, bir süre sonra ordudan ayrıldı ve St. Petersburg’ a yerleşti. O dönemde iki farklı edebi görüş kendini göstermiş; radikal demokrat Çernişeski ve liberal Turgenyev’in temsil ettiği gruplaşmalar ortaya çıkmıştı. Ancak ne var ki Tolstoy’un dünya görüşü ve duruşuna ikisi de hitap etmiyordu. Yeniden bir limana sığınma ihtiyacı hisseden Tolstoy, doğduğu ve en huzurlu olduğu topraklara, Yasnaya Polyana’ya geri döndü. 1861 reformunun hazırlık öncesi olan bu dönemde, 1856 yılında, Tolstoy Derebeyi’nin Sabahı isimli uzun öyküsünü yayımladı. İleri görüşlü bir derebeyinin, köylünün yoksulluğu karşısındaki açmazlarını anlattığı eseri, değeri sonraları daha net anlaşılacak olan bir serzenişin de ilk safhasını oluşturuyordu.
1857’ye gelindiğinde Tolstoy’un içindeki ateş, onu yakmaya başlamıştı bile… Büyük bir arayışın içinde olduğunu hissediyor ancak tam olarak onu huzursuz eden şeyin ne olduğunu anlamlandıramıyordu. Cevap bulmak için, Batı Avrupa’ya gidip Almanya, Fransa ve İSviçre’de bulunduğu sırada, eğitim kurumlarını ve kültürlerini inceledi. 1861’de Flaubert, Victor Hugo ve Proudhon ile tanıştı. Özellikle Proudhon’un “Mülkiyet Hırsızlıktır” yaklaşımı, onu çok etkilemişti. Kendini anarşist olarak adlandıran ilk kişi olan Poudhon, Tolstoy’un gelecek yaşamını tahmininden çok daha fazla etkileyecekti. Kendi deyimiyle “aydınlanma sürecine” girdiği bu dönemde, yeniden Yasnaya Polyana’ya dönen Tolstoy, ilk iş olarak, halkın eğitimini hedefleyerek yeni bir okul açtı. Olabildiğince basit ve anlaşılır tarzda yazdığı okul kitapları, Yasnaya Polyana adlı çıkardığı pedagojik dergi ve köylü reformları döneminde gönüllü olarak yaptığı Sulh Yargıçlığı görevi, tamamen halkı bilinçlendirmek amacıyla üstlendiği sorumluluklarıydı. O, batı ülkeleri ve kendi yurdu arasındaki uçurumu birincil açıdan görmüş ve bir vatansever kimliğiyle, halkının gelişmesi için tabandan değişikliğin başlaması gerekliliğine inanmıştı. O artık, sadece bir edebiyatçı kalemşör değil, geleceğin bilinçli gençlerinin de öğretmeni idi. Ancak ne var ki, bu durum, ne soyluların ne de çarlık rejiminin işine gelmiyordu. Soylu aileden gelen bir bireyin, genelin davranışlarına uymayan bir tutumda bulunması, çok daha büyük bir tehlikenin çanlarını çalıyor olabilirdi. Nitekim öyle de olacak ve Lenin, Tolstoy ile ilgili görüşlerini bildirirken, DEVRİMİN AYNASI TOLSTOY tanımını kullanacaktı.
1862 yılının başlarında, Tolstoy dünya görüşünü az çok şekillendirmiş olsa da, özel hayatı halen daha bir karmaşa içindeydi. Bu da onun hassas ruhsal dünyasında bir alarm çalmasına yol açmış ve evlilik kararını gündeme getirmişti. 23 Eylül 1862’de Moskova’da eski dostlarından bir doktorun kızı olan Sofya Andreyevna Bers ile evlendi. Kendinden yaşça çok küçük olan Sofia, henüz on altı yaşındaydı. Tam 15 yıldır düzenli olarak tuttuğu günlüğünü, düğünlerinin hemen evvelinde eşine okutan Tolstoy, ona karşı her anlamda dürüst davranmak ve tüm geçmişini anlatarak, arınmak istiyordu. O artık tertemiz ve yenilenmiş bir Tolstoy olarak, hayatının ikinci kısmına başlamaya hazırdı.
Kumarı, eğlence hayatını ve eğitim etkinliklerini bıraktı. Aşırılıktan uzak sakin bir yaşam istiyordu. “Hiç böyle aşık olacağımı düşünmemiştim, ben bir deliyim. Böyle devam ederse intihar edeceğim.” diyerek sevgisinin büyüklüğünü ifade eden Tolstoy, evlendikleri andan itibaren, Sofia ile yaşamlarını anlatan günlükler yazmaya başladı. Aynısını eşi Sofia Tolstoy da yapıyor ve günlüklerini birbirlerine okutuyorlardı. On beş mutlu yıl, kelimelerin de şahitliğinde su gibi akıp gitti. Bu sürede tam on üç çocuk dünyaya getiren Sofia, eşine ilk günkü kadar âşıktı ancak Tolstoy’un ruhsal buhranları başlamış ve daha derin arayışlara yönelmişti…
İçinde bulunduğu ruhsal bunalımdan çıkmanın tek yolunun, halkın sorunlarıyla uğraşmak olacağı inancındaydı. Bu yıllarda kaleme aldığı kitaplarında ele aldığı köylü yaşamı konusu, bunun en önemli kanıtlarından sayılabilir. Ancak bunların dışında, Tolstoy’un baş yapıtı olan eserin tohumları da atılmaya başlamıştı. 1863 yılında başlayıp baldızı Tanya’ya yazdırarak tamamladığı Savaş ve Barış tam altı yıl sürdü. Günde sekiz hatta on saat süren uzun çalışma saatleri Tolstoy’un ruhunu hırpalıyor ancak ortaya muhteşem bir eser çıkıyordu. Romanın defalarca düzeltmesini yapan eşi Sofia da, Tolstoy’un asistanlığını yaparak ona destek oluyordu. 1869 yılında o muhteşem eser tam olarak hazırdı.
SAVAŞ VE BARIŞ…
Hugo’nun Sefiller adlı eserindeki gerçekçiliğinden ve savaş sahnelerinin detaylı anlatımından esinlenen büyük ustanın; babası Kont Nikolay Tolstoy’un da Rus Saflarında Napolyon ordularına karşı savaştığı yılları yazdığı kitabı, Fransızca diyaloglarla başlar. Sanki Fransız ordusunun Rusya’yı işgalinden çok daha önce kültürel işgal başlamıştır. Romanın kahramanları, biri hariç, soylu ve zenginlerden oluşur. Hemen hepsi kendi kültüründen uzak, gösteriş için Frasızca yazan ve konuşan, Batılılaşma heveslisi insanlardır. Yönetici kadrolar, varlıklı toprak sahipleri, soylular, güç sahibi insanların hepsi çürümüş bir düzen içinde yaşadıkları için, Rusya’yı tehdit eden tek unsur Napolyon değildir. Yaklaşık yirmi yıllık bir dönemi anlatan, 600 civarında yan karakter, on kadar da ana karakter içeren kitapta, onca insanın ölmesine sebep olan SAVAŞ ile balolar ve partilerle süslenip sorgulanması gereken BARIŞ kavramları irdelenir. Yazar, bu romanda iki görünümde kendini ortaya koyar. Ün ve başarı kazanmak isteyen ama eylemlerinde hayal kırıklığına uğrayan Prens Bolkonskiy; kaderciliği, boyun eğişi, Tanrı’nın iyiliğine inancı, yaşamın anlamını köylü Platon Karatayev’den öğrenen duygusal ve çekingen Piyotr Bezuhov.
Savaş ve Barış, çok ses getirmiş ve toplumun her kesiminin dikkatini çekmişti. Ancak ne var ki, Tolstoy’u yıldan yıla artacak bir ruhsal bunalım bekliyordu. Varlığın manasını anlama çabasıyla bir süre Optima Manastırı’na kapandı. İlahiyatçılarla sürdürdüğü tartışmaları sonucunda, yeni bir çıkarım yapmış ve Hristiyanlığın özünün sadece sevgi olduğu görüşünü benimsemişti. Buna göre şiddete karşı şiddet ile cevap vermek Hristiyan inanışında olamazdı. Gerçek bir Hristiyan sevgisizlikle direnç gösteremezdi. Tolstoy, bu yasaya uygun yaşamayan herkesi ve özellikle okumuşlar sınıfını suçladı. Yeni Ahit’in özüne bağlı kalarak kendi arayış serüvenini sürdürdü.
1873 yılında, ikinci büyük romanı olan Anna Karenina’yı yazmaya başladığında, karısı kız kardeşine yazdığı mektupta olayı şöyle anlatmıştı: “Dün Leo birden Çağdaş bir roman yazmaya başladı. Konusu sadakatsiz bir kadın ve ilişkisinin ardından yaşanan trajedi üzerine.” Dönemin Rusyasını ve aristokratik çevreyi muazzam bir kurgu içinde anlatırken, sadakatsizlik konusuna bakışını ve bu konudaki ahlaki yaklaşımını da, aldatan kadını ölümle cezalandırarak bir anlamda belli ediyordu Tolstoy… Kitaptaki Anna karakterine ilham kaynağı olan kişinin, Rus yazar Puşkin’İn büyük kızı olduğu iddiası hâkimdir. Anna Karenina, büyük yaptırımlara maruz kalacağını bilse de, evli olduğu halde bir başka adama âşık olan aristokrat bir hanımdır. Sevdiği kişi uğruna vazgeçemeyeceği hiçbir şey yoktur; oğlu dışında… İki erkek arasında kalan bir kadın formülü uygulanıyor gibi gözükse de, kurgu çok daha karmaşık ve travmatikdir. Aşk ve emek arasında sıkışan ana karakterin, vicdanı ile baş etmeye çalışırken delilik aşamasına giden içsel yolculuğu aktarılır okuyucuya…
Anna Karenina’yı bitirince, yoğun çalışma saatleri ve derin düşünce tufanları sonrasında, Tolstoy yeniden bir ruhsal çöküntünün eşiğine geldi. Romanını yazdığı dönemde üç çocuğunu da peşi sıra kaybetmiş ve içindeki boşluk daha da ivme kazanmıştı. İntihar çanları çalıyor olsa da yüreğindeki güçlü inanç, onu bu korkunç sondan uzaklaştırıyordu. Bu dönemde yazdığı deneme yazıları, Tolstoy’daki değişimi açıkça gözler önüne sermekteydi. Bağlı olduğu sosyal sınıfın ahlak anlayışı ve yaşam tarzından adım adım uzaklaşıyor; mistik bir ruh haline geçiş yapıyordu. 1880’den sonra, Ortodoks Kilisesi’ni, Hıristiyanlık’taki ölümsüzlük düşüncesini ve her türlü siyasal iktidarı yadsıyan, kendine özgü bir Hıristiyan anarşizmi geliştirmeye yöneldi. Mülkiyetin zorla elde edildiğini düşündüğünden, özel mülkiyete karşı çıkıyordu. Dönemin çarlarına mektuplar gönderip mutlakıyet yönetimindeki baskı ve başına buyrukluğu eleştirdiği için, bir ara akıl hastanesine yatırılması bile düşünülmüştü ancak uluslar arası ünü sebebiyle gerçekleşmedi. 1884 yılında kaleme aldığı İNANIM NEDİR? adlı eserinde, pek çok insanı etkilediği, hem kilise hem de devletin karşı çıkmasına neden olduğu, kökten öğreti TOLSTOYCULUK akımının alt yapısını açıkladı.
1886 yılında kaleme aldığı “İvan İlyiç’in Ölümü” isimli eseri, Tolstoyculuk akımında ölüm kavramına bakışı ve mülkiyet kavramının hangi noktada anlamasızlaştığını anlatmak bakımından son derece önemli bir yapıttı. Tolstoy’un Paris’te bulunduğu dönemde giyotin ile idam edilen bir adamın infazına şahit olması, onun ölüm anında maddenin hiçleşmesi duygusunu keşfetmesine sebep olmuştu. Tolstoy, ölüm konusunda filozofların ve peygamberlerin görüşlerini inceleyip hayatın metafizik boyutuyla anlam kazanacağı düşüncesini savundu. Ona göre, erdemli kişi başkalarına iyilik yapmakla gerçek anlamda insan olabilirdi. Kitabındaki kahramanı İvan İlyiç de, tüm hayatı boyunca mevki ve güç sahibi olabilmek için çırpınmış ancak pis bir hastalığa yakalanınca çaresizliği ve ölümü sorgulamaya başlamış bir karakterdi. Tolstoy, hayat ve ölüm ikilisini muazzam bir felsefi yaklaşımla okurlara aktarmayı başarmıştı.
1889 yılında yazdığı Kroyçer Sonat’ta, cinsel içgüdüye karşı girişilen bedensel hazlardan kaçınma mücadelesini işlemiş ve hemen ardından on beş yıllık çalışması olan SANAT NEDİR’i yayımlamıştı. Kuramsal yapıtları arasında en dikkat çekicilerden biri olan bu eser, sanat, sanatçı ve sanat eleştirmenlerini mercek altına aldığı için, evvelinde Rusya’da sansüre uğrasa da, sonrasında İngiltere’de sansürsüz haliyle basıldı.
1899’da ise, son büyük romanı Diriliş okurlarına kavuşmuştu. Bu kitaptaki ana konu, soylu sınıftan Nehliyudov tarafından baştan çıkarılıp terk edilen Katyuşa Moslova adlı yoksul bir genç kızın yaşadıklarıydı. Yıllar sonra haksız yere hırsızlık ve cinayetle suçlanan Katyuşa’ya mahkemede rastlayan Nehliyudov’un, onu kurtarmak için verdiği amansız mücadele ön planda tutulurken, romanın ilk sürümünde çiftin evliliği ile kitap bitiyordu. Ancak sonraki sürümünde, Katyuşa’yı devrimci bir gençle yakınlaştırıp, Nehliyudov’u İncil okumaya yönlendiren bir son yazmış olsa da, 24 Şubat 1901’de, Yüksek Kilise Meclisi tarafından sapkınlık ve ateizmle suçlanarak aforoz edilmekten kurtulamadı.
1905’te Rus- Japonya Savaşı başladığı sırada Tolstoy, Çar 2. Nikola’yı yüz binlerce genci, sebepsiz yere ölüme sürüklediği için suçladı. Oldum olası Çarlık rejimi ile yıldızı barışmayan Tolstoy için, artık son dönemece girilmişti. Hem Hıristiyan otoriteleri hem de ülke yönetimince istenmeyen adamdı artık… Oysa halk için bir azizden farkı yoktu; çünkü o halkı için çalışıyor, onlar gibi giyiniyor, sahip olduğu varlıktan ve içinde bulunduğu aristokratik zümreden utanıyordu. Tek hedefi, arkadaşı Çertkov ile birlikte Tolstoyculuk akımını yaşamak ve yaşatmaktı. Mal varlığını köylülere dağıtmak istiyordu ve tabii son nefesine kadar doğru, ahlaklı, mükemmel insan olarak yaşayabilmek… Ancak eşi ve yakınları bu konuda onunla hemfikir değildi. Özellikle eşi Sofia çocuklarının geleceğini düşünüyor ve mal varlıklarının dağıtılmasını istemiyordu. Öyle ya, tam 48 yılını verdiği hayat arkadaşı ve on üç evladının babası, beraber inşa ettikleri bir tahtı, neden varisleri olan çocuklarına bırakmayacaktı ki.. İşte bu bakış açısı farklılığı, ailesiyle arasının açılmasına sebep oldu. 22 Temmuz 1910’da, 3 şahit huzurunda yazdığı vasiyetname ile bütün eserlerini dert ortağı olan kızı Aleksandra’ya bıraktı. Evi terk etmeye karar veren Tolstoy, gece saat dört civarında eşine bir mektup yazdı. Mektupta şunlar yazıyordu:
“Gidişim sana acı verecek, üzgünüm, bana inan ve başka türlü yapamayacağımı anla. Benim evdeki durumum çekilmez dive çekilmez oldu. Öteki nedenlerin yanı sıra, şatafatlı koşullar içinde, eskiden olduğu gibi yaşamayı sürdüremedim ve benim yaşımdaki ihtiyarların göreneğine uyarak dünyayı terk edip yaşantımın son günlerini sessizlik ve yalnızlık içinde geçirmek istedim.
Bunu anlamanı ve nerede olduğumu öğrenecek olursan gelip beni aramamanı yalvararak rica ediyorum. Senin gelişin sadece ikimizin de durumunu kötüleştirir ama benim kararımı değiştiremez.”
Mektubu okuyan Sofia adeta çılgına dönmüştü ve kendini göle atarak intihara teşebbüs etti. Tolstoy ise, bulunduğu çağa göre neredeyse canlı yayın bir kaçış sergileyecekti. Her adımı, her hareketi büyük bir basın ordusu tarafından takip ediliyordu. Tolstoy, daha Astopova’ya vardığında, gazetelerde onun evden kaçtığı haberi çıkmıştı bile… Tolstoy’un rahatsızlığı artınca, Astopova’da Dr. Duşan tarafından gar şefinin dairesine yatırıldı. Durumunun iyi olmadığı haberini alan eşi Sofia, trenle Tolstoy’un yanına geldi ancak onu içeri almadılar. Şuurunu yitirdiği anda Sofia’yı içeri kabul ettiler ancak artık çok geçti. Yıllar sonra kızı Tatyana Tolstoy, anılarını anlatırken o an için şöyle yazacaktı:
“Annem yaklaştı, baş ucuna oturdu ve üstüne eğilerek ona veda etti ve suçlu olduğu her şey için bağışlanmasını yalvararak sevecenlik dolu ve gönül okşayıcı sözcükler mırıldandı. Aldığı tek yanıt, birkaç derin iç çekmeden ibaretti.”
Zatürre teşhisiyle Astopova Tren İstasyonunda tedavi gördüğü sırada, 4 Kasım gecesi, son bir defa daha kendine geldi ve iç çekip “Peki ama köylüler nasıl ölüyorlar?” diye sordu. Bu ölümsüz adama ölüm ancak 7 Kasım 1910’da ulaştı.
Ardında onlarca roman, öykü, tiyatro oyunu, deneme yazısı, kuramsal kitap, masal ve sayısız günlük bırakan Tolstoy, değeri gün geçtikçe artan bir yaklaşımla okunmaya, araştırılmaya, yaşatılmaya devam etmektedir…
KAYNAKÇA: EDEBİYATIN DAHİLERİ PROGRAMI