Trança Al!
Dün takık günlerimden biriydi.
“Balık” diye tutturdum.
Sembolik olandan değil, bizatihi mideye giren lokma cinsinden ‘balık’.
Balıkçı ya gittik, adam tutturdu, “trança al” diye.
Dedim, “hayatta sokmam o sıcak suların ruhsuz nevalesini evime”.
Üstelik çiftlik.
“Çiftlik ama organik abi! Sen bunu al”
Almam dedikçe bastırıyor “al bunu”.
Norveç somonu, bir koca fileto versen?
“Kilosu 70 lira”
Yuh! Ne zaman oldu?
“Trança al sen”
Kalkana bak, maşallah … !
“Hiç sulanma, 100 lira”.
Levrekler olta mı?
75.
Şu karaktersiz fener?
45.
Bu fener balığı denen şerefsiz, gerçekten karakter yoksunu bir varlıktır.
“Bir devirde inek idim, saman yerdim; insan oldum fener yedim” diye bir şarkı vardı zamanında.
Bizanslı balıkçılar söylerdi, siz yetişmediniz o günlere…
Kaderi diplerde sürünmek olan insanların halini anlatmak için meyhanelerde söylenirdi.
Sonra, aynı besteye Müslim “İtirazım var” diye cover yaptı affedersin.
Kokmaz, bulaşmaz bir şeydir bu fener.
Adını sorsan, “fe nerrr” diyemez de, sana senin adını fısıldar.
Etini neyle pişirirsen, onun tadını alır.
Öyle ki, şu alemin kabağı bile, fener ile pişerse balığa lezzet katar.
Yanına biraz yeşil, biraz kırmızı biber, iri dilimlenmiş soğan, tane karabiber, mantar, taze zencefil, erik kurusu ile sote edersen, anca arada kaynar gider…
45 lira dedi namussuz, tepem attı.
Neyse, biraz ileride deniz kızı gibi uzanmış kırlangıçla göz göze gelince, ruhum şenlendi.
İşte derya kuzusu bu!
Bunu alacaksın, kelleden özel paça çorbası yapılacak, ama maydanoz mutlaka konulacak. Karabiber, defne, kereviz sapı… Piştikten sonra bir gün bekle, kalan etleri de katarsın. Balık çorbasının püf noktasıdır bir gün bir gece bekletmek.
Sonra üstüne sirke, sarımsak….
Kellenin dışında kalan evrensel gerçeklik başka bir şey. Onun da bir bölümünü karalahana ile sarıp, dolma yapacağız, bir bölümü kızaracak, kalanlar da çorbaya.
“65 lira… Sana trança vereyim, dolaşma buralarda”
“Lipsos alayım” çevirdim dümeni.
Hem lipsos alırsak Oktay abimin de kulakları çınlar…
Ne güzel pişirmişti bize, Bergama’da.
Bir tencereye bütün lipsos’u (adabeyi) koydu.
Üstüne yarım bardak zeytinyağı.
Kapattı kapağını.
Biraz sonra açtı, az tuz … yumulduk.
“Abi sen şu trançayı bir denesene”.
“Peki” dedim, teslim oluyorum.
Halbuki Oktay bana hep derdi “alçaklığa teslim olma” diye.
Boş bulunduk işte!
Geldik eve, fırın 120 derecede hazırlandı. 40 dakika pişsin, ağır ağır…
Öylece girdi içeri, ne sos, ne tuz, ne limon.
Görelim bakalım, karakter ne seviyede.
Üç çiğ kereviz rendelendi, bir avakado, üç diş sarımsak, biraz acı hardal, sirke, zeytinyağı, iki dilim kırmızı soğan, biraz gübecikten kereviz yaprağı, iki mandalin suyu.
Parmaklarınla iyice yoğuracaksın kerevizleri.
“Mayonez koymak istiyorum” diye kendini yırtanlara engel olmayın, yakışır.
Bu salatamız, trança fırında daha.
40 dakika geçti, fırından ilk koku sızdı.
Hanımdan ilk tepki şu “bu balık sazan koktu”.
Hakikaten sazan gibi kokuyor.
Ömrü çamur deryasında geçmiş de, bize gelmeden önce silkelenmiş.
Koca trança sofraya geldi.
Kabuk sıyrıldı (sazan gibi).
Üstüne iri taneli imranlı (Sivas) tuzu serpildi.
Halis sızma zeytinyağından gezdirildi…
Nafile …
Löp et var, gerisi boşluk.
Tabaktakiler geri toplandı. Salatanın kalan sosuna batırılıp, bekletildi.
On dakika sonra, o sos içindeki tırtıklandı.
Oldu mu? Olmadı!
Bizim kediye verdik, yedi mi?
Yemedi.
Ne varsa soğuk su balığında var, zaten dünyayı da soğuk su balığı yiyenler döndürüyor.
Alçaklığa teslim olmayacaksın.
Yoksa, seni kereviz bile kurtarmıyor.