Tunalı Hilmi ve İzmir’in Zenginleri
Tunalı Hilmi…
Bu ismi duyduğunuzda aklınıza hemen Ankara’nın o meşhur “Tunalı Hilmi Caddesi” gelir değil mi?
Tunalı Hilmi, şöhret bağlamında adının verildiği caddenin gerisinde kalmış ne yazık ki…
Oysa araştıranlar görecektir; çok değerli bir şahsiyettir Tunalı Hilmi…
1871 yılında doğduğu (Bulgaristan’da) “Eskicuma”, Tuna nehri kıyısında olduğu için, Hilmi Bey “Tunalı” lakabıyla anılmıştır hep…
Jön Türk ve Türkçülük hareketinin önde gelen isimlerindendir.
Atatürk devrimlerinin önünü açan birçok kanun teklifinin ve önergenin altında hep imzası vardır.
Türk dilinin; kadın, işçi, köylü haklarının savunulmasında hep bir nefer olmuştur…
Cumhuriyete giden yolda çok önemli görevler üstlenmiş, her üstlendiği görevi de başarıyla yerine getirmiş gerçek bir aydındır…
Hatta görkemli bir heykeli bulunur Tunalı Hilmi’nin, adaşı caddenin girişinde, Kuğulu Park’ın içinde…
***
Bu girişin ardından Tunalı Hilmi’yi anlatan bir yazı okuyacağını sananlar yanılıyorlar…
Çok çarpıcı bir belgeye ulaştım, Mevlüt Çelebi’nin “İzmir Gazi Heykeli” [1] isimli kitabını okurken…
“Bir daha İzmir’in ekonomik gidişatını sorgulayan yazı yazmayacağım” demiştim ama fikrimi değiştirdi ulaştığım bu belge…
***
Tunalı Hilmi 1924 yılının Ağustos ayında İzmir’in zenginlerine ve kanaat önderlerine yönelik bir mektup yazmış…
Ama ne mektup!
Son derece kibar bir dille öyle bir fırça çekmiş ki İzmir’in zenginlerine…
Mektubun öyküsüne geleyim.
İzmir’i kurtarırken şehit düşen askerlerin anısına Halkapınar ve Bornova’ya yaptırılacak şehitlikler için komisyonlar kurulmuş…
1924 yılında Halkapınar’daki şehitliğe küçük bir abide dikilmiş…
Aynı yıl Zonguldak milletvekili olan Tunalı Hilmi beş günlüğüne bir İzmir ziyaretinde bulunmuş ve bu abideyi ziyaret etmiş…
İzmir’den ayrıldıktan sonra da İzmir’in zenginlerine, kanaat önderlerine hitaben, dönemin Ahenk Gazetesi’ne zehir zemberek bir mektup göndermiş…
Şöyle yazıyor mektubunda Tunalı Hilmi: “…Güzel İzmir’imize yaptığım beş günlük ziyaretlerin sonu Halkapınar Şehitliği’nde Fatihalar okumak oldu. Ruhum okurken, gözlerim karşımdaki bir iki arşın boyundaki abideciğe değil yere dikildiler, yumuldular. Bu bütün varlığımın utanmalara boğulması demekti… ”
Koca İzmir’in zenginlerinin bir araya gelerek “abide” diye sergiledikleri yapının basitliğini eleştirdikten sonra “fırça çekmeye” devam etmiş Tunalı Hilmi…
“…Dumlupınar’dan fışkıran Türk kanı sanki Halkapınar’dan coşkun coşkun akarak düşmanı, düşmanları boğmuştur. Sizi de kurtarmıştır. Ey güzel İzmir’in çocukları! 9 Eylül’ünüz huzurunda şükran borcunuzu bu bakıma göre de “o gün” ödeyiniz. Selam. (Zonguldak Mebusu Tunalı Hilmi)…”
Bu mektubun yayınlandığı Ahenk Gazetesi’nin başyazarı Mehmet Şevki Bey de destek vermiş bir başyazıyla Tunalı Hilmi’ye.
Tunalı Hilmi’nin ardından bir de Mehmet Şevki Bey yüklenmiş İzmir’in zenginlerine…
***
Tunalı Hilmi’nin mektubu gerçekten soğuk duş etkisi yaratmış İzmir’in önde gelen isimlerinin üzerinde…
Kamuoyuna karşı mahcup olmuşlar…
“Yahu Tunalı Hilmi haklı, bütün İzmir bir araya geldik dike dike bu minik abideyi mi diktik?” demeye başlamışlar…
Ve bu mektubun sonucunda İzmir’in kazanımı ne olmuş biliyor musunuz?
Saat Kulesi’nden sonra şehrin sembolü kabul edilen Pasaport’taki Gazi Heykeli…
İzmir Gazi Heykeli’nin öyküsü işte bu mektupla başlamış.
Yani Tunalı Hilmi zamanında bu mektubu kaleme alıp İzmir’in zenginlerine o fırçayı çekmeseymiş belki bugün o meydanda o görkemli heykel olmayacakmış…
Keşke İzmir’in tarihini bilen bir belediye başkanı bu meydana açılan caddelerden birine Tunalı Hilmi’nin adını verseymiş…
Neyse…
***
Tunalı Hilmi 1924’te açık açık söylemese de İzmirli zenginlerin ceplerinde akrep olduğunu ima etmiş.
Günümüzde durum farklı mı?
Otuz yıl önce, gazeteciliğe yeni başladığımda İzmir’in en önemli 10 işadamını say deselerdi sayacağım isimlerle bugün saymaya kalksam aklıma gelecek isimler aynı…
Belki tek tük birkaç yeni isim eklenmiştir; hepsi o.
Ama sağdan sola, soldan sağa saymaya kalkarsak hep aynı kişiler, aileler.
Yeni zenginler üretemedi İzmir.
Yeni jenerasyon da, ne yazık ki babalarının girişimlerini büyütemedi…
Bilakis, sanayi yatırımlarından çekilen, mekânlarını kiraya vererek rant ekonomisine dönenler oldu İzmir’de.
Dikkat edin, ne İstanbul’da ne de Ankara’da, iş merkezlerinde bu kadar çok kiralık ve satılık ilanına rastlayamazsınız.
Bu gözlem bile birçok şeyi anlatmaya yetmiyor mu?
***
Yıllar önce bir TÜSİAD Yönetim Kurulu Üyesiyle röportaj yapıyordum.
Konu dönüp dolaşıp İzmir’e gelmişti…
Eh, serde doğma büyüme İzmirlilik var, göğsümü gere gere İzmir’in anlı şanlı işadamlarını saydım.
Gülümsedi görüştüğüm o “çok meşhur” işadamı; sordu :”Uğur Bey, bana özel uçağı olan bir tane İzmirli işadamı söyler misiniz?”
Bir anda çakıldım, yutkundum…
Yoktu çünkü…
Bugün var mı, inanın bilmiyorum…
***
Konak’ın en merkezi yerinde Dokuz Eylül Üniversitesi Sabancı Kültür Merkezi bulunur…
Nur içinde yatsın, Sakıp Ağa’nın İzmir’e bir hediyesidir o güzel kompleks.
Müteşekkiriz; ama ne zaman önünden geçsem “Burada İzmirli bir işadamının adını taşıyan bir yer olamaz mıydı?” diye düşünürüm ben…
***
Bir ara İzmirli işadamları “az olalım öz olalım” zihniyetini terk etmeye niyetlenmişti.
Bu düşünceyle güçlerini birleştirerek holdingler, büyük şirketler kurmuşlardı.
Hepsi yok oldu, yıkıldı gitti.
Üretilen artılar ise yabancılara satıldı, yine rant ekonomisinin tatlı yüzü kazandı.
TANSAŞ, KİPA zamanında kimindi?
Güçbirliği Holding, EGS Holding vs. ne oldu?
Beceremedik, başaramadık…
Bugün İzmir’in (haydi dünya çapında demeyelim ) tüm Türkiye’de “pazarın lideri” konumunda kaç markasını sayabilirsiniz?
***
İzmir’in hak ettiği konumda olmamasını iklimine bağlayanlar vardır…
Akdeniz ikliminin aşıladığı “dolce vita” yaşam tarzını gerekçe olarak gösterenler de vardır.
Katılmam mümkün değil bu teze.
Bilakis, Akdeniz insanı çok çalışkandır; güneşle birlikte kalkar işine koyulur bu coğrafyanın insanı.
Ama biz bu kültürün işimize gelen yönlerini ithal ve adapte etmişiz gündelik yaşamımıza.
Haziran ayından Eylül ayına kadar yazlık ev sevdasıyla, Çeşme saplantısıyla hafta içi çalışma günlerini dörde düşüren iş aleminden ne kadar randıman beklenebilir ki?
Yılın dört ayı motoru rölantiye alınmış bir otomobil geri kalan sekiz ayda bu açığı ne kadar kapatabilir ki?
***
Değerlerine sahip çıkamıyor, kaybediyor İzmir…
Yaşanan beyin göçü de bunun ispatı.
2009’da 89 bin kişi ayrılmış İzmir’den…
2011’de bu rakam 101 bini geçmiş…
Ama düşündürücü olan aynı zamanda İzmir’in çok göç alan bir şehir olması…
Bir taraftan kendi yetiştirdiği, eğitimli, vasıflı nüfusu giderken diğer taraftan, başka şehirlerden “ne iş olsa yaparım abi”ciler dolduruyor İzmir’i.
Türkiye İstatistik Kurumu’nun verilerine göre (TÜİK) İzmir’de işsizlik oranı yüzde 15.
İzmir rekortmen değil henüz, ama işsizlik bağlamında ülke ortalamasının 5 puan üstünde.
***
Tam okumakta olduğunuz yazıyı kafamda kurgularken bir dostumla buluştuk; kahve içtik…
İngiltere’de tekstil mühendisliği okuduktan sonra İzmir’e döndü dostum.
Uzun yıllar bir şeyler yapmaya çabaladıktan sonra “İzmir’de bir yere gelemeyeceği” gerçeğiyle yüzleşip ayrıldı şehirden.
Şimdi Türkiye’nin çok büyük tekstil şirketlerinden birinin ihracat departmanında yöneticilik yapıyor.
Altını çiziyorum, en büyük şirketi değil çalıştığı kurum, “büyük”lerden sadece bir tanesi…
Bana görev yaptığı kurumda yaşadıklarını anlattı.
Anlattıklarını dinlerken, yıllardır savunduğum tezlerin bir kez daha sağlamasını yaptım usumda.
***
Cüzdanından şirket adına çıkartılmış kredi kartını gösterdi.
“Sen sürekli yurt dışına gidiyorsun, dünyanın binbir türlü hali var; garanti olsun yanında bu kart” demişler.
Limiti 90 bin TL…
Ağzım açık kaldı…
Devam etti anlatmaya…
Can güvenliğinin fazla olmadığı bir ülkeye gitmiş yönettiği pazarlama departmanının bazı elemanları…
“Kuruma yük olmasın” diye hava limanının yakınındaki lüks otellerden birinde değil de, şehir merkezindeki nispeten daha ucuz bir otele yerleşmişler.
Ve kurumun menfaatlerini koruyacağım derken patrondan azar işitmişler dönünce…
Ama patronun yaklaşımına bakar mısınız?
“Ben size hep ‘önce güvenliğiniz’ demiyor muyum? Neden gittiniz riskli bir bölgede kaldınız? Otelin ücretini düşünmek size mi kaldı?
“Vay be” dedim dinlerken, demek böyle patronlar da var(mış)…
***
Dostum her hafta başka bir ülkeye gidiyor müşteri ziyaretleri kapsamında.
Bir anısını anlattı…
Bir gezide İzmir’den bir meslektaşıyla buluşmuş.
Türkiye’ye döndükten sonra aramış hal hatır sormak için.
Bizim İzmirli “İki gündür harcırahı kapatmak için uğraşıyorum, iki euroluk masraf için bile belge istiyorlar, daha bitiremedim listemi” yanıtını vermiş.
Gülüyordu dostum bu anekdotu aktarırken: “Biz, masraf listemizde temel harcamaların yanına fatura numarasını yazar paraf atar geçeriz. Kimse bizden kuruş kuruş döküm istemedi şimdiye kadar.”
İzmir’in yurt dışı gezilerinde, umumi tuvalete bile gidilse masraf listesine işlenmesini isteyen bazı patronları geldi.…
Çalışana, potansiyel “götürücü” bakış açısıyla yaklaşanlar…
Mantaliteler arasındaki uçuruma bakar mısınız?
***
15 Temmuz olayları esnasında ekibinden bir grup pazarlamacı İtalya’da mahsur kalmış, Türkiye’ye dönemiyormuş.
İki gün beklemişler, patron “özel uçağı hazırlatın, gidin çocukları alın” talimatını vermiş…
Üçüncü gün dönebilmişler, gerek kalmamış…
Deprem olduğu sırada dostum Afganistan’daymış.
Durumunu soranlara iyi olduğunu bildirmek için bir email göndermiş…
Bir saat sonra telefon, telefonda patronu…
Bizzat patronu arayıp bir ihtiyacı olup olmadığını sormuş…
Yine dostum anlattı, kurumun pazarlama biriminde çalışanlara tanıdığı özel bir örtülü ödenek varmış.
Yeni başlayan pazarlamacılar müşterilerine yüz dolara, kıdemliler ise 300 dolara kadar yemek ısmarlama imtiyazına sahipmiş.
Hatta 100 dolara kadar şarap bile açtırabiliyorlarmış müşterileriyle yemeğe çıktıklarında.
Ve yine holding bünyesinde kimin bir yakını vefat ederse 60 kişilik bir yemek ya da yemek çeki anında personele ulaştırılıyormuş…
***
Dostum bu holdingin CEO’su veya Genel Müdür Yardımcısı değil.
Sadece pazarlama departmanında bir üst düzey yönetici…
Hal böyleyken daha üst düzey çalışanlara sunulan olanakları siz tahmin edin.
Dostum, çalıştığı kurumun başarısının sırrını şöyle açıkladı…
“Biz kurumumuza güveniyoruz. Kurumumuz da bize güveniyor. Karşılıklı güven olunca, çalışan kendisini güvende hissediyorsa zihnini daha çok işine veriyor ve başarılı oluyor.”
Yani “kazandırayım ki kazanayım” diyebilen şirketler büyüyebiliyor…
Şeyh Edebali Osmanlı Devleti nin kurucusu Osman Gazi’ye öğüt verirken şöyle der “İnsanı yaşat ki devlet yaşasın”
Bunu büyük şirketler “Çalışanım kazansın ki ben de kazanayım” diye yorumluyorlar.
***
Tunuslu İbni Haldun “Coğrafya kaderdir” der.
İzmir, bu bağlamda kaderin “torpil yaptığı” bir şehirdir aslında…
Sadece coğrafya anlamında da değil, diğer alanlarda da imtiyazlıdır İzmir…
İzmir’de her şey vardır…
Doğa, güneş, tarih, kültür…
Para, yetişmiş işgücü, yatırım sahaları…
Olmayan şey, ne yazık ki vizyon!
Kurumsallaşma sorunu yaşayan özel sektör…
Kurumsallaşmak bir yana, aile şirketi anlayışıyla hatta aile şirketini de geçelim “şahıs firması” mantığıyla yönetilen işyerleri…
***
Dostumun çalıştığı holdingin başarısının sırrı aslında bizim neden başaramadığımızın yanıtı.
İşte bu noktada İzmir’in neden Türkiye Ekonomisi’ne hükmeden şirketler çıkaramadığı sorusunun yanıtıyla yüzleşiyor insan.
Keza bu şehirden ayrılanların neden ayrıldığı sorusunun yanıtıyla da.
Nasıl ki hiçbir başarı tesadüf değilse, hiçbir başarısızlık da tesadüf değil.
Ama gidişatı tersine çevirmektense ne yapıyoruz?
“Kral çıplak” diyene kızıyoruz.
“İzmir iyiye gitmiyor” diyenleri “Persona non grata” ilan ediyorlar…
Ben de bundan payımı alıyorum bazen açıkçası…
Ama umurumda değil; aydının misyonu sorgulamaktır, yağ çekmek değil.
Ben yine aynı savımın arkasındayım.
Tamam, güzel şeyler de oluyor İzmir’in ekonomisinde.
Ama diğer şehirlerle mukayese edildiğinde alınan mesafe pek anlam ifade etmiyor…
İzmir hala Türkiye’nin üçüncü büyük şehri, kabul…
Ama artık büyük balık küçük balığı yutmuyor; hızlı balık kazanıyor…
***
Bir şehrin gelişmişliği yerel medyasıyla doğru orantılıdır.
Ulusal gazetelerin eklerini saymazsak, İzmir’in özerk gazetelerinin esamesi okunuyor mu?
Bir televizyon kanalı patronaj tarafından, bir televizyon RTÜK tarafından kapatıldı.
Sırada bir televizyon daha varmış, duyuyorum “veda”ya hazırlanan.
Sorsanız “İzmirliler reklam vermiyor” derler.
İki televizyon kanalının Genel Müdürlüğünü yapmış birisi olarak asla kabul edemem bu savunmayı…
Bugün İzmir’de yerel medyanın yok oluşunun sebebi de kurumsallaşamamış olmaktır.
Bursa, Denizli hatta KKTC bile o kadar gazeteyi televizyonu yaşatırken İzmir’de durum buysa, bahane aramak değil gerçek sorunla yüzleşmek gerekir.
***
Sonuç olarak evrimden ötesi lazım artık bu şehrin iş dünyasına…
Devrim lazım…
Ama devrimler çilelidir.
Kordon’da gün batarken bira yudumlayıp “ne güzelsin ey İzmir” demekle olmuyor bu işler…
Eğer siz bilmem ne kadar para ödeyerek aldığınız cihazı kullanacak kişiye asgari ücreti layık görüyorsanız…
Eğer siz kurumunuzun yöneticisine sorumluluk verip yetki vermiyorsanız…
“Nasılsa ortalık işsiz dolu” diyerek yetişmiş personeli komik maaşlara çalıştırmakla kar ettiğinizi sanıyorsanız…
Üç kuruşun hesabını yapıp “mutsuz çalışanlar ordusu”yla zafer kazanmayı hayal ediyorsanız…
Kendinizi kandırırsınız ancak…
Büyük oynamak için büyük düşünmek lazım.
Büyük düşünmek de vizyonla mümkün…
“Azıcık aşım, ağrısız başım” mantığı rekabetin hem global hem de ulusal anlamda kıran kırana yaşandığı bir ekonomide geçerli olabilir mi?
Başının ağrıması riskini göze alamayan girişimci aşını büyütebilir mi?
Küçük hesaplarla “büyük işadamı” olunabilir mi?
***
Hiç düşündünüz mü büyük Atatürk neden İzmir İktisat Kongresi’ni 1923 yılında İzmir’de yaptı?
İzmir’in havası güzel diye değil herhalde.
Büyük önderin kurguladığı modern Türkiye’de İstanbul kültürün sanatın, Ankara bürokrasinin, İzmir ise ekonominin başkentiydi.
Atatürk İzmir’in ekonomide Türkiye’nin lokomotifi olacağını düşündüğü, bu fikre inandığı için İktisat Kongresi’ni İzmir’de yaptı.
Ama bugün bu idealin fersah fersah gerisindeyiz.
Ve İzmir İktisat Kongresi’nin ideali bugün ne yazık ki gerçekleşmesi asla mümkün olmayacak bir ütopya.
Kimi eleştirmek lazım peki?
Tunalı Hilmi’nin mektubunu anımsayın lütfen…