Turnalar
Hazreti Şah’ın avazı
Turna derler bir kuştadır
Asası Nil deryasında
Hırkası bir derviştedir
Altı üstü, bir minik dörtlüktür yazılmış olan.
Bir nefeste söylenip, geçilir sanki.
Öyle değil tabii…
Nefes bu, boru mu?[1]
Evet, konu nefes ve turna olunca, karşımızda duran sözcükler kümesinin bizi taşıyacağı bir yerler var demektir. Yolculuk vakti geldiyse, Abbas’a durmak yakışmaz, haydi bakalım toplayalım tası tarağı, yol bizi bekler.
Konuyu birbiri içinde ama ayrı üç eksende ele almak doğru olur, birincisi, biyolojik bir varlık olarak turna; ikincisi, kültürel bir varlık olarak turna; üçüncüsü de, ezoterik bir sembol olarak turna.
Biyoloji kısmına hızla bir girip çıkalım ki, konunun can sıkıcı tarafı geçip gitsin önümüzden zira turna’nın biyolojisine girdiğimizde önümüze çıkan cümleler, bilimsel verilerden kurulu, dizi dizi sabitlerdir.
Söz gelimi: Turnalar, taksonomik olarak gruiformes takımına ait kuşlardır, etçil ve otçuldur. Sulakalanlarda yaşarlar. Kuşlar içinde en çok leyleklere benzetilebilir. Güney Amerika hariç, Dünya’nın tüm bölgelerinde görülebilen 15 farklı türü bulunur; Türkiye’de ise iki tür turna vardır. Uzun mesafelerde hava akımlarını da kullanarak göç ederler, trakeleri göğüs kemiği içinde kıvrımlar yaptığı için, sesleri titreşimlerle çıkar ve çok uzak mesafelerden duyulabilir. Kanat açıklığı bir uçtan diğer uca 250 cm’yi bulabilir, yerden yükseklikleri de 150 cm dolaylarındadır.
Dişi ve erkek turnayı, dış görünüşlerinden ayırmak mümkün değildir, tek eşlidirler. Hatta, eşlerine olan sadakatleriyle kuşlar aleminde ünlüdürler (burası biraz pilumsel oldu amma).Turnaların üreme dönemlerinde yaptıkları kur dansları pek ünlüdür.
Nasıl? “Yetti bu kadar malumat diyorsak”, bir ara geçiş taksimiyle konumuza girelim.
Çoğu kültürde turna dansı olarak yapılan hareketlerin kökeni turnaların baharın gelişiyle yapmaya başladıkları kur hareketlerinin taklidinden ibarettir.
Bununla birlikte, konu farklı coğrafyaların kültürleri olunca, turna kimi zaman aynak kuşu ve flamingolarla da karışabilecektir, dolayısıyla o iki kuş hakkında da biraz gevezelik etmenin şimdilik kimseye zararı dokunmayacak gibi.
Gelenek koridorunda aynaklar (ibisler), flamingolar ve turnalar omuz omuza giderler. Biri Toth’a sembol olmuş, diğeri İdris’e. Kimi yerlerde aynaklara turna denmiş, kimi yerlerde de flamingolara allı turna…
Eski Mısır’ın kutsal kuşlarının başında adı üstünde kutsal aynak (ibis) kuşu Threskiornis aethiopicus geliyor. Kutsal aynaklar bizim nesli tükenmekte olan kel-aynaklarla akrabalar. Daha çok Afrika’nın Orta-Sahra bölgesinde bulunuyorlar. Fransa, İtalya, İspanya ve Avustralya gibi ülkelerde insanlar tarafından taşınıp konuşlandırılmış popülasyonları da var.
Aynaklar ağaçlarda, koloni halinde ürüyorlar. Sulakalanların çamur düzlüklerinde, su basar çayırlıklarda yaşayıp, balık, kurbağa, böcek ve küçük sürüngenlerle besleniyorlar.
Kuşun biyolojik hayatına dair bu kısa bilgiyi verdikten sonra, şimdi bir de konumuzla ilgisine bakalım. Mısırdaki aynaklarla ilgili Heredot şunları söylüyor: “…Arabistan’da bir yer var, Buto dolaylarına yakın düşer, kanatlı yılanlar hakkında bilgi toplamak için oralara gittim. Vardığım zaman yılan kemiklerini ve dişlerini gördüm, sayılamayacak kadar çoktular. Yılan kemiklerinin toplandığı bu yer bir çeşit boğazdır. Rivayete göre, ilkbahar geldi mi kanatlı yılanlar Arabistan’dan Mısır’a doğru uçarlar, buna karşılık bu boğazda onları bekleyen ibisler (aynaklar) Mısır’a girmelerine engel olur ve öldürürler. Mısırlılar bundan ötürü bu kuşa bu kadar saygı gösterirler. İbis şöyle bir kuştur: şaşılacak kadar karadır (Afrika’da şu an için altı aynak/ibis türü vardır, uzmanlar söz konusu aynağın Mısırlılarca bilindik ismi tepeli aynak (Comatibis eremita) olabileceğini düşünürler-SD).
Pençeleri turna pençesine benzer, gagası iyice kıvrıktır…[2]. Bu ifadeler nihayetinde tarihin dedikodu kumkuması Heredot’un dur, tevatürü boldur diye geçilebilir, ancak 16. YY’ın natüralistlerinden, botanikçi Prosperi Alpini’nin (Prosper Alpin) bölgeye yaptığı gezilerin kayıtları ilgi çekicidir. Alpini o dönemlerde (1581-1584) Mısırın doğa tarihi adında bir de kitap yazmıştır. Hazret kitabında kanatlı yılanlarla ilgili gözlem yapamadığını ancak bölgedeki halkın bu yılanların parmak kalınlığında ve palmiye dalı büyüklüğünde, sırtlarının ortasında bir çift kanatları olduğunu söylediklerini, çok fazla sayıda olduklarını bunlar yüzünden insanların o bölgelere seyahat edemediklerinden şikâyetçi olduklarını işittiğini aktarır. Eski dönemlere ait Mısır sikkelerinin üzerinde de bu kanatlı yılanlarla aynakların dövüşü resmedilmiştir[3].
Aynağın neden kutsal sayıldığına dair (kültürel ölçekte) anlaşılabilir bir gerekçe olabilir bunlar elbet.
Aynaklar, eski Mısır’da tanrı Toth’un simgesi olmuş. Toth daha sonra farklı isimler altında farklı inançlar ve coğrafyalarda var olmuş ve sembol kuşu da değişmiş doğal olarak.
İşte aynaklarla turnaların (ve flamingonun yer yer) omuz omuza birliktelikleri burada (Toth üzerinde) başlıyor. Aynak başlı Toth’a Anadolu’da İdris denmiş ve sembolü olan aynak da turna olmuş. Gariptir, bu turna benzetmesi bazı yerlerde flamingoya da, kuğuya da denk gelebiliyor. Turn (dönmek) ile turna arasındaki benzerliğin ses benzerliğini çok aşmıştır. Belirtmem gerek ki, turna ile dönme/devinme hareketi geleneğin içine iyiden iyiye yerleşmiş durumdadır. Anadolu danslarındaki turna halayı, kartal halayı, turna barı, turna semahı, kartal semahı gibi oyunlar kuşların adıyla anılıyor. Hepsinin ortak özelliği döne döne oynanması. “Çankırı’nın “Helisa” oyununda oyuncular birbirlerini kuşaklarında tutup dönerler. Rumca helix, vida, spiral, helezon manasındadır”[4].
Alevi semahları içindeki en çok bilineni Turna semahıdır. Turna semahı Alevilerin İdris Peygamber’e bağlılıklarının ve saygılarının bir ifadesidir[5]. Kimi Alevi kaynakları Alevilikteki turna kuşu sembolizmasının aslında İdris Peygamberi anlattığını kabul ederler. Bundan yola çıkarak da, Pir Sultan Abdal’ın “Hazreti şahın avazı/Turna derler bir kuştadır/Asası Nil deryasında/Hırkası bir derviştedir” deyişindeki Turna’nın İdris Peygamber olduğu düşünülür. Bu düşünceye göre “Asası Nil deryasında” diyerek Pir Sultan, İdris Peygamber’in mekânının Mısır olduğunu söyler.
“Eski Mısır” dendiğinde bir durmak lazımdır. Gelenek koridorunda, Mısır, Hindistan, Anadolu bağlantısının güçlü olduğu malum. Aynı “bilgi” bu koridorda taşınıp durur, ne kadar heyecan vericidir ki taşıyanlar da hep aynı karakterlerdir. Zaten bizim işimiz de biraz bu karakterler üzerinden (rehberliklerinde) içimize doğru bir kaç adım yaklaşabilmek değil mi?
İdris Peygamber’e yine döneceğiz ama bu arada Metin Bobaroğlu’ndan heyecan verici bir turna bilgisi aktarmak istiyorum. Bobaroğlu Kâbe’deki putları anlatırken şöyle der: “…alt kattaki 360 put kırılıyor, temizleniyor. Üst kattakiler baki… Muhammed üste bizzat kendisi çıkıyor. Bir asası var, ucu çengelli, Musa’nın asası gibi. Firavunlar da elinde tutar onu… O asayla gidiyor, El Lat, El Menat, El Uzza’yı indiriveriyor aşağıya. Atın bunları dışarıya diyor. Hurra atıyorlar. El Lah duruyor. (El Lah Kâbe’nin üst katındaki dört puttan biri). Şimdi bu üç tanesi kuğular, bir başka deyişle turnalar. Bizim Alevi geleneğinde turnalar diye söylenen, turnalar semahı, turna diye söylenen bu üç idoldür. Kalan El Lah putu eril, o duruyor. Sonra Hz. Ali, Muhammedin omzuna çıkıp El Lah putunu kırıyor. Geriye ismi kalıyor, İşte Kur’an’daki Allah ismi o… Putu yok ismi kalmış…”[6]
Peki, İdris Peygamber kim? Eski Mısırlılarca Toth olarak bilinen, Sümerlerin Ningşzidda adını verdikleri, Eski Yunanlıların üç kere yüce Hermes anlamında Hermes Trismegistus dedikleri, Zerdüştlerin Hürmüz dedikleri, Hıristiyanların Enok olarak tanıdıkları Hermes’i, Kur’an-ı Kerim de İdris Paygamber olarak tanır (İdris ile İlyas’ın bir olduğu da söylenir). Hermes eski Mısır’ın büyük ermiş-filozofu bir kişidir ve Antik Mısır Uygarlığına damgasını vurmuş bir mürşit (inisiyatör) olarak bilinir. Mısır’da bulunan milattan önce üç bin yıllarına ait yazmalarda Hermes’in “Tanrılar Dönemi” denilen bir dönemde yaşadığı söylenmektedir. Bu da onun en eski öğreticilerden olduğunu göstermektedir. Ona Hermes adını Yunanlı yazarlar vermiştir. İskenderiyeli Clément ve Asklepios’un eserlerinde ondan Hermes Trimegistes diye söz edilir.
Trimegistes, Üç kez bilge demektir. Fenikelilerin bir efsanesine göre de, Mısırlılar Fenike tanrısı Misor’un başına toplanıp ondan bir soy isterler, o da onlara yazıyı ve alfabeyi bulan tanrı Taaut’u verir. Taaut daha sonra Toth olur. Gördüğünüz gibi bu efsaneye göre hepsinin kökeni Fenike’dir. Bu işlerde kimin kökü nerede sorgulaması yapmak kadar anlamsız ve gereksiz bir şey olmadığının bilinciyle devam edelim. Hermes sözcüğü Ermes, Hermis ve Heramis biçimlerinde de söylendiği gibi Anadolu Türkçesine Ermiş olarak girmiş ve Tanrıya kavuşma halinin bir adı olarak benimsenmiş. Böylece batıni geleneğin önemli bir temel kavramı “ermiş” olmuştur. (Selanik’de çok zamanlardan beri çıkan bir yerel gazetenin adı Hermes – Ermis’dir. Ayrıca Girit’te de Hermes- Ermis adında bir lokanta var).
Hermes adının etimolojik kökeni hakkında farklı görüşler vardır. İbranilere göre Hermes’in asıl adı Hanok’tur ve bu sözcük “ders vermek” ya da “aydınlatmak” anlamına gelir.[7] Ders vermek anlamından da Arapça’da “drs” kökünden İdris adı türetilir.[8] Bu varsayımı kabul ederek ilerlersek; Platon yapıtlarında aritmetiğin, geometrinin, yazının ve diğer bazı bilimlerin kurucusu olarak Mısır tanrısı Toth’dan sözeder. Romalılar ise Hermes’e “Merkür” (Mercurius) ya da “Mercur Trismegistus” adını vermişlerdi. Cicero’ya göre Argos’u öldüren Merkür bu olay üzerine Mısır’a kaçmak zorunda kaldı ve Mısırlılara yasalar ve öğütler verdi. Mısırlılar da ona Toth adını verdiler.
Hadi bakalım, hani Fenikeliler daha önce koymuşlardı Toth’un adını? Ne yapalım tarih böyle bir şey.
Hermes’in öğretisi Antik Mısır’da Theb ve Menphis tapınaklarında halka kapalı ve yalnızca inisiye olmuş kendi üyelerine derece derece sunulmaktaydı. Bu öğreti üç temel üzerine inşa ediliyordu. Birincisi kavramsal olup akla hitap etmekteydi, ikincisi simgesel olup sezgiye, üçüncüsü mistik olup iç görüye ve iç deneyime hitap etmekteydi. Kavram, sezgi ve iç deneyim yoluyla kişi değiştirilip, yeniden doğuma ve yeniden yapılanmaya dönüştürülüyordu. Böylece herkesin bilmediği sırlara vakıf bir ermişler topluluğu oluşturulmuştu. Antik Mısır dili, İbrani ve Arabî diller gibi intentional dilleridir. Yazılırken sessiz harflerle yazılır, okunurken ise seslendirilir. Grek ve Latin dilleri ise ünlü ve ünsüz harflerle birlikte yazıya geçirilirler. Bu dil özelliğine bağlı olarak Yunanca’da Hermes diye yazılan, Mısır dilinde HRM diye yazılmaktadır ve Hiram diye ünlendirildiğinde Nurlanmış anlamına gelmektedir. Hiram, Fenike ve İbrani kültünde de Hermes,Hermis, Hiramus, Hermese, Hermesü-l Hiramise (Araplarda) diye de anılmakta ve literatüre geçmiş bulunmaktadır. Ra: Güneş, Işık, Nur anlamına geldiği için Hiram; Ra’ya ermiş, Nur’a kavuşmuş demektir.[9]
Hermes’in (ya da onun Romalı meslektaşı Merkür’ün) sembollerinden biri de kanatlı bir asaya dolanmış iki yılan Kadüs (caduceu) dür. Bu büyük habercinin sembolü olarak kullanılırmış eskiden. Tevrat’ta şöyle geçiyor: “…halk yolda sabırsızlanmaya başladı, Tanrı’dan ve Musa’dan yakınarak, “Çölde ölelim diye mi bizi Mısır’dan çıkardınız?” dediler, “Burada ne ekmek var, ne de su. Ayrıca bu iğrenç yiyecekten de tiksiniyoruz!” Bunun üzerine RAB halkın arasına zehirli yılanlar gönderdi. Yılanlar ısırınca İsraillilerden birçok kişi öldü.
Halk Musa’ya gelip, “RAB’den ve senden yakınmakla günah işledik. Yalvar da, RAB aramızdan yılanları kaldırsın” dedi. Bunun üzerine Musa halk için yalvardı. RAB Musa’ya, “Bir yılan yap ve onu bir direğin üzerine koy. Isırılan herkes ona bakınca yaşayacaktır” dedi.
Böylece Musa tunç bir yılan yaparak direğin üzerine koydu. Yılan tarafından ısırılan kişiler tunç yılana bakınca yaşadı.(Sayılar 21:8). Sonrası aslında biraz da bildik hikâyedir. Yahudiler bu yılanlı asayı (ya da direği) pek bir severler ve Musa’dan sonra onu da tapındıkları putlar arasına koyarlar. Ne zamanki Hizkiya Yahudi kralı olur, dikili taşları ve pek çok tapınım yerini parçalar bu arada Musa’nın yaptığı Nehuştan adındaki tunç yılanı da parçalar. Çünkü İsrailliler o güne kadar ona buhur yakıyorlardı. (2 Krallar 4).
Muhtemeldir ki yılanla sarılı asa Mısır’dan Musa ile birlikte Mezopotamya’ya taşındı. Oradan da Yunanistan ve Roma. Merkür’ün sembolü olduğunda Kadüs’ün bir çift kanadı da olmuştu. Aynı zamanda ölümsüzlüğü de sembolize eden Kadüs, simyacıların dünyasında kullanıldığı gibi, diğer pek çok inisiyetik öğretide kullanılan bir semboldür.
Ya asa?
Asa, sütun, kılıç, balta gibi tipik bir “eksen” sembolüdür. Merkezden çıkışa giden yolu gösterir. Bir sürecin rehberi gibidir asa. Dolayısıyla elinde asa olan yolu gösteren sayılır ve önde olur (olması gerekir). Bandolarda elinde asa olan kişiye majör denir ve bandonun önünde durur, keza orkestralarda da şef elindeki değnekle yönetir, vb.
Kuşlar farklı mı?
Değil tabii!
Merkür’ün taşıdığı Kadüs (veya sihirli asa) üç elementi içeriyordu: Bir asa, bir çift kanat ve asaya dolanmış iki yılan.
Asa, ekseni (axe) simgeliyor ve çıkışın yolunu gösterenin elinde duruyordu ama aynı zamanda o yolu bilenin (rehber) eline de bir güç ve otorite vermiş oluyordu. Bilgelikten yoksun kullanıldığında tehlike ve felaket getirebilen bir güç. İki yılan da önemli, iki farklı gücün, aynı eksendeki, kafa kafaya yarışları.
O yılan da ben değil miyim?
Ben merkezdeysem, o merkezde değil mi?
Ben çıkıyorum da o iniyor mu?
Bunu (ikili yılan) bir düalite olarak düşünmek bizi kültürel ilişkiler – yorumlar, yeryüzü cenneti bataklığına sürükler ki, hermetik gelenek içinde yolculuk yapanın önündeki ciddi engellerden biri bu dur. Kültürel değerin anlamlar dünyasının yolculuk sırasında ayak bağı oluşturma, oyalanma noktaları yaratma çabası vardır, uzak durmakda yarar var.
Peki, düalite değilse nedir?
Sorunun cevabını yolcunun keşfine bırakıp, ilerleyelim.
Madem kadüs – asa ilişkisi için bir küçük mola verdik, o halde bir kaç minik malumat daha paylaşalım sonra kaldığımız yerden devam ederiz yola.
Kadüs, Budizm’de “kundilini” adını alır ve dünyanın merkezini (demir kazık) simgeler. Demir Kazık, Kutup Yıldızı … hepsi birer merkezden uzanan eksen sembolüdür.
Artık, asa ve kadüs’den ayrılıp dönelim İdris / Hermes ilişkisine.
Belli ki İdris/İlyas – Hermes – Merkür farklı mekânlarda ve inançlarda anılan aynı kişiliklerdir. Pek çok ortak özelliklerinden biri de yazıyı bulmaları ve ders vermeleridir demiştik, bir de terzilikleri vardır burada anlatmadığımız.
Madem buraya kadar geldik, oldu olacak söyleyelim, İdris/İlyas olarak da anılır ve ortaya çıkan efsanevi kişilik Hızır’dır. Hızır’dan da (Arapça’da Hızır=yeşil) baharın gelişinin kutlandığı şenlikler: Hıdırellez çıkar meydana. Hızır önemli ve yaygın bir kişiliktir Anadolu’da. Çok iyi hatırlarım, küçüklüğümde anneannem anlatırdı bana, “Hızır hazretleri Sultan Ahmet dolaylarında görülmüş, yoksullara yardım edermiş, bir de eline bir saman parçası alır taşların üzerine yazı yazarmış”.
Yoksullara yardım kısmını anlardım ama bu taşa yazı yazma işine bir türlü aklım ermezdi. Demek anlamak için aradan 40 yıl geçmesi gerekecekti.
Şimdi de başka bir efsanenin ardına takılalım bakalım nerelere gideceğiz: Caius Juliius Hyginus’un bir efsanesinde Tanrıların habercisi Merkür turnaları izlemek suretiyle alfabeyi bulur. Çünkü turnalar uçarlarken faklı şekillerde harfler oluştururlar. Hyginus der ki, 13 sessiz harfi Mısır alfabesine Merkür kazandırmıştır. (Tesadüfe bakınız ki kuşun kanat tüyü de kalemden önce yazı yazılan araçtır).
Eskiden yazı, kayalar veya ahşap üzerine oyularak yazılıyordu[10]. Bu yöntemde de köşeli harfleri işlemek yuvarlak hatlı harflere göre daha kolaydı. Dolayısıyla turnaların uçuş formlarındaki düz çizgilerin oluşturduğu şekillere harfler benzetildi denirse efsane daha anlaşılır olacaktır sanıyorum.
Yazının ve bilginin tanrısı Toth/Merkür/İdris, Babil de Nabu olmuş (Marduk’un oğlu). Nabu’nun simgesinin kalem olduğu biliniyor. Nabu aynı zamanda tanrıların da kâtibi dir. Babil’in görkemli dönemlerinde kralların adları söylenirken “Nabu” eklenerek söylenirmiş, Nabunassar, Nabupolassari Nabukadnezar gibi.
İlginç değil mi? Koridor devam ediyor.
Babil’den Roma ya gidersek, birilerinin Merkür’ü aynaklarla, Apollo’yu ise turnalarla özdeşleştirdikleri görürüz. İyi ama Roma’da aynakların işi ne? Belli ki Mısır’dan efsanesini taşımışlar, taa o zamanlar.
Işık ve güneş tanrısı olarak da anılan ve Anadolu’yla yakın akrabalıkları bulunan Apollo’ya[11] turnanın sembol olarak epeyce yakıştığını söylemem gerek. Bu arada ilginç bir tesadüftür ki (tesadüflerin hepsi ilginçtir zaten) Bursa yakınlarındaki Apolyont (Uluabat) Gölü’nün en ünlü ve kaydadeğer balığı turna’dır.
Madem turna çevresinde dönüp durmaya başladık, girip görelim artık hangi alemlerde, ne hallerdedir.
Turna her yönüyle insana şaşkınlık verir. Örneğin ismi. Dünyada başka bir canlı yoktur ki, ismi değişmeden yayılmış olsun.
Nerden geliyor turna sözcüğü?
Japonca “turu” sözcüğünden geldiğini söyleyenler var ama katılmıyorum. Kelime, Azeri Türkçesinde durma, Başkir Türkçesinde torna, Kazak Türkçesinde tırna, Kırgız Türkçesinde turna, Özbek Türkçesinde turna, Tatar Türkçesinde torma, Türkmen Türkçesinde durna ve Uygur Türkçesinde turna biçiminde.
Danimarkalılar ve Norveçliler turna’ya trane diyorlar. İzlandalılar da trana diyorlar.
Bir kuş ismi bu kadar çok farklı dilde ortak seslerle anılıyorsa, bunun kökünde mutlaka kuşun ötüşünden esinlenildiğini düşünürüm. Doğu Türkçesinde quqnus deniyor turnaya. Latincesi de grus grus. Turnaların çıkardıkları ses de (avaz) buna çok benziyor.
Çinliler turnaya “hao” diyorlar. Sibirya turnasına ise hsien hao deniyor ki bu ölümsüz turna demek. Çin’de birinci dereceden sivil rütbeli memurların rozetinde turna simgesi bulunuyormuş[12].
Turnaların Anadolu folklorundaki yerine dair bir bilgi de Gazi Üniversitesinden Dr. Gıyasettin Aytaş’ın bir çalışmasından aktarılabilir. “Erzurum yöresine ait sıra barlarından dördüncü barın adı da “Turna Barı”dır. Turna Barı’nda biri kadın, diğeri erkek olmak üzere iki oyuncu, bir çift turnayı temsil ederler. Oyunda ara sıra ötüşme taklitleri yapılır. İki oyuncunun birbirlerietrafında dönmeleriyle oyuna başlanır. Erkek oyuncu dişiyi aldatarak diz üstü yere çöktürür. Etrafında üç devir yaptıktan sonra sırtına çıkıp oynar. Sonra da yine erkek tarafından kaldırılır ve oyun biter. Turna barı, düğünlerde Erzurum kadınlarınca da oynana gelmiştir.
Oyunda turnanın hareketlerini taklit eden figürler vardır. Barın belirli bir yerinde erkek dişiyi çökmeye mecbur edince, seyircilerden biri dişinin önünde fındık, badem gibi şeyler koymayı unutmaz. Dişi, turna, bunları kuşun hareketlerini taklit ederek yer ve erkeği gözüyle takip etmeye başlar. Erkek turna dişinin sırtına çıkarken kanatlarını çırpar. Bunun asıl manasını çözmek güç değildir[13]” (Benzer bir turna dansının eski Yunan’da Girit adasında yapıldığı ve hafif orgy içeriği olduğu Homer’in destanlarında anlatılır-SD).
Turna tüm kuşlar içinde şaşırtıcı derecede kült olmuş bir tür. Sanki Türklerde biraz daha güçlü gibi. Mezopotamya’dan ziyade Çin’den ve Japonya’dan geçmiş olması daha güçlü geliyor bana. Ama Anadolu’ya taşınan turna kültü Mısır, Mezopotamya, Anadolu ve Orta Asya karışımı olmalı.
10. yüzyılda Abbasoğulları döneminde özel bir görevle Türklerin yaşadığı bölgeleri gezmiş olan Arap bilgini İbni Fadlan, Başkurt Türklerinden bir kısmının turnaya taptığından söz eder. U. Holmberg Yakut kabilelerinin kutsal ataları arasında turnanın da bulunduğunu belirtiyor.
Şükrü Elçin de “Türk Halk Edebiyatında Turna Motifi” adlı değerli araştırmasında turnanın totem unsuru oluşuyla ilgili olarak şu tespitlerde bulunuyor: Kuşlar içinde konumuzu teşkil eden su kuşu turnanın, Türklerde Gök Tanrı tasavvuru dışındaki ilahlardan biri olarak hikmet sahibi ruhu temsil ettiği kabul edilmektedir[14].
Prof. W. Eberhard, milattan önce iki bin yıllarında yaşamış, proto-türk olmaları ihtimal dâhilinde bulunan Chon’larda su kuşu motifi içinde hâkim ruhun timsali turnanın yaşadığına işaret etmektedir. Masao Mori, Türklerin ataları sayılan Tie-le ‘ler vasıtası ile Tingling’lere atfedilen geyikli alp abidelerinde turnanın yer aldığını söyler. Aynı motif Göktürk abidelerinde devam eder. Henüz Müslüman olmamış Kırgızlar arasında seyahat eden İbni Fadlan, onuncu asırda turnanın Gök Tanrı dışındaki ilahlardan biri olduğunu kaydeder.”
Şükrü Elçin, söz konusu yazıda, turnanın Başkurtlar tarafından ‘selamet yolunu açan bir ilah’ olarak kabul edilmesiyle şamanist Türklerin dişi ruhlar zümresine ad olarak verdikleri Ayzıt arasında ilgi kurar ve turnanın Ayzıt gibi telakki edildiğini savunur. İlk Türkdervişleri de zaman zaman kuşların taklit edilmesiyle yapılan elbiseleri giyerlerdi. Ahmet Yesevi’nin bazen ‘turna donu’ na girdiği, yani turna elbisesi giyindiği rivayet olunuyor.
İslami inançların etkisiyle tanrısal özelliğini kaybeden turna, halk düşüncesinde ‘mübarek kuş’ olarak tanınmış, sılaya haber götüren sevecen bir yaratık biçiminde kabul edilmiştir.
Turna, halk hikâyelerinde de habercilik fonksiyonuyla yer alır, şiirlere konu olur. Bugün Erzurum’da turna mübarek ve uğurlu bir kuş olarak kabul edilir. Turnayı öldürmek veya yaralamak günah sayılır.
Şenkaya’nın Kaynak köyünde turna katarı geçtiği zaman yere on beş-yirmi tane taş dizilir, sonra bu taşlar dağıtılırsa turna katarı da dağılır. Genellikle turnanın eti yenilmez. Bütün bunlar turnanın bir totem unsuru olarak günümüze kadar önemini koruduğunu ve bir halk dansıyla dramatize edildiğini gösteriyor[15].
Turna sadece Türk kültüründe değil, neredeyse turna’nın yaşadığı tüm coğrafyalarda kutsal sayılmış, yerel folklorun bir parçası haline gelmiştir (buna turna beslemek, turna eti yemek, turna kurban etmek de dâhil elbette). Örneğin bizdekine benzer şeklide Japonya’nın kuzeyindeki Hokkaido adasında, etnik Ainu kültürünün folklor geleneğinde de “turna dansı” var. Japonlarda turna kültü gelişmiştir. 11. yüzyılda Japonya’da seçkinler turna yetiştirmeye başlamışlar. Yemek için tabii. Çünkü turna uzun ömürlü diye bilindiği için, insanlar onun etini yediklerinde daha uzun yaşayacaklarına inanıyorlardı. Turna, 17. yüzyıl süresince ocak aylarında kraliyet sarayında yapılan özel bir turu-houtyou (turna-kılıç) töreninde kullanılmaya başlandı. Törenin bir bölümünde, usta bir kılıççı İmparator’un huzurunda, ayinsel olarak turnayı parçalayıp süslerdi. Yılbaşında veya özel kutlama törenlerinde bu tören yapılıp turnalar yenilirdi. Bu geleneği ilk başlatanın kampaku (İmparatorun baş vekili) görevinde olan Toyotomi Hideyoshi (1536-1598) olduğu söylenir. O dönemde, kampaku İmparator’a turna sunardı, çünkü onun (pirinç içkisiyle – sakeile – karıştırılan) kanı ve eti ömrü uzatmakla ünlüydü ve bu sebeple en çok ödül kazandıran yarışma kuşuydu. Edo döneminde, Şogun şahinle avlanmış turnaları İmparator’a sunardı. Zamanla, daha fazla turna avlandı ve sayıları hızlıca azaldı. 1718’i takiben üç yıl içinde uygulama sona erdirildi.
Japon halk geleneklerinde de, eski çağlarda turu’nun (turna) şans habercisi olduğu söylenir. Güzün pirinç hasatından sonra, eğer bir turu pirinç tarlasının üstüne doğru süzülürse, bu bol pirinç elde edileceğinin bir alâmeti olarak kabul edilirdi. “Düşen pirinç başakları efsanesi” pirinç tarımının başlamasını bir pirinç sapı taşıyan turu ile ilişkilendirir. Bu efsane muhtemelen tohumları yiyerek veya gagasında pirinç saplarını ya da sürgülerini taşıyarak, turunun pirinç tarlalarında sıkça boy göstermesi sebebiyle doğmuştur. Geleneksel Japon origami (kâğıt katlama) sanatında da turu pek çok kez kullanıldı. Günümüzde insanlar hasta birinin iyileşmesine yardımcı olsun diye ona senba-zuru (birbirlerine eklenmiş kâğıt turnalar) sunarlar. Senba-zuru birbirine ekli bin küçük origami turna demektir.
Eğer bir hasta senba-zuru alırsa iyileşmek için güç alacaktır, çünkü bin turna bin uzun ömür demektir. Senba-zuru, derin bir acı veya ızdırap çeken birini teselli etmek ya da cesaretlendirmek için de kullanılır[16]. Bununla ilgili bir örnek de pek çok kişi tarafından bilinir: 1950’nin ortalarına doğru, 1945 Hiroşima atom bombasının patlaması sonucunda Lösemi hastası olan 11 yaşındaki Sasaki Sadako, hastalığının iyileşmesi için turna kuşu origamilerini yapmaya başlamıştır. Japon inancına göre, 1000 adet turna kuşu origamisi yapıp dilek tutulduğunda, dileğin gerçekleşeceğine inanılır. Sadako, 644 turna kuşu origamisi yaptıktan sonra ölür. Arkadaşları onun yerine sayıyı tamamlamış ve cenaze töreninde mezarına turna kuşlarını koymuşlardır. Bu olay Hiroshima’da Dünya çocuk barış gününün oluşmasına ve bugünün onuruna Sadako’nun Seatle’da bir heykelinin yapılmasına neden olmuştur. Her sene Ağustos ayının altısında kutlanan barış gününde, dünya çapında birçok çocuk tarafından yapılan turna kuşu origamileri Hiroshima’ya gönderilir.
Turna ve Anadolu denildiğinde elimizdeki en eski bilgi Cornell Universitesinden iki araştırmacının (Kevin McGowan ve Nerissa Russell) Çatalhöyük’de elde ettikleri verilerden yola çıkarak, 2003 yılı Eylül ayında yayınladıkları makalede yer alır. “Kerpiç evlerinin arasında turna kanatlarının kemikleri bulundu. Kemiklerin üzerinde insanlar tarafından açılmış delikler vardı. Buralardan muhtemelen ipler geçirilip kanatlar kollara takılıyordu turna dansı yapabilmek için[17]”
Aynı danslar için benzer takıların pek çok eski uygarlığın ritüellerinde görüldüğü biliniyor. İyi ama neden turna? McGowan ve Nerissa Russell’ın insan ve turna arasındaki benzerliklere dair yaptıkları liste şöyledir:
Turnalar ve insanlar çift ayaklıdırlar ve benzer yüksekliktedirler. (Zaten tüm kuşlar çift ayaklı ve insanlar her zaman turnalardan daha uzun boyluydular-SD).
Turnalar ve eski çağlardaki insanların aynı yaşlara (ortalama 40) kadar yaşayabiliyorlardı. (Bu 40 sayısı epeyce tartışma götürür, turnalar için, ancak hayvanat bahçelerinde son derece iyi koşullarda bakıldıklarında 40 yaş en uç yaştır, çok ender gözlenir -SD).
Turnalar ve insanlar benzer toplumsal yapılara sahipler. Geniş sürüler halinde yaşarlar, tek eşlidirler, yavruyu yetişkin olana dek aile içinde tutarlar. (O zamanlar insanlar turnaların sosyal davranışlarını nasıl inceleyebildiler ki? Turnaların tek eşli olduğunu anlamak o zamanlar yapılabilecek basit gözlemlerle mümkün olabilir miydi emin değilim? Bir de o zamanlar insanlar tek eşlimiydi ki?-SD)
Bunlar biraz zorlama ile “yakıştırılmış” gerekçeler gibi görünüyor. Bundan 8.500 yıl öncesinde insan evladı olsa olsa turnaların gözden kaçmayacak kadar ilgi çeken ve taklit edilmeye müsait kur danslarını gördükleri için gider turna kuşunun peşine.
Tüm bu anlatılanlar bizi “neden kuş?” sorusunda buluşturur. Çünkü kuşlar insanın en büyük hayalini gerçekleştirip, uçarlar, uçarak semavi aleme yaklaşır hatta o alemde var olurlar. O halde, semadan bize (yere) haber taşıyacak yegane canlılar (haberciler) olsa olsa kuşlardır.
Dolayısıyla, varsayılır ki, kanatlara takılan her bir tüy parçasıyla, inisiye olmuş olan kişi çıktığı yolda gideceği yere bir adım daha yaklaşır.
Yaklaşmaya çalıştığı yer de oysa ne kadar yakındır, işte o kadar!
Kanatlar kuvvetle çırpılır, yön aklu hikmetle bulunur, ulaşılan yer ise varsayılır ki güzelliğin ta kendisidir.
[1] Konu ‘nefes’ den açılınca, Çinliler’in spiritüel dans-egsersizleri qigong’da yapılan hareketlerden biri de turna nefesi’dir ki olan turna dansında kuşun bacağı karnına çekerek başını yukarı kaldırma hareketinden esinlenilmiştir. Sonuç olarak karındaki (batın) enerji merkezini aktive etmeyi hedefler.
[2] Heredot Tarihi, (ikinci kitap, 75) Remzi Kitapevi,1983.
[3] John Goertzen, The Rhamphorhynchoid Pterosaur Scaphognathus crassirostris A “Livin Fossils” Until the 17th Centrur, 1998
[4] Metin And,
[5] Erdoğan Çınar, Aleviliğin Gizli Tarihi, Çiviyazıları-2004, Sf. 224.
[6] Metin Bobaroğlu, Dinle Neyden tasavvuf sohbetleri 2, Ayna yayınları-2006, Sf.51.
[7] Encyclopedia Judaica, VI/93 (Ö. Tecimer, Gül –Haç, 2004. Sf. 30)
[8] Firuzabadi, Basairu zevi’t-temyiz, VI/51 (a.g.e. Sf. 30)
[9]Metin Bobaroğlu Batını Gelenek, Ayna Yayınevi, 2006
[10] Örneğin Avrupa’da bundan yaklaşık 2000 yıl öncesinde kullanılan Runik alfabe. Runik harflerin pek çoğunun Yunan , Etrurya dili ve eski Roma alfabesi gibi farklı alfabelerden alındığı sanılmaktadır. Rünler oldukça pratik alfabelerdi ve gereklilikten dolayı ortaya çıkmışlardı. Roma dönemi Avrupa’sında yetişkinlerin pek çoğu çeşitli bıçaklara sahiptiler ve bu dönemde ahşap oymacılığı oldukça masraflı bir sanattı. Bu açıdan ahşaba (ve ileride taşlara) düz çizgiler halinde kolayca kazınılabilen bir alfabenin ortaya çıkması doğal bir gelişmeydi. Rünik yazılar genellikle sahiplerini ya da kazındıkları yeri veya şeyi tanımlarlardı.
[11] Hititlerin Apulanas adlı tanrılarıyla Apollo’nun ilişkisini kurmak mümkün olsa gerek.
[12] E. Denison Ross, Kuş İsimlerinin Doğu Türkçesi, Mançuca ve Çince sözlğüğ, Ankara, 1994. Sf. 2-3
[13] Gıyasettin Aytaş, Yard. Doç. Dr., G.Ü. Gazi Eğitim Fak. Türkçe Eğitimi Bölümü, Türkülerde Turna
[14] T.C. Kültür Bakanlığı web sitesi http://www.kultur.gov.tr , oyunların kaynakları.
[15] T.C. Kültür Bakanlığı web sitesi http://www.kultur.gov.tr , oyunların kaynakları.
[16] http://www.turnalar.com/turnalardan.html
[17] http://www.news.cornell.edu/releases/Sept04/crane_dances.hrs.html