Turşumu nasıl taşırım oraya? (Hayal ve Ütopya)
Uçabiliyor musunuz? Hayallerinizde yani, madde kullanmadan. Yine hayallerinizde piyangodan birkaç milyon kazanıp, günlük sorunları halletmeniz sonrasında, kendi keyif ve huzur dünyanızı oluşturuyorsunuzdur mutlaka. Ya sonrasında, ya da bunun dışındaneler hayal edebiliyorsunuz? Hayallerinizde ne kadar özgürsünüz, ne kadar yükseğe çıkabiliyorsunuz, ne kadar ileri gidebiliyorsunuz?
Neden Hayal kurarız hiç düşündünüz mü? Öncelikle biliriz ki hayal kurduğumuzda, bilimsel adı herneyse mutluluk hormonumuz salgılanmaya başlar ve bize mutluluk verir. Yani hayal eğlencelidir; bizi eğlendirir ve iyi hissetmemizi sağlar. Düşünsenize; Nasrettin Hoca’yı “Uzay Yolunda”ki Mr.Spak ile uzay gemisinde sohbet ederken hayal etmemize kim engel olabilir ki?
Hem hayal yenilikçidir, geleceğe dair planlar yapmamıza, ilerlememize katkıda bulunur. Bir ihtimal gelecekte olanaklarımız genişlediğinde, “şimdi ne yapacaktım ben” sıkıntısına düşmeyiz, hayal ettiklerimizi yerine getiririz. Ayrıca içinde bulunduğumuz sıkıntılı durumdan veya yalnızlıktan bir an olsun bizi kurtarır ve kurtulacağımız ümidini arttırır.
Uyurken gördüğümüz düşlerimizin de sınırı, gem’i yoktur, uçarlar, kayarlar, düşer kalkarlar. Düşler ve hayaller birbirini besler karşılıklı. Kendimizi bunların güzel dünyasına fazlaca kaptırdığımızda, buradan uçup oraya konmak ve hep hayal âleminde yaşamak isteriz.
Hayallerin ve düşlerin sınırı yoktur sanırız. Ama maalesef mevcut eğitim sistemleri, geniş bir hayal gücüyle dünyaya gelmiş olan çocuğu eğitirken, hayal dünyasını da daraltır. Bu daraltma doğru mudur yanlış mıdır, üzerine çok tartışılan ve tartışılacak olan bir noktadır. Çocuğa hayatın “gerçek”lerinden bahsedip onun doğayı “saf algı”sından kopardığınızda, daraltmaya başlarsınız hayal ve algı dünyasını. Sorun şurada ki; günümüzde kimse “saf algı” düzleminde kalarak, o bilgileri kullanarak geçimini sağlayamıyor, karnını doyuramıyor. Dolayısıyla çarkın dönebilmesi için, oradan kopartmak gerçekliğiyle karşı karşıyadır eğitim sistemi.
Hayal sadece bilincimizde oluşmakla kalmaz, eyleme de dökülür. Örneğin Sanat; en genel anlamıyla yaratıcılığın ve hayal gücünün estetik ifadesi olarak açıklanır.
Bazı insanlar, kendileri için hayal kurmakla birlikte, diğer insanlarla oluşturdukları guruplar için de hayal kurmuşlardır. Daha iyi bir dünya için, Toplumsal yapı hakkında kurulanhayalin adı da; Ütopya’dır.Ütopya; “ideal veya karşı ideali temsil eden bir toplum düzeni ya da yönetim biçimi ortaya koyan tasarım” diye de tanımlanabilir.
Ütopya kelimesi bütün dünya dillerine Thomas More(1478 – 1535)’un aynı adı taşıyan kitabından geçmiştir. More bu kelimeyi, eski Yunancanın ou (değil) ve topos (yer) kelimelerinden, ‘hiçbir yerde olmayan’ veya ‘olmayan yer’ anlamında türetmiştir. Thomas More, yalnızca iki Yunan kelimesinin (outopos “hiçbir yer”, eutopos “iyi yer”) tipik nükteli bir bitiştirilmesiyle “ütopya” kelimesini icat etmedi, ütopya kavramının içeriğini de icat etti. Bu yeni kavramın bir kısmı edebi bir form; daha önemlisi, insani ve toplumsal dönüşümün olanaklarına yönelik yeni ve geniş kapsamlı bir anlayıştı.
More’un Ütopya kavramıyla tarihte geriye doğru gittiğimizde görüyoruz ki, Platon (M.Ö. 427-347), “Devlet (Politeia)” adlı eserinde ideal devleti açıklamaya çalışmıştı. Platon’un“Devlet”inde üç sınıf vardır:
– Toplumu besleyecek olan köylü – işçi ve zanaatçılar sınıfı,
– Toplumsal düzeni koruyacak olan bekçiler (savaşçılar) sınıfı,
– Amacı buyurmak olan yargıçlar (yöneticiler) sınıfı.
Buradan rahatlıkla anlaşılacağı gibi;köylü sınıfı çalışarak üretecek, savaşçı sınıf toplumsal düzeni sağlayacak ve Devlet’i koruyacak, diğer sınıf ta yönetecektir. Olası bozulmayı engellemek için; “savaşçı ve yönetici” sınıfının, evlenme, çocuk sahibi olma ve mülk edinmeye hakkı yoktur. Platon, bunu eleştirenleri şöyle yanıtlar: “Biz, devleti kurarken bir sınıf yurttaşı mutlu etmeyi değil, bütün devlete olabildiğince mutluluk sağlamayı amaç edinmiştik. Çünkü biz bir azınlığın değil, herkesin mutluluğunu istiyoruz”.
Thomas More’un Ütopya’sıise sınıfsız bir toplumdur, insanlar ve cinsiyetler arasında eşitlik hâkimdir. İnsanlar günde sadece 6 saat çalışırlar, böylece bilim ve sanata daha fazla zaman ayırırlar. Her kötülüğün başı olan mülkiyet, Ütopya’da yoktur, bireyler mülk sahibi olamazlar. Ütopya’lılar her on yılda bir, numara çekerek, evlerini değiştirirler, başka bir eve taşınırlar. Ömür boyu aynı evde oturan bir kişinin, o evi artık kendi öz malı saymasından daha doğal bir şey olamaz. Böyle bir mülkiyet duygusunun gelişmesini ise önlemek gerekir. More bunu düşündüğü gibi, adanın ayrıntısıyla her şeyini, otellerini bile düşünmüştür. Gerçi Ütopya’ya pek az sayıda yabancı gelir ama onlara ayrılan dayalı döşeli evler vardır gene de.
Ütopya’lıların oturdukları evlerin yanında, her sokakta ortaklaşa kullanıp toplandıkları ve birlikte yemek yedikleri büyük bir ev vardır. Gerçi bir Ütopya’lının çarsıdan yiyecek alıp kendi evinde yemesi yasak değildir ama Ütopya’lılar evlerinde mutfak işleriyle uğraşmayı saçma bulurlar. Kadınların nöbetleşe pişirdikleri lezzetli yemekleri büyük evde hep beraber yemeyi yeğlerler.
Ütopya devletinin yönetimi, demokratik bir düzen üstüne kuruludur. Her kentte yılda bir, otuzar aile gizli oyla bir yönetici seçer. Bu yöneticiler de, halkın gösterdiği dört aday arasından, gene gizli oyla, Kent başkanını seçerler. Yurttaşların ekonomik açıdan eşitliği üstüne kurulduğu için, gerçek anlamda bir demokrasi yönetimi olan Ütopya’da, bu eşitliğin bir simgesi olarak, herkes bir örnek giyinir. Ancak kadınlarla erkeklerin, bekârlarla evlilerin kılıkları arasında bazı küçük ayrımlar vardır. Yöneticiler ve din adamları da, tıpkı öteki Ütopya’lılar gibi giyinirler. Kışın da yazın da giyilebilen bu giysilerde hem güzellik hem de rahatlık aranır. Ütopya’lılar güzelliğe çok önem vermekle beraber, kadınların yüzlerini gözlerini boyamalarını, altınlar, inciler, elmaslar takınmalarını pek gülünç bulurlar.
Ütopya’da evliliğin mutlu olmasına büyük önem verilir. Kızlar 18, erkekler de 22 yasından önce evlenemezler. Bekâret çok önemlidir. Ütopya toplumunda kadın, cinsel açıdan bir mal sayılmaktan kurtulduğu ve erkekle eşit olduğu halde, gene de, ailenin başı erkektir.
Tommaso Campanella (1568 – 1639) ‘nın, “Güneş Ülkesi” eseri de bir başka önemli Ütopya yazınıdır. Campanella, Güneş Ülkesi’nin son kısmında, görüşlerini savunurken, biraz Platon’a, ama Platon’dan çok daha fazla Sir Thomas More’a borçlu olduğunu açıklar. O “Bizden yana kanıtlar yanında, yakınlarda şehit edilen Thomas More’un düşsel devleti Ütopya gelir. Güneş ülkesinin kurumlarını tasarlarken onu örnek aldık” demektedir.
Güneş Ülkesinde de mülkiyet yoktur, evleri, odaları, yatakları ve gerekli bütün eşyaları ortaktır. Her altı ayda bir, yöneticiler herkese hangi çevrede, hangi evde, hangi odada kalacağını bildirir. Her odanın kapısında, içinde geçici olarak oturanın adı yazılıdır. Kent’in her çemberinin kendi özel mutfağı, kileri, kap kaçağı vardır. Her mutfağı, görmüşgeçirmiş yaşlı bir kadınla yaşlı bir erkek yönetir. Bunlar görevlerini savsaklayan tembelleri, beceriksizleri ya da dik kafalıları ya kendileri döver ya da dövdürebilirler. Bunlar, kız ya da erkek çocukların hangi işlere yatkın olduklarını bulup ortaya çıkarırlar. Yemekler bu mutfaklarda hep birlikte yenir.
Güneş Ülkesi’nde devletin yönetim seklimonarşidir. Metafizikçi (baş rahip) adı verilen ve mutlak söz sahibi olan bir yöneticiye bağlıüç yönetici; güç, sevgi, akıl ülkeyi idare eder. Bu üçüne bağlı daha küçükyöneticiler de vardır.
Güneş Ülkeliler, Ütopya’lılardan bile daha az çalışırlar. Günde ancak dört saattir zorunlu çalışma. Boş zamanlarını, tıpkı Ütopya’lılar gibi, ilginç bilgiler edinmeye, okumaya, tartışmaya, gezmeye, kısaca beden ve zihnin gelişmesine yarayan faydalı ve hoş işlere harcarlar.
Güneş Ülkesinde cinsel yaşam, aslında sevgiyle pek ilgisi olmayan, ama Sevgi adını taşıyan yöneticinin mutlak denetimi altındadır.Üreme için aranan yaş erkeklerde 21, kadınlarda 19’dur. Çelimsiz kimseler için bu süre uzayabilir. Bekâret önemli değildir. Çiftleşmelerşu kurala göre düzenlenir: Boylu poslu güzel kadınlar iri yarı, güçlü kuvvetli erkeklerle; şişman erkekler sıska kadınlarla; zayıf kadınlar da şişman erkeklerle birleştirilir ve böylece, aşırılıklar arasında denge kurarak soylarının bozulmamasına dikkat edilir. Çünkü Güneş Ülkesi’nde çiftleşme isi tek tek insanların zevki için değil, toplumun yararı bakımından etraflıca düzenlenmiştir. Bütün erdemlerin gelişmesi; beden yapısındaki mutlu dengeye bağlıdır.
Aile konusunda Campanella’nın bir özelliği de, Thomas More’un özel mülkiyette bulduğu bütün kötülükleri ailede bulmasıdır. Thomas More hırsızlık, kavga, öldürme, kıskançlık, yalan gibi bütün kötülüklerin kaynağınıözel mülkiyetin varlığında bulmaktaydı. Tommaso Campanella da bütün bunların kaynağınıailenin varlığında bulmaktadır. Ona göre kötülüklerin tümü; kadına ve çocuklara verilen değerdendoğar. Bu değerler ortadan kalkarsa kötülükler çok azalacaktır. Bu noktada da More ile Campanella arasında bir ayrılık vardır. More, özel mülkiyetin kaldırılmasıyla kötülüklerin tümüyle ortadan kalkacağına inanıyordu. Campanella, ailenin kaldırılmasıyla kötülüklerin büsbütün ortadan kalkacağına inanmıyor, sadece azalacaklarını söylüyor. Bu düşüncenin sonucu olarak da Güneş Ülkesinde güçlü bir ceza hukuku ve ceza sistemi vardır.
Francis Bacon (1561 – 1626)’un “Yeni Atlantis” isimli eserini de Ütopya’lar arasında sayabiliriz.
“Yeni Atlantis”; kendisinden önce yazılan ve ideal bir devleti anlatan yapıtların etkisinde kalmıştır. Platon’un “Devlet”i gibi siyasal felsefe yapıtı olmadığı gibi,Sir Thomas More’un “Utopia”sı gibi ekonomik bir eleştiri veya yerme de içermez. Daha çok kişisel bir ideal ve düşlem ürünüdür. “Ben Salem” halkının ahlak ve töreler üzerine anlattığı şeyler, insanlığın nasıl olması gerektiği konusunda Bacon’ın düşüncelerini göstermektedir. “Bu halkta görülen, akla uygun dindarlık, ağırbaşlı neşe, ince nezaket ve iyilikseverlik, eli açıklık ve konukseverlik, resmi yaşamda bağlılık, özel yaşamda namus, ağırbaşlılık ve terbiye, düzen, nezaket, ciddi çalışkanlık kendisinin olgunluk düzeyine eriştiğini gösterir.” Anlattığı toplumsal kurumlar yeni bir ulusal özyapı oluşumu için birer araç olmaktan çok, bu erdemli niteliklerin doğal sonucu ve anlatımıdır.
Karl Marx (1818 – 1883); Fransız devrimi sonrası bazı düşünürlerin (Fransız Saint-Simon, Fourier ve İngiliz Rober Owen) görüşlerini “Ütopik Sosyalizm” olarak nitelemiş ve kendi görüşünü “Bilimsel Sosyalizm” olarak tanımlamıştır.
Marx, üretim araçlarını elinde tutarak kapitalist sistemi işleten burjuva sınıfının ve kurduğu diktatörlüğün, yıkılarak yerine sömürülen sınıfın yani proletaryanın diktatörlüğünün geçeceğini belirtmiştir.Marx’ta proletarya diktatörlüğü, kapitalist toplumdan komünist topluma giden yolda ara bir aşamadır. Komünist toplumun alt-evresi olarak tasarlanan sosyalizm, (zorunlu bir geçiş noktası olarak) proletaryanın sınıf diktatörlüğüdür.
Komünizm; üretim araçlarının ortak mülkiyeti üzerine kurulu sınıfsız, parasız ve devletsiz bir toplumsal düzendir. Sadece üretim araçlarının ortaklaşalığına dayanan sosyalizmden ayırt edilmesi gerekir. Komünizm de, bu gurupta bahsedilen diğer tarifler gibi klasman olarak bir Ütopya’dır.
More ile başlayan ütopya geleneği beş asırdır güncelliğini korumaktadır. Bu alanda onlarca kitap yazılmıştır.Ütopyadan çoğunlukla sosyalist-komünist düşünürler etkilenmiş ve faydalanmışlardır.Moskova’da bir parka dikilen sütunda, Ekim Devrimi’nden önce Marxizm’e katkıda bulunan on düşünürün adı vardır. Bu anıtta, Thomas More ile birlikte Campanella’nın da adının bulunmasının nedeni herhalde budur.
Fakat insan doğasındaki farklılık ve eğilimler, ütopyaları kısa ömürlü kılmıştır. Yazılanlar arasında içerik açısından benzerlikler çok fazladır. Bu da ütopyayı durağanlaştırmıştır. Bu noktada ters ütopyalar (Distopya’lar) devreye girmiş ve hep mutluluk özlemi içinde olan ütopyaların korkuları olmuşlardır. Distopya’lara örnek olarak; George Orwell’in 1984’ü ve Aldous Huxley’in Cesur Yeni Dünya’sını sayılabilir.
Öncelikle insanlık olarak; birey olan kendimiz veya toplum için hayal kurduğumuzda, yeterince geniş ve hür düşünceli olmadığımızı tespit edebiliyoruz. Yazar-Tasarımcıların hepsi, geniş ve ileriyi gören düşüncelere sahip olmakla birlikte, içerisinde yetiştikleri toplumun etkilerini eserlerine de yansıtmışlardır. Ayrıca “Ütopya”larımızda; maalesef totaliterler ve insan doğasındaki “farklılaşma/birey olma” talebini karşılamıyor, bilinçli olarak göz ardı ediyorlar. Daha doğrusu bireyselliği, toplumsallığa feda ediyorlar.
More’da 10 yılda bir, Companella’da ise 6 ayda bir ev değiştirmek ve yemeklerinizi mahalledekiler ile birlikte toplu yemek zorundasınız. Örneğin çok kalabalık ailede yetişmiş, toplumsal paylaşıma alışkın insanları bir kenara bırakalım. “Sırt çantam hazır, her an dağlar, yaylalar, çiçekler, böcekler, özgür insan” modelini de ayıralım. Diyelim ki bir “yerleşik düzen insanısınız” ve de çok pahalı olmayan ucuz-küçük zevkler geliştirmişsiniz kendinize. Hani “mutluluk küçük şeylerden zevk almasını bilmektir” düsturundasınız.Yahu ellerinizle ve kendi zevkinize göre yaptığınız turşu bidonunu, 6 ayda bir evden eve nasıl taşır, nereye sığdırırsınız?
Dünyada var olan “İnsan toplumu” olarak, medeniyet tarihimiz boyuncaçeşitli sosyo-ekonomik sistemler “deneyimliyoruz”.Bazı sistemlerde yaşayarak gördük ki; kişinin “farklılaşma/birey olma” talebi toplumsallığa feda edilip göz ardı edildiğinde, işler doğru yürümüyor. Fakat günümüzde çoğu toplumlarda yaygın olan sistemlerde de görüyoruz ki; “farklılaşma/birey olma” talebinin desteklenmesi veya abartılmasının da insan doğasına hiç uygun değil ve doğru sonuçlara yol açmıyor. Hele ki bu paradoksa “mülkiyet” talebi veya kavramını da eklersek, iyice içinden çıkılmaz hal alıyor.
Eşitlik ve Özgürlük kavramlarıyla bu karmaşanın içerisinden çıkamayız. Eşitliğe yer vermeyen özgürlük; toplumu mutlu azınlık ve yoksul çoğunluk şeklinde ikiye böler. Ancak eşitliği temel alan ama özgürlüğe yer vermeyen yaklaşım da oldukça sorunludur. Çünkü eşitlik ile özgürlük bir bütünün iki parçasıdır, birinin çoğalması diğerini azaltır.Oysa insanla¬rın ve onlardan oluşan toplumların her ikisine de gereksinimleri vardır. Bu nedenle bunları kaynaştırabilecek üçüncü bir kavrama başvurmak gerekmiştir; o da adalettir.
Hayal’in sınırı olmadığını söyledik, keza toplumsal hayalin adının da Ütopya olduğunu. İnsanlık olarak; tüm insanları kapsayacak, “özgürlük, eşitlik ve adaleti” birbirine dengeli kılan, insan doğasına uygunbir toplum düzeni ya da yönetim biçimi, yani uyarlanabilir bir Ütopya ortaya koyamayacak mıyız?
Kaynaklar:
Thomas More, ‘Ütopya’
Tommaso Campanella, ‘GüneşÜlkesi’
Francis Bacon, ‘Yeni Atlantis’
Friedrich Engels, ‘Ütopik Sosyalizm ve Bilimsel Sosyalizm’
K.Marx, F.Engels, ‘Komünist Manifesto’