Tutkulara Tutunmak
Yıllar önce kafama koymuştum, öğrenecektim ata binmeyi.
Yolum bir çiftliğe düşmüştü, atlar da vardı.
Binmek için izin istedim, “olur” dediler.
Bir “ilk” olacaktı benim için.
Kahverengili beyazlı, iri yarı bir attı; Şahsuvar’dı adı…
Atın sırtına yerleşmeme yardım etti seyis.
Atla baş başa kalmıştım, itiraf etmeliyim ki korkmuştum.
Ya düşersem, ya at beni sürüklerse, durduramazsam, hayvana hâkim
olamazsam vs…
Aksi gibi, seyis de çekip gitmişti.
Dizginlerine asılıyordum, yürümüyordu ama at…
Topuklarımla dürtüyordum, yine yürümüyordu.
Ya da bir iki adım atıyor, sonra yine duruyordu.
Ne yaptıysam ne ettiysem başaramadım, yürümedi Şahsuvar…
Seyis geri döndü bir süre sonra.
Sordum, “Hasta mı bu at, neden yürümüyor?”
Benim gibi çömezlere alışkındı herhalde, gülümsedi, “Hayır” dedi.
“Sen korkuyorsun; at hissetti. At, binicisinin kendisinden korktuğunu
anlarsa emir almaz…”
Hiç unutmadım seyisin bu öğüdünü.
Şahsuvar’ın verdiği hayat dersini de…
***
Hayat da ata binmeye benziyor bence.
Yaşam da tıpkı at gibi, kendisinden korkandan emir almıyor.
Ama ne istediğini bileni, kararlılıkla mücadele edeni; sırtına alıp
uçuruyor…
***
Yazın, tatil için bir sayfiye yerine gittiğinizde, kumsalda denize
girmek için bekleyenleri gözlemleyin.
İki farklı grup insan göreceksiniz.
Birinci grup, denize ısınmaya çalışanlar….
Hemen fark edersiniz zaten…
Denizin dibine kadar gidip, beklerler…
Ayaklarını sokarlar suyun sıcaklığını test etmek için.
Avuçlarına su alıp omuzlarına dökerler.
Denizde yüzen arkadaşları varsa “soğuk mu, gireyim mi?” diye sorarlar…
Sürekli bir tereddüt içindedirler; girsinler mi, girmesinler mi?
Ya üşürlerse, ya hasta olurlarsa, vs…
Nitekim büyük bölümünün gözü yemez denizin serin sularına dalmayı…
“Sonra girerim” deyip geri dönerler…
Bir de ikinci grup vardır…
Son derece kararlı adımlarla gelirler kumsala.
Havlularını, terliklerini bir kenara koyarlar dikkatlice…
Hiç vakit geçirmeden direkt suya atlarlar, soğuk mu değil mi merak dahi
etmeden.
Yüzmeye ve tadını çıkarmaya başlarlar denizin o an…
***
Hayatın karşısındaki duruşumuz da aslında “denize gireyim mi,
girmemeyim?” ikileminden farksızdır.
Kimisi cesurca atlar içine…
Kimileri ise hayatı tartmakla, tanımakla uğraşırken bir de bakar ki
mevsim geçmiş, yaz bitmiş…
“Tamam, hazırım” dediğindeyse kış gelmiş, hava soğumuş…
***
William Shakespeare, XVI. Yüzyılda, o meşhur tragedyasında Prens
Hamlet’in ağzından “Olmak ya da olmamak, bütün mesele bu.” diyor ya hani…
İşte bütün sorun da bu aslında…
Yaşamak, ya da yaşarmış gibi yapmak.
Ya da bir başka deyişle; “tutkulu” ya da “tutuk” yaşamak.
***
Tutku kadar yargısız infaz edilmiş bir kavram yoktur bence.
Tutku sürekli çarmıha gerilmiş, kötülenmiş, sorgulanmış bir duygudur.
Ama ben, tam tersini düşünürüm açıkçası.
Tutku hayatın özü, yaşamın anlamıdır aslında, ihtirasa dönüşmedikçe…
İstisnasız, her duygu tutkuyla yaşandığında gerçek değerini bulur ancak.
Yemek yerken bile tutkulu olmalıdır insan; çiğnediği her lokmanın tadını
sonuna kadar hissedebilmelidir örneğin.
Uyurken bile tutkuyla uyumalıdır, kafasını yastığa gömdüğünde bulutların
üzerine atladığını hissetmelidir mesela.
Tutkuyla hakkını vermelidir yaşadığı her anın, her saniyenin…
***
Ataol Behramoğlu’nun “Yaşadıklarımdan Öğrendiğim Bir Şey Var” isimli
şiiri kadar güzel anlatan bir şiir yoktur tutkuyu…
Defalarca okuduğum ve her seferinde ayrı bir tat aldığım o müthiş
şiirden bazı satırlar hiç çıkmaz aklımdan…
“Yaşadın mı, yoğunluğuna yaşayacaksın bir şeyi.
Sevgilin bitkin kalmalı öpülmekten.
Sen bitkin düşmelisin koklamaktan bir çiçeği.
Kucakladın mı sımsıkı kucaklayacaksın arkadaşını.
Kavgaya tüm kaslarınla, gövdenle, tutkunla gireceksin.
İnsan balıklama dalmalı içine hayatın.
Bir kayadan zümrüt bir denize dalarcasına.
Kanın karışmalı hayatın büyük dolaşımına.
Dolaşmalı damarlarında hayatın sonsuz taze kanı…”
İşte tutkulu yaşamak, Behramoğlu’nun da tasvir ettiği gibi, böyle bir şey.
***
Tutku cesaret ister.
Tutku kararlılık ister.
Tutku sabır ister.
Ve risk almaktır tutku.
Mutsuz olabilmeyi göze almaktır.
Acı çekmeyi peşinen kabullenmektir.
Tarih tutkulu, tutkularının peşinden giden insanlar tarafından yazılmıştır.
Büyük zaferler de, hafızalara kazınmış destansı aşklar da…
Tutuk hayatların kaderiyse silinip gitmektir; kimse anımsamaz sonrasında…
***
Nedense hep tutkusuz, “tutuk” bir yaşam öğütlenir insanlara.
Tekdüze hayallerin peşinden gitmeleri istenir.
Tutkularını dizginleyip, risk almaktan kaçar insanlar.
Üşümekten korkup da denize girmekten vazgeçenler gibi.
Garanti hayatların cazibesi büyüler insanoğlunu.
Karadan ayrılmayı göze alamadığı için okyanusların sırrını asla öğrenemez.
Sadece siyaha ve beyaza programlandığı için “gri”yi tanıyamaz hiçbir zaman.
Sadece nefes almayı yaşamak sanır.
***
Gecenin bir vakti, ıssız bir sokakta üzerine doğru gelen köpeğe benzer
hayat.
Korkarsanız, bunu hisseder; daha çok üzerinize gelir.
Kaçarsanız kovalar; nefes nefese zor kurtarırsınız canınızı.
Hayat kendisinden korkmayana saygı duyar, itaat eder ancak…
Ve hayattan korkmayanlar, tutkulu insanlardır ancak…
***
Gerçek mutluluğu yakalayanlar tutkularının peşinden gidebilme cesaretini
gösterenlerdir her zaman.
“Ne şiş yansın ne kebap” öğretisiyle yaşayanlar ikisini de yakar.
Ya da ikisi de çiğ kalır.
Ne şiş zevk verir ne de kebap.
Karnını doyurur doyurmasına belki, aç kalmaz…
Ama yemek yemek ile karnı doyurmak farklı şeylerdir son tahlilde…
***
Mutsuz olma korkusunu anlarım.
Ama mutsuz olmamak “mutlu olmak” değildir ki her zaman.
Acıların, çilelerin ve hüzünlerin; mutluluklara ve güzelliklere ağır
bastığı bir arena yaşamak.
Ve tıpkı gözü kara bir gladyatör gibi çıkıp çarpışmak özgürlüğe ve
mutluluğa giden yegâne yol.
Tutkuyla üzerine üzerine gitmek yaşamın…
Korkup, kenarda beklemek değil.
Meydan okumak her şeye…
Risk almaktan korkmadan…
Cesurca…
***
Kılı kırk yaran, atacağı her adım öncesinde saatlerce düşünenleri hiç
anlamam bu yüzden.
İnsanın ertesi sabah uyanacağının bile garantisi yokken, nedir bu denli
temkinli yaşama duyulan özlem?
Düpedüz hayattan korkunun dışa vurumu değil midir bu?
Bu yüzden tutkularına dizgin vurur, tutuk bir hayatı seçer ya zaten insan.
Yirminci yüzyılın en büyük Amerikan yazarlarından Francis Scott Key ”
Tutkuların kükrediği yerde akıl sözünü dinletemez” der…
Peki dinletmeli midir her zaman?
Ya insanın içinden gelen o ses?
İçten gelen o ilk sestir değil midir aslında insana kendi doğrusunu
haykıran?
Hep susturulur o coşkulu ses.
Sonrasında duyulan stratejinin homurdanmalarına kulak ve öncelik verir
insan..
İç sesini hiçe sayarak…
İşte o noktada uzaklaşır kendisinden ve tutkularından..
***
Başarısızlıktan korkar insanlar…
Ama hayattaki en büyük başarı “mutlu olmak” değil midir?
Kendisini mutlu hissetmiyorsa insan, kazanılmış zaferlerin, unvanların,
servetin ne anlamı kalır ki?
Ve mutlu olmak da, ancak mutsuz olabilmeyi göze alanlara sunulan bir
hediyedir.
Ne güzel diyor Samuel Beckett : “Hep denedin, hep yenildin. Olsun. Gene
dene, gene yenil. Daha iyi yenil…”
Sadece tutkulu insanlar kabullenirler bu gerçeği…
***
Hiç de sanıldığı gibi uzun bir roman değildir hayat…
Bilakis çok kısa bir öyküdür aslında…
Finalindeki cümlelerdir hayattan geriye kalan…
Tutuk bir hayatı tercih edenler yaşayamadıkları hayalleriyle baş başa
kalır öykünün sonunda…
Tutkularının peşinden gidenler ise yaşanmışlarıyla, anılarıyla…