Tuz ile başlangıç
Gelenek koridorunda tuz başlangıçtır.
Tuz ile yeni mekana girilir, tuz ile sofra açılır, tuz ile evliliğe adım atılır
Ama ama …başlangıç ile tuzun ne ilgisi olabilir ki..?
Veee… yine heyecan, yine aşk ve yine sevgi.
Yine “yandım Allah” diye hop hop hoplatan, yürek tuzlatan bir yazı oldu.
Hazırsan ilerleyelim.
Başlama Düşünüldüğünde
“Peşi sıra gider, tanımdan ibaret izdüşümün.
Bir eline silgi alsan, bil ki diğerindeki kalemdir;
biri silse çizileni, bil ki diğeri tamamlar silineni.”
Konumuz tuz ama, tuzun kalem ve silgi ile nasıl bir ilgisi olabilir ki?
Olacak…!
Tut ki, varlık bir tanımdır.
Sadece bir tanım.
Daha doğrusu, tanım ve tanımla biçimlenmiş anlam.
Adı, sıfatları, kimliği, işlevi, milleti, düşünceleri … hep tanım.
İster varlık somut “mücessem” olsun, ister bir düşünce gibi soyut.
Varlığın var olması anlam ve anlamı dolduran bilgiyle sabit.
Bir elinde kalem, bir elinde silgi … başlasa bir eliyle kendi tanımını silmeye insan, kalem tutan diğer eline de hâkim olsa bu arada.
Kolay mı o ele hâkim olmak?
Bin kaplan gücünde bir kuvvet lazım.
Hikmetli de bir akıl …
Ee… bir de “istenç” diyelim mi?
Ruhunun hürriyetine dair, derinlerden kabararak gelen bir “istenç” hali.
Silse silse…
Silip temizlese değerleri, çizgileri, sözcükleri, sıfatları…
Silse, silse, silse … sonunda tüm tanımı bitirse, anlamı da yok etse, geriye bir şey kalır mı?
Kalır…!
Bir minik noktacık kalır ayakların altında.
Silinemeyen nokta.
O nokta da değil, aslında o bir madde, hatta o cevherden gelen ilk madde ki o madde aslında bir bilgi ki o ilk maddenin bilgisi (ilk bilgi değil ama) ki o saflığın – başlangıcın maddede tezahürü.
Salt olan.
İşte o tuz.
Tesadüf mü, tuz = salt …?
O halde ilerleyelim.
Tuz bir bilgi mi?
Tuz bir bilginin ötesinde.
Tuz bir madde mi?
Maddenin de ötesinde.
Tuz bir tat, bir his mi?
Tadın da ötesinde.
Her şeyin ötesinde olmak nasıl bir şey?
O vakit tuz bildiğimiz tuz değil.
İlerleyelim.
Madem tuz var, insan neden başkasından yansıyanla kendi varlığını tanımlayıp, var oluşunu anlamlı kılmaya çabalar ki?
Başlamak Üzereyken
Kutsal Tuz
Evde parkeleri cilalattık, ardından pencereler açıldı, günlerce ev havalandı, koku çıksın diye.
Mutfakta da bir kavanoz tuz var, kavanozun ağzı kapalı.
Benim kıymetli tuzum, Sivas’ın dağlarından, İmranlı’dan, jipsli formasyonlardan süzülüp çıkmış bir tuz. İri iri kristaller halinde, mineraller açısından ülkenin belki de en zengin tuzu, ayrıca çok lezzetli.
Kavanozu açtık ki içi yoğun parke cilası kokuyor. O kadar yoğun ki, boyanın kendisi bu kadar boya kokmuyor.
O kadar yani…!
Tuz koktu…!
Kavanozu boşalttık, çuvaldan yine doldurduk, iki gün geçti yine tuz kokmaya başladı.
Kavanozu dışarı çıkarttık, iki gün açık havada kaldı, bu defa koku gitti, havanın rutubetini emdi, tuz ıslandı.
Eve girdi, bir saate kalmadı yine koktu.
Be mübarek, evde bitti koku, sen nereden bulup çekiyorsun?
Yoksa koku bir bilgi mi?
Tıpkı renk, ışık, ses gibi.
Madem tuz var, insan neden kinden kaçma çabasına kinin içinden çıkarak başlar?
Başlarken
Tuz – Ekmek hakkı
Önce bir ekmeğe uğrayalım, zira tuz ile ekmek insanın insan olma macerasında ayrılmaz ikilidir.
Ekmek malum, binlerce yıldır temel besin maddemiz. Bugün bile, sofrada ekmek yoksa aç kalkan nice insan var.
“Yemek yemek” yerine “ekmek yemek” diyoruz.
Ekmek = nimet
Fazla söze gerek var mı?
Yok…!
Kadir, kıymet bilmeze “nankör” demişiz bir kere.
Yediği ekmeği görmeyen demek (Farsça nan = ekmek).
Ona sunulmuş olan nimete, berekete sırtını dönmüş.
Fazla söze gerek yok, ekmek ekmektir, bir lokma alıp ilerleyelim.
Tuz ve Ekmek
Evet, Tuz – Ekmek hakkı diye bir kavram var.
Nerede var…?
Bizde var mesela.
Orta Asya, Anadolu, Orta Doğu ve Avrupa geleneklerinde bu ikili hep el ele.
Ekmek nimetse, tuz da nimet.
Şemsettin Sami’nin Osmanlıca sözlüğü Kamus-ı Türkî’de ‘Nan-u nemek’ diyor.
Yani ‘Tuz – Ekmek’
Anlıyoruz ki, nemek sözcüğü de Fars dilinde tuz demek.
Tuz-ekmek hakkı.
Evet, kavramımızın tam adı bu, “tuz-ekmek hakkı”.
“Türklerin tarihine, edebiyatına ve folkloruna giren tuz ekmek hakkı dostluk, vefa, arkadaşlık, sadakat, insanlık, mertlik, dürüstlük gibi kavramları içine alan zengin bir klişedir.” Demiş Şükrü Elçin ‘Tuz Ekmek Hakkı Deyimi Üzerine’ adlı makalesinde.
O vakit bir Karacaoğlan’a kulak verelim
Yeni geldi Arap atın sökünü
Seyir eyle sağa sola bükeni
Helal edin tuz ekmeğin hakkını
Varamıyom beni burda eyler var.
Ya Pir Sultan Abdal ne demiş?
Pir Sultan’ım bu ne demek
Hiç cahile çekme emek
Hazır pişmiş nan u nemek
Yedirenin demine Hü
Burada nan-u nemek demiş ama, tuz ekmek dediği de olmuş.
Bir kardaşa meyil verip
Tuz ile ekmeğin yiyip
Azıcık noksanın görüp
Tez başına kakma gönül.
Nan-körlüğün alemi yok diyor yani.
Yok tabii, neden olsun?
Türkmenistan geleneğinde eve gelen önemli misafirler tuz-ekmek ile karşılanıyor. Yemek öncesi tuz ekmek ikramı da gelenekler arasında. Türkmenistan’da resmi açılışlarda da tuz-ekmek sunusu var.
Türkmen yeni eve taşınacağı zaman (bu taşınma işleri Çarşamba veya Cuma günleri tercih ediliyor) boş eve önce tuz bırakılıyor, eşyalar sonra getiriliyor. Böyle yaparak evin bereketinin, bolluğunun, mutluluğunun daim olacağı ifade ediliyor.
Bektaşi geleneğinde sofra hazırlanırken, ilk tuz ve ekmeğin sofraya konulması, sofranın tuz ile açılması, keza tuz ile kapanması (sırlanması) benzer bir nedene dayanıyor olabilir mi?
Göreceğiz.
Tuzun ve ekmeğin olduğu her yerde, geleneğin biçimlenmesinde rol oynamış tuz-ekmek.
Arnavutların geleneğinde de, eve gelen konuk ekmek-tuz ve gönülle karşılanırmış.
Slavlarda, eve saygı duyulan bir konuk gelince işlemeli bir kumaş üstüne bir ekmek ve ekmeğin üstüne de bir minik kâsede tuz konurmuş. Kutlamalarda, törenlerde ekmek ve tuz geleneksel giysilerini giymiş genç kızlar tarafından sunulur. Ekmekten bir parça alınıp, tuza banıp yenirmiş.
Ruslarda “tuz ve ekmek” diyerek geleneksel bir selamlama deyişi varmış, gelen misafir ev sahibine iyi dileklerini sunmak için söylermiş.
Bakmayın -miş’lere, -mış’lara … Bu saydıklarımızın neredeyse tümü günümüzde de geçerli. Tuz bu, buluştuğunu bozulmadan koruyor.
Bulgarlarda da benzer gelenek var. Gelen konuğa poğaça dedikleri biz özel ekmek sunuyorlar, konuğun ekmekten bir küçük parça koparması ve tuza banıp yemesi bekleniyor.
Çeklerde, Polonyalılarda, Almanlarda, Baltık ülkelerinde, Yahudilerde, Araplarda da var.
Polonya geleneğinde gelinle damat evlerine tuz ve ekmek yiyerek giriyorlar, Finlilerde yeni ev tıpkı Türkmenlerde olduğu gibi tuzla kutsanıyor.
2005 yılı, Nisan ayında Kazakistan’dan fırlatılan bir uzay gemisi, ABD’li, İtalyan ve Rus kozmonotları uzaydaki uluslararası üsse taşıyor. Uzay üssündeki mürettebat, yeni gelenlere ‘hoş geldin’ demek için ekmek ve tuz ikram ediyorlar.
Almanlarda yeni ev sahibi olanlara, ortasındaki çukurda tuz olan bir minik ekmek götürülüyor. Kimi zaman tuzun ortasına da bir küçük madeni para konuyor ki, bereketin içine para da dahil edilmiş olsun.
Bak bak baaaak… Almanlar nasıl zengin oldular, anlaşıldı.
Ahh… Unutmadan, Türkmen evde tuz bitince “tuz bitti” demezmiş, “duz doldı” (tuz doldu) dermiş, bereketin kesintisizliği ile ilgili.
Neymiş …?
Tuz bitmiyormuş.
Madem tuz var, insan neden başkasını küçük görmek suretiyle kendini yüceltmeyi marifetten bilir?
Başlangıç
ve Tuz ve Başlangıç ve B ve Evrensel Varoluşun Külli Ruhu
Rahmetli N. Ataç bu “ve” bağlacından, Türkçe değil diye hiç hazzetmezdi. Taa oralardan kızıyordur, ama biz seviyoruz.
Şimdi bu, yukarıdaki uzun giriş, ardından gelen uzun ve (bak yine “ve” dedik) karmaşık alt başlıktan sonra, konumuza başlayalım.
Hiçbir şey bilmesek de, bir niyetimiz var ki o da tuz ile başlangıcı birleştirmek.
“Niyet” dedik, “istek” değil.
Başlangıcın ardındaki sebep gibi.
Yolumuza tuzla devam ediyoruz, bir kahve alıp, köşemize kıvrılalım.
Ve başlangıcı bir soruyla yapalım, “başlangıç var mı?”
Bu konuda, içine sığınacak bir tanıma düşkünlüğümüz var, o da doğrusal akan zaman içinde maddenin doğumu ve ölümü, yani bir baş ve sondan ibaret döngüler halinde süreçlerin bir araya gelmesiyle oluşan bütün ve bu bütünle ilerleyen zamanın içinde olduğumuz gerçeği.
Bunu, gerçek olarak “kabul” etmiş durumdayız.
Anlam bu gerçeğe göre oluşuyor ve varlık var oluş macerasını bu gerçeklik içinde canlandırıyor.
Koskoca evrenden, saksıdaki menekşeye, çay kaşığına kadar … baş ve son halinde gidiyor dizin. Bilgi de, madde de, kavram da … Zamana doğuyor tümü, büyüyor, eskiyor ve bitiyor.
Zamanın kendi de dahil, aslında ne varsa tanımlanmış durumda.
Hepsi bir anlam, hepsi bir tanım, hepsi bir … bir … bir anlaşılabilirlik kisvesi.
Zaten, tanımlanmamış olanın anlamı yok, anlamı olmayanın da var olmasına gerek yok.
O da var olmamış nitekim.
Sen varsan, tanımlandığın için varsın.
Tanımlandıysan anlamın var, anlamın varsa başka anlamlarla birleşip veya itişip süreç oluşturuyorsun ki bu da bir anlam.
İşte “başlangıç var mı?” sorusunun bu çerçevede bir cevabı var ki, o “evet, var…!”
Aynı sorunun bu çerçeve dışında da bir anlamı ve anlama göre bir cevabı var ki: “Hayır, yok…!”
Çerçevenin hem içinde, hem dışında olan için de anlam var ve cevap, “hem var, hem yok…!”
Nasıl…?
Farkındayım, karmaşık gibi görünüyor ama hem öyle, hem değil.
Konumuz tuz, bunları konuşmanın anlamı var mı?
Anlamı olmasaydı olmazdı, demek var.
Seni sen, beni ben yapan tüm kimlikler, tüm bilgiler, tüm cümleler birer tanım demiştik.
Silseydik onları, ne kalırdı geriye?
Bir nokta.
Bir eline silgi alsan, bil ki diğerindeki kalemdir;
biri silse çizileni, bil ki diğeri tamamlar silineni.”
Ben de ben, sen de sen izin vermiyorlar silinmeye.
Çok ısrar eder, silgiyi de verirsen başka bir ele, tutup kalemle başka bir eskiz çiziyor ben’in yerine.
Gerçek hangisi?
Tanımlanmış sen mi?
Silinmiş sen mi?
Geriye kalan o nokta ya da salt olan tuz mu?
Madem tuz var, insan dost ararken neden düşman üretir? Bilmez misin ki sen düşman ürettikçe, düşman dediğin de seni üretir. Sen korku ürettikçe, korku seni üretir; sen kin ürettikçe kin seni üretir… Sen sildikçe, kalem seni çizer hep.
Peki, cevabımız nedir soruya?
Diyebiliriz ki, cevabın anlamı yoktur, önemli olan soru karşısında girilen haldir.
Ya da diyebiliriz ki, yazının bundan sonrası her üç cevaba göre iç içe girmiş anlamlar üretmeye uygun bir düzlemi aktarma çabasıyla ilerler.
Eyvah ki ne eyvah… işler karışacak demektir bu.
Şimdiden, “ya sabır…!” diyelim ve ilerleyelim.
Gel Tuz ile Tanış Olalım
Tuz üzerine yemin edilen bir madde.
Ekmek gibi, kitap gibi …
Neden ama …?
En yakından başlayalım, yavaş yavaş genişlesin çember.
Türkmen Dili Sözlüğü’nde “tuz” duz [duuz] maddesinin iki anlamı yer alıyor: Birincisi kazılarak çıkarılan ak cisim, kristal madde; ikincisi ise, çörek-tagam yani ekmek-yemek anlamında. Aynı yerde tuzun, gıda maddelerinin tamamını karşılayan bir anlama geldiği de belirtilmektedir.
…
Türk halklarında olduğu gibi Türkmenlerde de tuza hürmet gösterilir, mukaddes sayılır. Türkmenistan Devlet Başkanı S. Türkmenbaşı 14 Şubat 1994 tarihinde bir ferman yayınlayarak yemek tuzunun Türkmen halkına ücretsiz dağıtılmasını sağlamış. Tuzun mukaddesliği ile ilgili Türkmen halkının halen yaşattığı pek çok inanış vardır. Genellikle duz-çörek (tuz-ekmek) şeklinde geçmekle birlikte, sadece çörek de aslında tuzu anlatmaktadır. … Tuz sanki ruhu olan, canlı bir varlık gibi düşünülür ve tuzun içinde bulunduğu, üzerine konulduğu her şey mukaddes kabul edilir. … Tuzu ve ekmeği çiğnemenin, üzerinden atlamanın böylesine büyük günah kabul edilmesinin, bazı sosyal meselelerin çözümüne de yaradığını görmekteyiz: Davalı iki insan arasında, artık dava çözülemeyecek hale gelince kadı, ikisinin arasına tuz koyar, ikisinin de tuzdan atlamasını ister. Haklı olan davalı tuzdan atlamayı kabul ederken, diğeri buna cesaret edemeyerek, davasından vaz geçer, böylece dava çözülür.
Türkmen gazeteci-yazar Tatar Üyşmekov, başından geçen bir hadiseyi şöyle naklediyor: Bundan yaklaşık kırk yıl önce, Pullu Ağa, Gazançık ilçesinin kadısı hakimi) idi. Ben de Uzunsu mahallesinde öğretmen olarak çalışıyordum. İki adamın arasında “deve” davası vardı. Pullu Ağa, davayı çözmeye geldi. Üç adamı kendine şahit olarak çağırdı. Davalılar geldi. Pullu Ağa yere gazete serdi, üstüne bir parça tuz koydu. “Bu davada kim haklı ise, kim devenin kendisine ait olduğunu iddia ediyorsa, onun tuzdan atlamasını istiyorum,” dedi. Devenin gerçek sahibi, atlamak için ilerledi. Öbür davalı ise, kenara çekilip, evine döndü. Tuzdan kimse atlamadı, dava kolayca çözüldü.
… Türkmenlerde eve gelen misafir, hazır olan yemekten yemeden gitmek isterse, ona “duzdan ulı bolma!” (tuzdan büyük olma, büyüklenme!) denir. Misafir yemeğe kalmadan gitmek isterse, bu onun büyüklendiği anlamına gelir ve bu çok ayıptır. Oysa tuz, en büyüktür, onu bırakıp gitmek olmaz. … “Inha duz bar”(işte tuz var) deyimi de aynı anlamda tuz üstüne yemin etmek için kullanılır. [1]
Uygurlarda, yemin edilirken tuza ayak basılır ki, yeminin kutsiyeti oluşsun. Yine Uygurlarda yeni eve taşınırken, düğün yaparken huzur ve mutluluk tuzla birlikte aranır.
Başlangıç için Bir Hamle Daha
Fenike, Arap, İbrani, Arami, Latin alfabelerinde ikinci harf olan (ve sayısal değeri iki olan) ‘B’ yaratılan/yaratılmış dünyaya bir gönderme yapar.
Etrüks alfabesinde farklı mı?
Ya Göktürk alfabesi?
Göktürk alfabesinde B, çadır biçimli bir piktogramdır.
Eh, biçimi çadır olunca, anlamı da ‘ev’ olur haliyle.
Tek başınayken eb diye okunur.
Dilimize ‘ev’ sözcüğünün nerden geldiğini anlıyoruz.
Evet, toprak olan, ana olan, kare – dikdörtgen olan B, doğal olarak bir barınaktır, evdir, yurttur, çadırdır, dünyadır.
O B’ki, dişil olan ilkedir, doğurandır, koca anadır, kucaklayan mekandır.
Eril olan, semavi olan, dik olan Elif’e karşı, yatay olan, arz-i olan, toprak olandır.
Yurttur dedik, varlığın sığındığı şu beden de yurt mudur?
Neyse, şimdilik diyelim ki, “sen bir şeyin içine gir, o B’dir”.
Sonra, içinden doğduğun da B.
Derler ki Yeni Ahit ve Eski Ahit Bereshith (başlangıçta) diyerek yaratılış hikayesine başlarlar.
Ya Kur’an?
Kur’an sureleri her zaman ‘B’ ile (Bismillah) başlar (Berat suresi hariçtir, ancak Berat zaten B ile başlar).
Hz. Ali der ki “ilahi sırlar peygamberlere inen kitaplardadır, peygamberlere inen kitapların sırrı Kur’an’da dır, Kur’an’ın sırrı Fatiha suresinde, Fatiha’nın sırrı Besmele’de, Besmele’nin sırrı B harfinde, B’nin sırrı ise altındaki noktadadır, işte o nokta benim.
Geldik yine noktaya.
Hani sil sil hepsi bitti, geriye kalan o öz olan, ana madde, cevher, ondan gelmiş olan…vardı ya…?
Salt olan demiştik.
İbranicede de ikinci harf olan (b) beth, ‘ev’ anlamına geliyor. Kabala’ya göre tüm yaratılış Tanrı’nın bir evi olma amacında ve çabasındadır ve buna göre beth harfi Tanrı’nın mekanı kavramını simgeler. İbraniler B’de noktayı evin içine koymuşlar.
O nokta ile evin ilişkisi nasıldır acaba?
Sofra ve Başlangıç
Yukarıda Bektaşi sofralarında tuzun öneminden söz etmiştik, konuyu biraz açalım.
Varsayalım ki, tuzla açılan o sofrada yenilen yemek değil, sofranın olduğu yer de oda (mekân) değil.
Yine varsayalım ki, tuzla yerleşilen o ev de içinde oturulan bir mekân değil.
Ne peki…?
B
…
Her ikisi de, sofra da, mekan da, lokmalar da … birer varoluşsal başlangıç olamaz mı?
Ama hangi çerçevede bir başlangıç bu?
Bütün zamandaki başlangıç.
An bu, dem yani.
Sadece oluş, sadece doğuş …
Ama bunların tümünü içeren süreçler için zaman ve mekâna da ihtiyaç var.
Yani…?
Yani, bir evden çıkıyor, bir diğerine giriyoruz, sonra diğerine … mekân değiştirmenin kendisi (ameli olan) süreçsel olarak sonsuz, ama bir evde kalmak o eve ait olmak başlı ve sonlu.
Lakin, tüm bu mekân değiştirmeler ve oluşların topu (küllisi) aynı evde oluyor.
Yine B
Sofra da keza, beslenmenin başı da yok, sonu da … ama her sofranın başı – sonu var.
Anahtar sözcüğümüz hep “başlangıç”.
B
“Öyledir” demiyoruz, kim bilir ki nasıldır?
Biz sadece varsayıyoruz.
Nokta’nın (cevher) başlangıç olarak doğumunu varsayıyoruz.
Aslında olan ve olmakta olan o doğumu başka bir boyutta, başka bir kalemle kelama döküp, başka bir varoluş düzleminde, başka bir anlamla idrak etmeye çaba harcıyoruz.
Tuza bir başlangıcı başlatıcı, kurucu, haydi oldu olacak gerçekleştirici kuvvet yüklenmiş olduğunu da varsayabilir miyiz?
Nasıl ki, Türkmen “evde tuz bitti” demiyorsa, Bektaşi de “sofra bitti” demiyor, Hakka yürüyenin ardından “öldü” demediği gibi.
O döngüdeki varoluşu sırlayıp, yeniden başlayacağı ana dek bekletiyor. Bu sırlama, saklama, bekletme işini de, tuz ile yapıyor.
Başka neyle yapılabilir ki…?
Tuzdan iyi saklayan mı var…?
Yazarı bilinmemekle birlikte, Abdal Musa Velayetnamesi olarak kabul edilen metnin başlangıcında Hacı Bektaş şöyle tanımlanıyor: “Ol esrar sözlü ve kelecisi tuzlu ve latîf gözlü ve güler yüzlü Sultan Hacı Bektâş El-Horasânî…”
Keleci, eski Türkçede güzel/öz söz, bilgi anlamına geldiği gibi, sözleşme, anlaşma da olabiliyor.
Bu durumda, “kelecisi tuzlu” bize ne söyler?
“Sözü, bilgisi mukaddes olan” mı?
Yoksa, “sözleşmesi mukaddes” olan mı?
Yoksa, “sözü ve sözleşmesi ölümsüz, ezeli – ebedi korunmuş olan” mı?
Söz baki olmaktan açılınca, Pir Sultan Abdal’a kulak verelim:
Pir Sultan Abdal’ım baki değildir.
Tuz ekmek her aşık hakkı değildir.
Bu dünya kimseye baki değildir.
Sal Allah’ım sal sılama varayım.
Eski Ahit, İbranilere tahıl sunularına tuz katmayı emreder. “Tanrı’nın sizinle yaptığı antlaşmayı simgeleyen tuzu tahıl sunularından hiç eksik etmeyeceksiniz. Bütün sunulara tuz katacaksınız” (Levililer-2/13).
Yine Eski Ahit’de, Elişa, “Yeni bir kabın içine tuz koyup bana getirin” der. Kap getirilince Elişa suyun kaynağına çıkar, tuzu suya atıp şöyle der: “RAB diyor ki, ‘Bu suyu paklıyorum, artık onda ölüm ve verimsizlik olmayacak” (Krallar-2/20-21).
Tuzla arındırma, paklama, temizleme Yeni Ahit içinde de var. Matta’nın ‘Tuz ve Işık’ başlıklı bölümünde (13), İsa müritlerine şöyle seslenir: “Yeryüzünün tuzu sizsiniz. Ama tuz tadını yitirirse, bir daha ona nasıl tuz tadı verilebilir? Artık dışarı atılıp ayak altında çiğnenmekten başka işimize yaramaz”.
Anlamlı değil mi?
“Yeryüzünün tuzu sizsiniz” demiş, beklenti yüksek… ama uyarı da hemen ardından geliyor. Çünkü, uyaran insanın varlığının dokusunu, dolayısıyla da kokuşmanın kaçınılmazlığı iyi biliyor.
Mirası ne kadar koruyup, taşıyabildiler…? Bunu tartışmak bu yazının konusunu aşıyor elbet ama şunu da biliyoruz ki, bu gibi emanetlerin taşınmasında esas intikalin bizatihi kendisidir.
İntikal bir edimsellik (ameli) durumdur, ürettiği sonuçları insanın bütün zaman içinde değerlendirme yetisi olduğunu söylemek pek de mümkün değildir, anlamlı da değildir. Önemli olan sonuç değil, her zaman süreçtir.
Eylemlilik hali ve süreç ve sürekli olan başlangıç.
Son olarak bir bilgiyi paylaşıp, bu bölümü kapatalım, ezoterik gelenekte tuzun kokuyu, suyu tutması gibi bilgiyi de tuttuğu varsayılır ve tuza bilgi yüklenip, tuzla muhafaza edilip, tuzla aktarılıyor olabileceğine inanılırdı.
Yazının buralarına kadar gelince, tuz – bilgi – madde başka bir denklemde birleştiler gibi.
Başlangıç ve Bağlama ve Simya
Gelenek koridorunun Batı gizemciliği tarafında simya ile uğraşanlar da bir anlam yüklemişler bizim tuza. İnsandaki ruh-can-beden üçlemesinin elementlerdeki karşılığı olarak kükürt, tuz ve cıva kabul edilmiş.
Kuşkusuz bu elementler sembol olarak kullanılmış, kendi özelliklerinden yola çıkılarak bir sembolik dilin aracı olmuşlar. Kükürt, yanıcı – eril yani aktif olan ise; cıva uçucu, dişil ve pasif olanı simgeliyor.
Tuz bu durumda bedenle ruhu bağlayan bağlayıcı elemen gibi işlev yüklenmiş sanki.
Uygun mudur?
Hem öyle hem değil …!
Bu konu biraz karışık.
Bizde “uzmanlar” bildiğinden değil, çaldığından menkul oldukları için.
Ne çalıyorlarsa artık, elden ele, cepten cebe, dilden dile aktara aktara geldiler.
Bir bakmışsın biri “üç” demiş, birden bini “üç” demiş.
Bi dur, bi …!
Tuz kimine göre bedenle ruhu bağlamış, kimine göre ruh olmuş, bedenle cana bağcılık yapmış.
Tuzun bir madde olarak ezoterik gelenekte anlamsal izdüşümünü tam da bilmiyoruz aslında.
“Bu budur” diyerek bilgiyi büyük bir cesaretle sabitlemekten de geri durmuyoruz ama.
Ne kadar büyük hata…!
Olsa olsa nerede olur…?
Neyse, dedikoduyu bırakalım işimize bakalım.
Biliyoruz ki, simyada da tuz bağlayıcı ve dengeleyici unsur olarak girmiş literatüre.
Başlangıç ve Salamura
Yukarıda daha çok tuzun kültürel ve inanç eksenli bir sembol / metafor olarak kullanılmasına değindik. Ama tuz aynı zamanda işlevsel de bir malzeme.
Öyle bir işlevi var ki, tarihi şekillendirmiş.
Mesela…?
Mesela, gıdaların bozulmasını önlüyor.
Şöyle biliyoruz, kuru gıdalarda bakteriler nemli gıdalara göre daha az ürüyorlar. Fakat anlaşıldı ki, gıdanın korunması için işin püf noktası gıdayı tümüyle kurutmak değil, serbest su moleküllerinin başıboş dolaşmalarına engel olmak gerekiyor. Su molekülü gıdanın içinde olsun ama başıboş dolanmasın, gitsin bir şeylere tutunup, arkadaşlık – dostluklar oluştursun. Boş kalırsa bakteriyle tanışıp, onunla dost oluyor. Bu gibi hoş olmayan ilişkileri önlemek için ortama tuz ya da şeker katılıyor ki, boş su molekülü gitsin onlarla birleşsin, gıdada da böylelikle bir su aktivitesi olsun.
Romalılar salamuranın yeterli tuzluluğa ulaştığını anlamak için bir hamsi ya da yumurta koyarlarmış salamura suyuna, yüzüyorsa, tamam. Anlaşılacağı üzere, suda yüzen hamsinin esas görevi, “serbest su molekülü kalmamıştır” müjdesini meraklı kitlelere iletmek.
Tuzla gelen düzen dediğimiz böyle bir şey işte.
Düzen ve dengeyi sağlayarak koruyor.
Böylelikle, ordular büyük mesafelerde sefer yapabiliyorlarsa bunu tuza borçlular.
Ne demiş Napolyon? “Ordular mideleri üzerinde yürür.”
Ordu çıktı sefere, et lazım, balık lazım, ekmek lazım, peynir lazım … Hepsini yol boyu koruyabilmek için de tuz.
Gemiler Okyanusları aşıyorlarsa, keza tuz sayesinde.
Tüccarlar mal taşıyorlarsa, kaşifler kıtaları keşfediyorlarsa … Hep marifet tuzda.
Kutadgu Bilig’de Türk askerlerinin tuzu ekmeği ve yemeğinin, atı, elbisesi ve silahının bol olması gerektiğine dikkat çekilmiş. Savaşçıya verilen şeylerin “tuz ekmek hakkı” olarak ifade edilerek savaşçıların bunu unutmayacakları ve “tuz ekmek hakkı”nı ödemek için ellerinden geleni yapacakları ifade ediliyor.
Görüleceği gibi burada tuz iki anlamda işlev görüyor. Hem savaşçıya malzeme olarak veriliyor ki yol boyu besin ve koruyucu madde olarak kullansın, hem de ‘tuz – ekmek hakkı’ bağlamında bir manevi hak alanı oluşturuluyor.
Gelelim şu salamuraya hamsi salan Romalılara.
Onlarda da tuz – ordu ilişkisi çok önemliydi ve ordunun büyük seferleri için tuz stokları hazırlanıyordu. Bunun için Akdeniz’de tuzlalarda, kuzey kesimlerinde de dağlardaki tuz madenlerinde harala gürele tuz çıkartılıyordu.
Dünya denilen alemde, inancı iktidarın aracı haline getiren ve bunu kurumsallaştırarak sıradanlaştırmayı bir marifet diye hepimize öğreten Romalılar, tuza bol bol anlam
yüklemişler ve bu anlamları da kültürel yayılmalarıyla dört bir tarafa dağıtmışlar.
Başta dilde olmak üzere, kültür dünyamızı tuza bandırıp çıkarttılar.
Hayatları demircilik ve tuz madenciliği ile geçen Keltlere, “Kelt” adını Yunanlılar vermiş. Burada sözü Mark Kurlansky’e bırakalım[2]: “Keltoi” Yunanca da “saklanarak ya da gizlenerek yaşayan” anlamına geliyor. Onları daha az gizemli bulan Romalılar, onlara, Mısırlıların da “tuz” anlamına gelen “hal” diye dönüştürerek kullandığı gene Yunanca bir sözcükle Galli ya da Galyalı diyordu. Onlar tuz halkıydı. Avusturya’nın Hallein, Swabisch Hall ve Hallstatt şehirleri gibi, Doğu Almanya’da bulunan tuz yatağındaki Halle şehri de, hem Kuzey İspanya’daki Galiçya hem de Hlych şehrinin bulunduğu güney Polonya’daki Galiçya ile aynı kökten geliyordu. Bütün bu yerler Keltlerin tuz ocakları olarak adlandırılmıştı. …”.
Kelt = saklanarak yaşamak = tuz = tuz insanları … ilginç bir dizin değil mi?
İddia o ki, Avrupa’nın ünlü jambonu tuz ile etin en mükemmel birlikteliğini kurgulayan Keltlerin icadıdır. Muhtemelen tuzlanan gıdaların büyük bölümünde Kelt parmağı vardı.
MÖ 200’lerde Anadolu’ya gelmiş Keltler, Ankara dolayları ve Kızılırmak yayı içine yerleşmişler. Son yerleşim yerleri Sivas diye biliniyor.
Anadolu’daki Keltlere Galatlar denmiş, (Yunan dilinde galatai).
Galliler, Galyalılar bizde Galat olmuşlar.
Kızılırmağa ne ad veriliyordu o dönemlerde?
Halys, yani tuzlu su.
“Hal” olduk yine, o vakit hal ehline selam edelim.
Selam ile Başlangıç
Latin dillerindeki selamlaşmanın sesi hello – hallo – holla – hollo – ola … tuz olan “hall” ile ilişkili olabilir mi?
Hatta kutsal olana doğru uzanıp, halouen ve hatta hul, hulin ve holly…
Yok daha neler…?
“Olmaz öyle şeyler” diyerek, Kurlansky ile devam edelim, “Büyük Roma yollarından ilki, Via Salaria (Tuz Yolu) tuzu sadece Roma’ya değil, yarımadanın iç kesimlerine de taşımak için inşa edildi …
Roma ordusu, askerleri, atları ve hayvanları için tuza ihtiyaç duyuyordu. Zaman zaman askerler, maaşlarını tuz ile alıyorlardı. İngilizce “salary” (maaş) sözcüğünün kökeni ,“tuz – ekmek hakkı” ve “tuzluya mal olmak” deyimlerinin kökenleri buradan geliyordu.
Latince sal sözcüğü Fransızcada aylık ücret anlamına gelen solde’ye dönüştü; asker (soldier) sözcüğünün kökü de budur…. Romalılar doğal acılığını aldığı düşüncesiyle yeşil sebzeleri tuzluyorlardı. “Salata” (İngilizce salad – tuzlu) sözcüğü de aynı kökten gelmişti.”[3]
Kurlansky’nin asker – soldier ilişkisine itirazlar da oldu. “Sol” ile “sal” köklerini karıştırmamak lazım diyenler oldu mesela. Latince ‘salvus’ güvenli – korunaklı anlamına gelen bir sözcük, ayrıca kurtarma, salvo, sağlık salvo … dediler.
Değişen ne var ki…?
Tuz da güvenliği sağlıyor, koruyor, asker de.
O ki sol ve sal köklerine kadar geldik, buradan ilerleyelim.
Türkçemizde salt = tek, sırf, sadece… demek.
Hiç mi hiç ilgisi yok, sadece akla geliyor.
Latincede salt / salarius = para, ödenek…
Salsus = tuzlu.
Sargus = tuzlu su balığı
Salsura = tuzlamak, tuz koymak.
Salus = sağlık
Salute / Saluatation / salutationem = selam – selamlama.
Salute aslında sağlık / şifa dileği.
Korunma – güvenlik dileği.
Bizde kullanılan “selam” peki…?
Arapça salam (slm mastarından), sağ ve sağlam, sağlıklı olma, selamette olma.
Bir de güvende olma demek.
Akad dilinde şalamu/şulmu
Sümerlerde silim.
Selamün aleyküm ve aleyküm selam ne o zaman?
Barış ve sağlık, sükûnet, selamet üzerine olsun.
Allah’a bir gönderme olmaksızın kullanılan bir selamlaşma, Arami ve İbrani geleneğinde de aynı sözlerle selamlaşma var.
Sümerler silim diyorlarmış, selam verirken.
Tuz için ne diyorlar?
Mun.
Mun, munu olunca malt oluyor.
Bildiğimiz malt, hani bira yaparken arpa çimlendirilip yapılıyor ya…?
Arpa şart değil, tüm buğdaygiller için söz konusu, şişme ve çimlenmenin başlangıcı.
Buğday başağı ve üreme girdi devreye.
O zaman kadın geliyor.
O da munus.
Yani Sümer dilinde munus = kadın
Doğum ve doğurmayla ilgili olabilir mi munus?
Zira Akad dilinde de munu = larva demek.
Hepsi bir şekilde doğum, yeni yetişen, başlayan anlamları veriyor.
Yunan dilinde kadının cinsel organının argo söylenişi munni.
Mami, mutter, mu, ma, amu, anni, ani, ana …
Geldik mi yine B’ye…?
Tuz olan Mun’dan B’ye yolculuk.
Madem tuz var, nerede o cevherden çıkmış kendin olan kendinle barış…?
O beyaz, saf, riyasız yolculuk sevdası nerede…?
Başlangıç Olmayanda Sürekli Başlangıç
Nerede kalmıştık…?
Bir yere gittiğimiz yok ki, hep o noktadayız zaten.
Sildikçe beliren o küçük noktada duruyoruz.
Başlangıcı da, sonu da olmayanda, ezeli ve ebedi olandayız.
Hem oradayız, hem başlıyoruz.
Sürekli çiziyor, sürekli düşünüyor, bilgi üretiyor, anlam oluşturup anlamlar içinde sürekli var oluyoruz.
Sürekli başlıyoruz, yeniden, yine yeniden, yeniden … sürekli…
Dem o dem ki, bir parça tuz alarak bakıyoruz.
Hepsi bir noktaymış meğer.
Bir tuz daha alarak noktayı sırlıyoruz; zaman geri geliyor “sonra” beliriyor.
Sonra yine başlıyoruz.
Sıkılmaca yok, yine başlıyoruz.
…
[1] Ramazan Çakır – Mevlana Unv., Zeynel Polat – Yunur Emre Ens., Ahmet Dinç – Canik Başarı Ünv., Türkoloji Sempozyumu Bildirileri, Adana 2012. Musiki ırımların Türkmenistan Türkmenlerinin kültüründeki yeri ve halk eğitimine katkısı.
[2] Mark Kurlansky, Tuz, İnsanlığın Tuzlu Tarihi, Çeviren Ali Çakıroğlu, Aykırı Tarih. 2003
[3] Mark Kurlansky, a.g.e., Sf. 66-67