Umut!
“Saçlarım tutuştu önce,
Gözlerim yandı kavruldu.
Bir avuç kül oluverdim,
Külüm havaya savruldu…”
Nazım Hikmet
Dünyanın ruhu ölüyordu!
İyiden yana bir tercih yapma, doğrudan yana olma, erdemli davranma, sevgiyi kalbindeki mabedinde tahtına oturtma için bir kıvılcımdı insan gibi insana ait her hayat, her hikâye…
Neşesi çalınmış bir yerdi bu dünya artık… Biz, insanoğlu, mavi hayaller ile kırmızı gerçeklik arasına sıkışmış; “Bir” ve “Bütün”ü morda yani dengede görememiş, kendini tanıyamamışlar olarak sonsuz bir döngüdeydik! Yaşamlarımızın kontrolü bizim ellerimizden çoktan kayıp gitmişti…
Denildiği gibi: “Öküzün dünyası sürdüğü tarla kadardı…”
Zaman, ölümün bekçisi idi ve bizler zamanın, mekânın girdabına kapıldığı dipsiz bir kuyudaydık… Her çılgın dönüşte bir hayal yaşayıp, peşinden bu kâbustan çıkmayı arzulayıp; çevreden merkeze ve merkezden çevreye savrulan benliği, bizliği, O’luğu zamansızlıktaki bu yolda kimsesizleşmiş, unutmuş, unutturulmuş “var olma”nın kırıntılarını anımsamaya çalışanlardık!
Düştükçe düştük, kişiliğimiz, ahlakımız, etik anlayışımız bizi biz yapan ne varsa değersizleştirdik. Maddenin tüm ihtiraslarına yol verip, parçası olup, kendimizi de değersizleştirdik. Etiket, makam, paye, güç, para peşinde koşan insanoğlu, kendi içini doldurabileceği o yüceliği görmek istemeyip; dışarının karanlığı ile doldurdu benliğini. Ekseriyet aynadan kaçırırken gözlerini; ışığın gireceği yere hırs ve ihtiraslarla, “daha fazlası” özlemi ile “yok oluşu” koyuyordu…
Oysaki çıkılan hiçbir yer dışarısı değildi. Elleri göğe kaldırırken yukarısının ve aşağısının birliği ve bütünlüğünü unuttu. Geçmiş ve gelecek şimdiyi etkiliyordu… Tüm toplumlarda, din ve milliyetçilik soslu otoriter popülizm, yaşanmayan değerleri yaşıyormuş gibi yaparak onların içini boşaltıp adeta birer bayrak yaparak sadece tezgaha koyup satışını yapıyordu…
Oysaki bireye ait tüm değerler onun kutsalıydı. Bayrak ve inanç da kutsaldı; ahlaksızlıklar, yolsuzluklar, yalancılıklar bunlar ile örtülemezdi!
Dünyanın gittiği yol, yol olmaktan çıkmaktaydı. Yokuş aşağı hızla inip çamurun daha derinlerine saplanış, karanlığı daha da ceberutlaştırdı. Yalan, kabalık, kibir, görgüsüzlük, liyakatsizlik, vurdumduymazlık her yönü kapladı. Umut ise en derinlerden içine bakan insanın yüreğinde cılız cılız parlamaktaydı. Umudu yitirmek her şeyi yitirmekti…
İşte onu güçlendirecek, iyinin yanında olacak, her yönü güzellikler ile süsleyecek, başta tevazu ve ölçülülük olmak üzere erdemleri bünyesinde yaşatan “kahramalar” eliyle bu ışık bir ümit tekrar güçlü bir ışık olup kaynağından doğacaktı. Zaten her keder er ya da geç, mutlaka ama mutlaka bir gün kurtuluş ile sonlanmaz mıydı?
Atatürk’ün de dediği gibi: “Her şeye rağmen muhakkak bir nura doğru yürümekteyiz…”
İnsanoğlu için dilenen bu idi artık çok geç olmadan mümkünse hemen şimdi…
Kendimize soracağımız soru tek cümle idi:
“Aydınlık bir dünya için: Korku mu yoksa Özgürlük ve Umut mu ?”
Dendiği gibi: “Yanmayı göze alamayan, İbrahim olamazdı…”