Uzaklardan çok uzaklardan, uzaklara çok uzaklara…
Necip Fazıl, üç beş kuruş zorlanmasıyla uydurmadan yazılar yazdığı küçük gazetelerde, nerdeyse her gün ağır sözcüklerle bana söver, Ankara’ya geldiği zamanlarda da hemen beni arardı…
Bilirdi bana sövüp durmasına rağmen şiirlerini çok sevdiğimi…
***
Geniş ve hafif çıkık alnıyla kendiliğinden tık tık oynayıp duran göz ve dudak kıyısı uzantılarını sanki özlüyor gibiyim…
– Neden bana her gün sövüyorsun, diye sorardım…
– Sen onlara inanıyor musun, derdi…
***
Ona göre üç beş kuruş zorlanmasına uğrayınca, açığı hemen kapatmak için, sövülmeyecek adamı yoktu dünyanın…
Büyük okyanusların rüzgârlarındaki patlamalarda, o okyanuslarda türlü türlü balıkların da yaşadığı hiç aklına
gelmezdi…
Sadece bir Necip vardı, bir de içinde patlayıp duran büyük okyanus
dalgaları…
***
Bana her gün sövüp saymasına rağmen, yine de Ankara gecesi masalarında baş başa oturmaya giderdik…
Gökler katından konuşuyormuş gibi, sözlerden heykel yapardı konuşurken…
– Beynimin kanatları ufuklara çarpa çarpa kanıyor, derdi.
***
Sonra de eklerdi:
– Sen beni anlarsın…
***
Kapılandığı küçük gazete sütunlarında bana sövmeyi bir mezhep haline getirdiği halde, yeterince kızamadığım iki kişiden biriydi Necip Fazıl; öteki de Büyükada’da şık yaşamaya özentili Orhan Seyfi…
Ne kadar düşük düzeyli ve acımasız olarak oynatırlardı gazete kalemlerini…
Oysa baş başayken kendi gerçek düzeylerinde konuşurlardı…
***
Ben de o kadar gençtim ki, beni çok ucuzundan harcayarak üç-beş kuruş kazanmalarına ve iktidarlara yaranmaya çalışmalarına hani nerdeyse kızmamaya, alışmış gibiydim.
Kırk yıllık bir zaman uçurumunun masalarında karşılıklı otururduk arada sırada…
***
Gerçekten olağanüstü güzel konuşurlardı; benim genç kişiliğimin beyaz kâğıdı üstünde, bir “tahrir vazifesi” yazıyormuş gibilerdi.
Ve üstelik bilirlerdi de şiirlerini ezbere bildiğimi…
***
Orhan Seyfi’nin bir yaz Boğazı rüzgârında uçuşan etekliğini tutmaya çalışan genç bir kız benzeri şiirleri…
Necip’in ölüm ötesinde yıldızlarla kaydırak oynayan şiirleri…
Kim bilir onlar da nasıl görürlerdi o yaşlardaki beni…
***
Bir havagazı fenerine kendini boyunbağıyla asıvermiş Nerval; sonra Maupassant; sonra Yesenin; sonra Mayakovski; sonra Jack London; sonra Kavabata; sonra Montherland…
Bir tane, iki tane değiller ki…
***
Bir de bizim buralarda bir sigorta hastanesinin demir karyolasında tek başına ölenler var yahut düşkünler yurdunda…
Son dakikalarında yanlarında olduğum dostlar; Naci Sadullah gibi…
***
Başını yastığında bana doğru çevirmiş, artık iyice beyazlaşmış yüzüyle:
– Galiba biz de aşırı namuslu yaşadık, demişti…
***
15 kişiyle kalkmıştı cenazesi…
Azalan takvim yaprakları hançerleşip kuytu bir köşede pusu kuruyormuş gibi…
Yaşam açlığı bir türlü doymamış yaştaşlarıma gıptayla bakıyorum…
***
Sonra da Yahya Kemal geliyor aklıma:
Hülyası kalmayınca hayatın ne zevki var
Bitsin hayırlısıyla şu beyhude sonbahar…