Yaşam ve Değişim
“Hayat hem kendini geliştirmek hem de aşmaktır. Eğer bir şey sürekli aynı durumda kalıyorsa, o zaman yaşamak sadece ölmemektir.” Simone De Beauvoir
Yaşlı bir bilgeye hayatın anlamı hakkında ne öğrendiği sorulmuş.“Valla,” demiş adam, “bu dünyaya başka insanlara yardım etmek için geldiğimi öğrendim. Henüz çözemediğim şey, diğer insanların neden burada olduğu.”
Hayatlarımız birer öyküdür. Hepsinin bir başlangıcı vardır. Bir öykünün aynı zamanda bir ortası ve bir de sonu vardır. Çoğumuz öykünün ortasında bir yerdeyizdir. Öykünün nasıl biteceğine ise bizler karar veririz…
İnsan doğası gereği, işler gerçekten kötü bir hal alana ve artık eskisi gibi devam edemeyeceğimizi fark ettiğimiz noktaya gelene dek değişime direniriz. Bu, birey için olduğu kadar toplum için de geçerlidir. Kim olduğumuza, ne yaptığımıza, nasıl yaşadığımıza, neler hissettiğimize ve nelere inandığımıza veya ne bildiğimize bakmadan önce kriz, travma, ölüm, hastalık ve trajedi bekleriz. Genelde ancak “en kötü senaryoyu” yaşadığımız zaman sağlığımızı, ilişkilerimizi, kariyerimizi, ailemizi ve geleceğimizi destekleyen değişimler yapmaya başlarız. Neden böyle davranırız ve neden bekliyoruz ki?
Yaşam sürekli değişimden, hareketten ibaret olup, statükoya ve aşırı dinginliğe dört elle sarılmanın fazla bir anlamının olmayacağı bilinen bir olgudur. Yalnızca ölüler kımıltısızdır… Yaşayan varlıklar olarak bizlere uygun düşen, olumlu yönde değişebilmek ve gelişebilmektir.
“Değişmek istemiyorum” diyebilirsiniz. Çoğu insan değişmek istemez, özellikle sosyal ve ekonomik açıdan güvende olanlar ya da dogmatik inançlara sâhip olup kendilerini ve olayları olduğu gibi ya da biraz değiştirilmiş hâliyle kabul etmekten hoşnut olanlar. Nitekim yeterli bilgimiz olsa da bazen cahil kalabiliyoruz.
Yüzyıllar önce insanlar dünyanın değişmekte olduğunu hiç düşünmezlerdi. Onların büyükbaba ve büyükannelerinin yaşamları kendilerininkiyle aynıydı ve torunlarının da aynı yaşamı sürdürmesini beklerlerdi ki bu beklenti büyük çapta yerine geldi. Bugünse yaşamın değiştiği ve teknolojinin toplumun doğasını etkilediği herkesçe bilinen bir gerçektir. Fakat tam olarak anlaşılmayan şey, son yirmi yılın gelecek yirmi yıl için iyi bir kılavuz olmadığıdır.
Günümüz dünyasında, paradigma kaymasının oranını ve gelişme oranını her on yıl içinde ikiye katlıyoruz. Bugünkü değişim oranına göre 20. yüzyıl yirmi yıllık bir değişimle aynı oranda bir değişim geçirdi. Gelecek yirmi beş yılda 20. yüzyılda gördüğümüz gelişmeyi üçe katlayacağız. Ve 21. Yüzyılda 20. Yüzyılda şahit olduğumuzdan yaklaşık 1000 kat daha teknik olan 20.000 yıllık bir gelişme kaydedeceğiz.
Biz insanoğlu-kızı olarak biliriz ki, yaşamlarımızda bazı sert ve kırılgan değişimlerde en keskin ve etkili korunma silahımız olan akıllarımız bizim kendi içimizde bu değişimleri yapmamıza ve kolayca değişmemize izin vermez.
Bu bağlamda bizler de durmadan değişen bir ortamda, yaşamanın tehlikelerini ve sakıncalarını görerek gerekli önlemleri alırız. Aklın sürekli aldığı önlemlere bakarak, onun, çevresinde geleneğin, örgütlenmiş dinin ve siyasal toplumsal kuramlardan oluşan bir duvarı kullanarak kendisini güvence altına almaya çalıştığını, içinde yer aldığı ortamların devamlı değişmesine set çektiğini ve sonunda değişimi yok etmeye çalıştığını, kaçınılmaz olarak görüyoruz.
Zira değişim genelde gerginlik yaratır ve çoğu insan belli bir yaştan sonra değişimden hazzetmez. Örneğin: On beş yaşındayken, tüm hayatımız değişimden ibarettir. Kendimizi keşfetmekle meşgulüzdür. Ancak Ellili yaşlara ulaşılınca değişmek istemeyiz ve çoğu insan dünyayı fethetmekten umudu da kesmiştir. Bir bakıma “yaşadık gittik”modunagireriz. Becerilerimize, kariyerinize, kimliğinize ve dünya görüşümüze bir sürü yatırım yapmış olduğunuz için yeni baştan başlamak istemeyebiliriz. Bir şeyi kurmak için ne kadar çaba sarf ettiysek, ondan vazgeçmek ve yeni bir şeye yer açmak da o kadar güçtür. Halen yeni deneyimlerden ve minik ayarlardan keyif alsak da elliler ve üzerindeki yaş grubundaki çoğu insan kimliklerinin ve kişiliklerinin derin yapısını elden geçirmeye hazır ve nazır değildir. Tabii bunun nörolojik nedenleri de vardır. Yetişkin beyni bir zamanlar sanıldığından daha esnek ve değişken olsa da şekillendirmeye gençlerin beyinlerinden daha az elverişlidir. Nöronları yeniden birbirine bağlamak ve sinapsları baştan yapılandırmak çok zor iştir…Ama gene de, bence, denemeye değer…
Bazı istisnalar dışında, kendimizi tanımıyoruz… İşin kötüsü kendimizi tanımadığımızı da bilemiyoruz. Ancak bizler biliyoruz ki; bir buzdağının görünen yüzünden çok daha büyüktür görünmeyen suyun altındaki yüzü… Bilmiyoruz ki; bizim de kendimizle ilgili bildiklerimizin, aslında bilmediklerimizin ufak bir parçası olduğunu… Kendimizi ne kadar tanıyoruz, ya da kendimizi tanıyor muyuz? Belki de “hiç tanışmamış” bile olabiliriz. Bunu da bilmiyoruz…
Derin toplumsal ve alan araştırmalarına göre insanlar, ırk, cinsiyet, milliyet, yaş, statü, renk, din ve dil başta olmak üzere sekizden fazla kategoriye ayrılır. Halbuki olay bu kadar komplike değildir. İnsanlar sadece ikiye ayrılır: İYİ İNSANLAR ve KÖTÜ İNSANLAR.
Bu bakış açısıyla, durduğumuz yer ve olaya bakış şeklimiz bu iki birey (İyi-Kötü)tasnifinin neresinde olacağımızı belirlemektedir. Kendini tanıyabilen ve tanıdığı “kendini bil”ebilenbir kişinin, iyi bir insan olarak olgunlaşabilmek, yaşlanabilmek ve değişimi yakalayabilmek temel hedefleri arasındadır. (Her ne kadar “İyi-kötü” kavramları göreceli bir kavram olsa da…) Bu yönüyle olgunlaşabilen ve yaşlanabilen bireylere de hem bireysel hem de toplumsal bazda saygı ve hürmet duygusu besleriz.
Peki, yaşlılar çiçekleri neden sever? Severler, çünkü hayatın kusurlarının o kadar farkındadırlar ki kusursuzluğun küçük adalarına rastladılar mı bir uğramak ve o çiçeği takdir etmek isterler. Biz bunu yapmıyoruz. Eğer zihnimizi türümüzün kusursuzluğuna dair böyle cafcaflı hikayelerle doldurmuşsak, durup çiçekleri takdir etmeyiz.
İşte genellikle bilemediğimiz bu içsel özelliklerimizi bize anımsatmaya veya vurgulamaya çalışanlara da tahammülümüz yok! Ama bilinen bir gerçek de var: “Başkalarında tahammül edemediğimiz kişilik özellikleri, aslında kendimizde olan ve sevmediğimiz özelliklerdir.”
Kendimizde olan ve hoşlanmadığımız özellikleri başkasında görmek bize bir bakıma kendi zayıflıklarımızı hatırlatır. Örneğin:Eğer disiplinsizsek, tembel olduğunu düşündüğümüz kişileri acımasızca eleştiririz. Hoşumuza gitmeyen diğer insan (öteki), değil de kendi yansımamızdır bu özellik… Bu yüzden en bencil insanların, başka birinin bencil olduğunu ilk söyleyenler insanlar olduğunu söylememizde sakınca yok…
Diğer bir söylemle, bireyin duyguları ve hisleri kötü değildir. Onlar yaşam deneyiminin ürünleridirler. Ama eğer her zaman aynı duyguları tekrar yaşıyorsak, yeni deneyimlere kucak açamayız. Her zaman “eski güzel günlerden” bahseden insanlar tanırız. Onların bu bakış açısıyla asıl söylemeye çalıştıkları şudur: “Hayatımda duygularımı uyaracak yeni bir şey olmuyor; bu yüzden ben de kendimi geçmişteki görkemli anılarla avutuyorum.” Tatlı ve huzur verici de olsa artık geçmişten çıkıp ânı yaşamak ve değişime kucak açmak gerekecektir. Değil mi?
Değişim kavramının derinliğine yol almaya başladığımızda, hemen omurgasız küçük bir deniz canlısı olan deniz fıskiyesiaklıma gelir… Bu canlı türü, ilk birkaç saatini ya da gününü bir kurbağa yavrusu gibi yüzerek geçirdikten sonra, yaşam boyunca-belki de yıllarca- bir kayaya sımsıkı yapışarak kalır. Larva evresindeyken, ilkel bir omurilik vasıtasıyla kuyruğuna bağlanan ve bu sayede yüzmesini sağlayan gelişmemiş bir beyne sahiptir. Fakat yapışacak bir kaya parçası bulduğu andan itibaren artık hareket etmeye ihtiyacı kalmadığından, saniyeler içinde kendi beynini yer ve sindirir. Deniz fıskiyesinin, kalan ömrü boyunca tümzihinsel donanımı da sırt bölgesindeki bir sinir düğümünden ibarettir. İşte bu olgu ve benzetim, toplumumuzun bir bölümünde sıkça rastlanan ama tedavisi de bir o kadar zor olan (Kendi beynini yiyip bitirme…) bir çaresizlik değil midir?
Yukarıda vurgulanan “Deniz fıskiyesi”ninbu durumu, Elizabeth Farrellytarafındanbir üniversiteye kapağı atan kadrolu akademisyenler için şaka yollu bir benzetme olarak da kullanılmıştır.Ama buradan çıkarmamız gereken asıl ders, bedensel hareketin ve zekânın karşılıklı olarak birbirini beslediğidir.
Ama ülke olarak “HAREKET”ten ziyade “OTURMA”yı ve dinginliği sevdiğimizi yadsıyabilir miyiz? Bildiğiniz gibi, önemli bir sonuca ulaşılamayan, çoğunlukla dinlemekle geçen toplantılara da “OTURUM” demez miyiz?
Bu arada,Acemlerin, boş toplantılar ve sonuçsuz ağız dalaşıyla geçirilen etkinlikler için kullandığı bir benzetme vardır: “Külliyen brifing…İcraat MAFİŞ!” Nasıl? tanıdık geliyor mu sizlere?
Hadi hep beraber oturalım! Ama otururken yapılabilecek olumlu eylemler de var (TV seyretme, şans oyunları-kumar oynama, dedikodu vb. kastetmiyorum). Bunların başında OKUMAK geliyor.
Bilindiği üzere, okumak insanı olgunlaştırır, konuşmak ustalaştırır, yazmak ise daha somut bir bilgi sağlar. Dolayısıyla az yazanın iyi bir belleği olması gerekir, az konuşanın keskin zekalı, az okuyanın da bilmediğini bilir gibi görünebilmek için kurnaz olması gerekir… (Ülkemiz insanının bir bölümünün davranışını nasıl da yansıtmakta!)
“Eleştirel Okuma” adlı eserinde “Okumasını bilen ama hiç okumayan biri ile okumasını bilmediği için okumayan biri arasında bir fark yoktur.” diye altını çizmektedir Emin ÖZDEMİR.
Bu bağlamda, Türkiye’de kamu görevlileriyle yönetimin her kesiminde, “okumayan okur-yazarların” çok sayıda olduğunu da vurgulamanın gerçekçi olduğunun ayırdına varabiliriz kolayca…
Gerek anadilin gerekse değişik bilgi alanlarının öğretiminde öğrencinin yararlanmasına sunulan ders kitapları, kapağı, kâğıdı, çamur gibi baskısı, çirkin resimleri, yalnız ezberle kavranacak içeriğiyle okumaya özendirmekten çok uzaktır. Nitekim her öğrenim yılı sonunda sınavı geçer geçmez sevinçten kitabını parçalayan, yakan ya da elden çıkaran öğrenciler bugün bile eksik değildir.
Herhangi bir bilgi alanında okumayı bir alışkanlık, kendi gündelik yaşantısının bir parçası yapmış gerçek aydın, basılı sözcüklerin taşıdığı bilgiyi hiçbir zaman olduğu gibi benimsemez, okuduğuna kimi yönden katılır, kimi yönden katılmaz; kitaplarda, dergilerde karşılaştığı her yeni görüşle bir kez hesaplaşır, böylece kendi özgün, bağımsız düşüncesini oluşturur. Kulaktan dolma bilgiyle yetinmez. Buna günümüzde “eleştirel okuma” denmektedir.
Ama ülkemiz gerçeğinde rahatça söyleyebiliriz ki, “okumayan okur-yazarların” %60’ından fazlası, alışkanlığa dönüşmeyen, kullanılmayan okuma becerisini zamanla yitirmektedir! Acı ama GERÇEK…
Geçmişte yetişkinleri örnek almak nispeten sağlam bir yoldu çünkü dünyayı oldukça iyi biliyorlardı ve dünya yavaş değişiyordu. Ama 21. yüzyıl farklı… Değişimin artan hızı yüzünden, yetişkinlerin söylediği şeylerin eskimeyecek bir bilgi mi yoksa modası geçmiş bir önyargı mı olduğu da çok belli olmayacak.
“Peki onun yerine neye bel bağlanabilir? Teknolojiye mi? Bu daha da riskli bir kumar. Teknolojinin pek çok faydası görülebilir ama hayatınızda çok yer kaplarsa, onun gündemine esir düşebilirsiniz.”derkenHarari haksız da değil!
Son tahlilde denilebilir ki, teknoloji gelişince iki şey oldu:
Öncelikle çakmaktaşından yapılma bıçaklar aşama aşama nükleer füzelere evrilirken, toplumsal düzeni istikrarsızlaştırmak daha tehlikeli hale geldi.
İkincisi, mağara resimleri aşama aşama televizyon yayınlarına evrilirken, insanların gözünü boyamak giderek daha da kolaylaştı.
Yakın gelecekte algoritmalar insanların kendileriyle ilgili gerçeği gözlemlemeleri neredeyse imkânsız hale getirerek bu süreci nihayete erdirebilir. O noktadan sonra kim olduğumuza ve kendimiz hakkında ne bilmemiz gerektiğine bizim yerimize algoritmalar karar verecektir.
Son tahlilde altını çizmemiz gerekir ki, hangi çağda ve de hangi yaşta olursak olalım DEĞİŞİMİ yakalamak ve peşinden gitmek bir ÖDEV ve GÖREVDİR.
Bol OKUNASI ve DÜŞÜNESİ ve DEĞİŞESİ günler dileğimle…