Yüreğinde Yer Ver Varlığımıza
İngilizce’de yaşam kelimesinin karşılığı “live”dır. Peki yaşam akamazsa, önünde bir engel varsa ne olur? “Live” tersine döner ve “evil” Türkçesiyle şeytan ortaya çıkar. İşte şeytan yani aslında hepimizde gani gani var olan egomuz, yaşam enerjisinin geçemediği tıkalı olduğu bölgelerimizdir. Tıpkı gürül gürül akan bir nehrin önünde baraj yaptıktan sonra çevrenin aldığı hal gibidir egonun varlığı. Nehrin suyu kesilince, geriye taşlarla dolu tabanı kalır. Sonra nehrin çevresindeki canlılık biter yavaş yavaş. Ama varoluş yok olmaz; sadece biçim değiştirir. Hayat her türlü devam eder çünkü… Ama su var, bolluk bereket dolu, canlılık dolu; ama su yok, kupkuru, kurak ve tükenmiş…
Egoları yani evil yani şeytan tarafından yönetilen ruhların hali de böyledir işte. Nehir akamadığı için içleri kurumuştur ve onlar da o kuruluğu gidermek için sürekli suyun peşinden koşarlar. Önce bardak bardak dökerler, sonra şişe şişe, sonra kova kova, hatta tankerle su taşırlar. Ama ne yaparlarsa yapsınlar bir türlü dolmayacaktır o nehrin yatağı. Sadece kısa bir süre nemlenecektir taşlar. Sonra yeniden geriye kalacaktır kuraklık… İşte dünyadaki hırslar da bu şekilde ortaya çıkar. Mala mülke sahip olmak istersiniz, çünkü ruhunuzun boşalmış yataklarına gereken suyu böyle sağlayacağınızı zannedersiniz; şan şöhret güç peşinde koşarsınız, çünkü tanker tanker su pompalama şansı verecektir size bu… Ama söyledim ya hani çok kısa sürecektir tatmini bunun. Dere bir süre akar gibi görünecektir, ama suyu tanker tanker dökseniz de sonuç hep aynı olacaktır: Yatak kuruyacaktır ve bu daha fazla su bulma hırsı yaratacaktır.
Nasıl Çözülür Bu Sonsuz Döngü?
Tek çözüm barajın farkına varmak ve onu nehrin üzerinden yavaşça kaldırmak. Barajın arkasındaki gölet, insanın ruhundaki gerçek güçtür. Su asla bitmez, dağlardan kaynaklanır, ekolojik dengeyle sürekli yenilenir. Su akar da akar, akar da akar… Fakat barajı aniden ortadan kaldırmak da çare değildir. O zaman da tüm su birden boca olur, ortalığı sel götürür. Hani eninde sonunda nehir yatağına koyulacaktır, ama o zamana kadar ortalık birbirine karışacaktır. En güzeli kapakları yavaş yavaş ve dengeli açıp suyu akıtmaktır önce bir güzel. Sonra dengeyi bulunca akış, artık baraja ihtiyaç kalmaz ve o, ortadan kalkabilir. İşte kapakların açıldığı ilk an, insanın yaşamla yani live ile yani ruhuyla bütünleşmesi; barajın tamamıyla ortadan kalktığı an da, insanın artık tamamen ruhun kendisi olarak akması halidir.
Direndiğimiz, reddettiğimiz, kabul etmediğimiz, ötelediğimiz her şey ama her şey baraja koyulan bir taştır. Böyle biriktire biriktire içimizde Keban Barajı gibi büyük bir baraj yaratırız da hayran hayran seyrederiz bir de onu, tıpkı dünyadaki nice baraja hayranlıkla baktığımız gibi. Halbuki hiçbir baraj doğal değildir, doğanın parçası değildir. Doğanın parçası olmaktan çıkıp, doğayla mücadele içine girmiş insanoğlunun ona can veren suyu kontrol etme çabasının ürünleridir; ruhuna kurduğu dev barikatların dünyadaki sembolleridir onlar… Ve “live” bu koca engelden akamıyorsa, yaşamı sunamıyorsa… “evil” ortaya çıkacaktır…
Yani?
Peki ne yapabiliriz, ruhlarımızdaki “evil”ı, “live”a dönüştürebilmek, o dev barajı aradan çekebilmek adına? Çok basit. Onu oluşturduğumuz, ortaya çıkardığımız, inşa ettiğimiz yöntemin tam tersini işleteceğiz. Direndiğimizi kabul ederek, reddettiğimizi kucaklayarak, kabul edemediğimizle el sıkışarak, ötelediğimizi beriliyerek ve hepsini de tek bir yolla; yani her şeye ama her şeye yüreğimizde gerçekten yer vererek… açacağız kapakları, kaldıracağız barajdaki taşları birer birer…
Ne Diyorsun Sen Kardeş?
“Nasıl yani? Şimdi hırsıza, uğursuza, katile, tecavüzcüye, kötülüğe mi yer vereceğiz kalbimizde? Onları mı kucaklayacağız? Çok hayalcisin, çok polyanasın, karanlıkla böyle mücadele edilmez, geç bu işleri…” diyor içinizdeki ses değil mi? Çünkü o ses bugüne kadar savaş kötülükle, reddet onu, senden farklıysa ötele, sen çok erdemlisin; harikasın; iyisin ama kalan hepsi kötü diyordu. Ama dost gibi görünen o ses, bir yandan da salak, gerizekalı, öyle mi yapılır o, hiçbir şeyden anlamıyorsun… gibi cümlelerle meydan dayağı da atıyordu bizlere. Aslında her türlüsünden besleniyordu bizden, çünkü kendini gerçek zannediyordu. Halbuki o sadece suya muhtaç taşlık nehir yatağındaki rüzgarın uğultusundan başka bir şey değildi. Nehir su dolu olsa serin serin, dolu dolu ruhumuzda yayılacak o rüzgar, böyle toz toprak içinde uğuldayıp duruyor içimizde…
Peki Ya Karanlık?
Küçükken severek oynadığım bir oyun vardı, “Prince of Persia” adında ve oyunun en zor bulmacasında prens kendi gölgesiyle karşılaşıyordu. Ne yaparsanız yapın, gölgeyi yenemiyordunuz; istediğiniz kadar iyi dövüşün ne çare. Çünkü o sizdiniz ve sizi birebir taklit ediyordu. İşte bulmacanın çözümü de buradaydı. Gölgeyi görünce prens otomatikman kılıcını eline alıyordu, ama siz o kılıcı yerine soktuğunuzda, karşınızdaki gölge de sizi taklit ediyordu. Sonra da gölge prensle bütünleşiyor, bir oluyordu. Bir bilgisayar oyununda karşılaşabileceğiniz en büyük farkındalıklardan birisiydi bu sahne ve aslında karanlık enerjiyle bütünleşmenin sırrını da içeriyordu. Yani savaşmanın hiçbir faydası yok. Ama kabulleniş her şeyi değiştirir…
Bu Noktada Karışır Kafalar…
“Ne yani? Atatürk böyle düşünseydi, o zaman sen bu satırları yazabilir miydin? Bu ülke işgalden kurtulabilir miydi? Karanlık saldırıyorsa teslim mi olacağız?” diyor o ses şimdi de değil mi? Evet, insanın hayatında kendisini savunmak zorunda kaldığı durumlar olabilir. Ama bunu yaparken içinizde karanlık değil de aydınlık varsa o zaman bu hareketiniz tüm her şeyi değiştirir.
Hz. İsa kendisine işkence edenlere lanet okumadı onca fiziksel acı çekmesine rağmen; “Onları affet ne yaptıklarını bilmiyorlar” dedi Yaradana. Çünkü onların bilinçsizce davranan, kim olduklarının farkında olmayan ruhlar olduğunu biliyordu o.
Atatürk, hayatı boyunca savaştı, fakat kalbinde nefret taşımadı “düşman”a karşı. Vaziyet bunu gerektirdiği için savaştı ve hatta “Harp zorunlu ve hayati olmadıkça cinayettir” dedi. Çanakkale Savaşları’ndan sonra “Bu memleketin topraklarında kanlarını döken İngiliz, Fransız, Avustralyalı, Yeni Zelandalı, Hintli kahramanlar! Burada, dost bir vatanın toprağındasınız. Huzur ve sükun içinde uyuyunuz. Sizler, Mehmetçiklerle yan yana koyun koyunasınız. Uzak diyarlardan evlatlarını harbe gönderen analar! Gözyaşlarınızı dindiriniz. Evlatlarınız bizim bağrımızdadır. Huzur içindedirler ve rahat uyuyacaklardır. Onlar bu toprakta canlarını verdikten sonra, artık bizim de evlatlarımız olmuşlardır.” diyerek “düşman”ı kucakladı. “Lanet olsun hepinize, ne işiniz vardı burada, geberdiniz gittiniz” demedi. O dönem için yapılması gereken neyse onu yaptı yüreğini karanlığa teslim etmeden.
Eylem Zamanı…
Yüreğinde yer vermek demek, yan gelip yatmak değildir. Yapılması gerekeni yaparsınız, atılması gereken adımı atarsınız; fakat kalbiniz, ruhunuz ışık dolu, içsel nehriniz gürül gürül akarak yaparsanız bunu. İşte esas o zaman yaratırsınız değişimi. “Karanlığa küfretmek yerine bir ışık yakarsınız.” Işığınızın ve nehrinizin o serin, ozon dolu havasından çevrenizdekiler de etkilenir. Ruhlarının toprağı kurumuş varlıklar takip etmeye başlar sizi ve öğrenmek isterler sizden nasıl başardığınızı, nasıl yaptığınızı, nasıl gerçekleştirdiğinizi… Anlatırsınız… Kimisi anlar ve kendi barajları üzerinde çalışır, kimisi henüz hazır değildir anlamak istemez, kimisi sadece sizden gelen ışık ve ozonla beslenmek ister, kimisi de eyvallah ben böyle kalayım biraz daha der yoluna gider… Ama karanlık hiçbir şekilde size erişemez, siz ışık olduğunuz sürece… “Eeee İsa’yı öldürdüler işte…” diye itiraz etti zihniniz şu anda da… O ışığı bulduğunuz anda zaten ölümsüzlüğü de keşfedersiniz. En fazla bedeniniz ayrılır bu dünyadan, ama siz sonsuza kadar var olursunuz. Çünkü sonsuz varlığın sonsuz parçalarıyız hepimiz ve o anda yok ettiklerini sansalar da İsa’yı, ama o hep var oldu ve hep var olacak da…
Hele Bir Daha De Bakayım, Şu Yürekte Yer Verme Meselesini Birader…
Hepimizin iki boyutu vardır bu dünyada. Bir insani halimiz, yani rollerimiz, şeklimiz şemalimiz, görünen yönümüz; bir de varlık boyutumuz… Hepimizin en temel arzusu da “görülmek”tir esasında. Birbirimizden, en çok da anne babamızdan isteriz ve bekleriz bunu. Ama bu beklenti hemen hiç karşılanmaz, bizler de bunun öfkesiyle yaşarız ömür boyu. Ben de bu öfkeyi hep içimde taşıdım, ama neden öfkelendiğimi hiç anlamamıştım. Taa ki Eckhart Tolle’nin “Varolmanın Gücü” kitabında okuduğum “Ebeveyn olmak” üzerine okuduğum şu satırlara kadar:
“Siz bir insansınız. Bu ne demektir? Hayatta ustalaşmak bir kontrol sorun değil, insan ve Varlık arasında denge kurmaktır. Anne, baba, eş, genç, yaşlı, oynadığınız roller, yerine getirdiğiniz fonksiyonlar, yaptığınız her şey; bütün bunlar, insan boyutuna aittir. Onun da yeri vardır ve onurlandırılması gerekir ama gerçekten anlamlı, tatmin edici bir ilişki ya da hayat için tek başına yeterli değildir. Ne kadar uğraşırsanız uğraşın, insan tek başına aslan yeterli olamaz; bir de Varlık söz konusudur. Onu dingin, farkında, uyanık bir bilinçte bulabilirsiniz ve o bilinç de sizsiniz. İnsan biçimdir. Varlık biçimi olmayandır. İnsan ve Varlık iç içedir.
İnsan boyutunda, iç tartışmasız bir şekilde çocuğunuzdan üstünsünüzdür. Daha büyük, daha güçlü, daha bilgili, daha deneyimli, daha beceriklisinizdir. Bütün bildiğiniz sadece bu boyutunuzsa, sadece bilinçaltında olsa bile kendinizi çocuğunuzdan üstün hissedersiniz. Çocuğunuzun da kendisini aşağı hissetmesini istersiniz sadece bilinçaltında olsa bile. İlişkinizde sadece biçim olduğundan, çocuğunuzla kendiniz arasında bir eşitlik yoktur ve dolayısıyla elbette ki biçimsel olarak eşit değilsinizdir. Çocuğunuzu seversiniz ama sevginiz sadece insan boyutundadır, yani koşullu, sahiplenici ve aralıklı. Sadece Varlık boyutundayken eşit olursunuz ve ancak kendi içinizdeki biçimi olmayan boyuta ulaştığınız zaman ilişkinizde gerçek sevgiden söz edebilirsiniz. İçinizdeki Varlık, bir diğerinin içindekini tanır ve çocuk sevildiğini, saygı gördüğünü, kabullenildiğini hisseder.
Sevgi, kendinizi başka birinde görmektir. O zaman karşınızdaki kişinin ‘başkalığı’ sadece İnsan boyutundaki bir illüzyon olarak kendini gösterir. Her çocuğun içindeki sevilme özlemi, aslında bu tanınma özlemidir; biçim seviyesinde değil, Varlık seviyesinde. Eğer ebeveynler çocuğun sadece insani boyutunu onurlandırır ve Varlığı ihmal ederse, çocuk ilişkinin tatmin olmadığını, önemli bir şeyin eksik olduğunu hisseder ve dolayısıyla, çocuğun içinde ebeveynlere karşı bir öfke ve acı oluşur. ‘Neden beni tanımıyorsunuz?’ Acı ve öfkenin söylediği şey aslında budur.
Bir başkası sizi tanıdığında, bu tanıma Varlık boyutunu ilişkinin her iki ucundaki insan için daha fazla bu dünyaya çeker. Dünyayı kurtaracak sevgi budur. Bunu özellikle çocuğunuzla ilişkiniz bağlamında anlatıyorum ama aynı prensip, elbette ki bütün ilişkiler için geçerlidir.”
Anne babamdan bu tanınmayı bekledim, ama göremedim hiç. Çünkü onlar da bilmiyorlardı ki bunu nasıl yapacaklarını… Onlar da anne babalarından beklemişlerdi ve alamamışlardı, onların anne babaları da onlarınkilerden… Herkes birbirinden bekledi Varlığının görülmesini, ama kimse aslında onu tanımıyordu, bilmiyordu bile… Böylece insan boyutu olan, ama Varlık boyutunu tanımayan bir gezegen ortaya çıktı ve şu anda deneyimlediğimiz gerçekliği yarattık…
Ama artık siz biliyorsunuz, çünkü az önce yukarıdaki satırları okudunuz. İsteseniz de “yok bilmiyordum” bahanesine sığınamazsınız artık. : ) “Okudum ama anlamadım, daha doğrusu anlamak istemedim” veya “Bana ne, ben böyle bir yaşama hazır değilim” diyebilirsiniz çok çok. Eyvallah! Ama şunu bilin ki insani boyutunuz her ne olursa olsun, Varlık olarak görülüyor ve yüreğimde yer alıyorsunuz benim. Zaten yüreğinde yer vermenin anlamı da budur. Görünenin ötesindeki görebilmek, dünyada insani boyut her ne olursa olsun, arkasındaki boyuttaki Bir olan Varlığı görüp kucaklamaktır o. Reddettiğimiz, görmeyi istemediğimiz, kızdığımız, küfrettiğimiz, hayır ben değil o dediğimiz, ötelediğimiz, istemediğimiz… her ne varsa da Varlık boyutunda bizler tarafından kucaklanmayı bekleyen Varlığımızdır. Evet, insani boyutta atmamız gereken adımlar, yapmamız gerekenler olabilir. Fakat bunları Varlığı kucaklayarak yaptığımızda, eylemlerimizden tahmin edebileceğimizin çok ötesinde sonuçlar alabiliriz.
Yüreğimizde yer verdikçe, Varlığı kucakladıkça; barajımızın kapağı açılır, içimize “live”, canlı yaşam enerjisi dolar, ışığımız artar, parıldamaya başlarız ve en zifiri karanlığın içine doğru yürüsek bile bizden yayılan ışık karanlığı aydınlatır. Ne kadar çok kişi önce kendi Varlığıyla, sonra çevresindeki Varlıkla kucaklaşır, dünya üzerine o kadar çok ışık yayılır. Böylece bir gezegen ışıl ışıl hale gelir, bilinçler değişir, farkındalıklar coşar, yaşam değişir, “evil” “live”a kavuşur; “live” “evil”ı içinde eritir…
İşte yaşadığımız bugünler, tam da bu hali keşfedip yaşayabilmemiz adına muhteşem potansiyel taşıyor; bizlere ortalık zifiri karanlık gibi görünse ve bu karanlıktan ürksek de… Belki de evren içlerimizden yansıyan ışığı gösterebilmek adına karartmıştır bu kadar ortamı. Parlaklığı ve onun kaynağının kendimiz olduğunu azıcık bile fark edersek, devamını getirebiliriz ümidiyle sağlamıştır bize bu fırsatı…
“Her şey planın bir parçası… Sen kimsin?” diye soruyor sevdiğim bir filmin afişinde…
Ben Bir Varlığım… Hepimiz Bir Varlığız… ve o Varlık içimizde ve birbirimizde yüreklerimizde yer almayı bekliyor onca zamandır…
Şimdi baraj kapaklarının açılma ve kurumuş topraklarımızın Varlığımızın suyuyla doyma vakti…
İşte o zaman değişecek ve güzelleşecek her şey…
Hadi o zaman, Şimdi yüreğinde yer ver Varlığımıza…
İlk Yayın: http://www.derki.com/ruhtaki/yureginde-yer-ver-varligimiza