Yusuf’u anlamak ya da yoksunluğumuzun tarifsizliğine dair mahsun eser
Dağ başında, kıraç mı kıraç bir coğrafyada yaşamayı kader olarak kabul etmiş bir köye gittik geçen gün.
Bu yıl ikinci gidişim.
Yusuf var orada, adı Yusuf değil ama şimdilik Yusuf.
56 yaşında şimdilik Yusuf, bir anası, bir karısı, üç de evlat iki göz bir evdeler.
Ana hasta…
Neyin var teyze…?
Her yerim ağrıyor.
Yan tarafta tek göz bir ahır.
Yusuf’a “gel bir ahıra bakalım” dedik.
(Demiş miydim, ahırlara bakarım ben… Eee, kimi gökyüzünü boyar, kimi bok koklar; dünya hali)
Ahır boş…!
Şimdilik Yusuf hayvanlar nerede…?
“Sorma başımıza geleni”.
Sormuş oldum, anlat bakalım.
Hayvanlara brusella bulaştı.
Hoppala yârim yaz geldi …!
(Brusella bir bakteri, hayvana bulaşınca yavru atma ve kısırlığa neden olabiliyor.
Hızla diğer hayvanlara ve insanlara da bulaşıyor. Nasıl bulaşıyor insana? Çok kolay, pastörize edilmemiş süt ve az pişmiş et, çiğ sütten peynir, krema tüketerek, ciltteki kesiklerden, yaralardan, brusella bakterisi ile kontamine olmuş havayı solumaktan, hasta hayvanın sıvısının insan gözüne teması ile… Brusella bulaşıyor da ne oluyor?
Diyorlar ki, brusella bulaşmalarının %90’ında bir belirti görülmez, ya da çok hafif belirtiler oluşur. %10’unda ateş, sırt ağrısı, kas ağrıları, tüm vücutta ağrı ve sızlama, iştahsızlık, kilo kaybı, baş ağrısı, gece terleme, halsizlik … Malta humması veya Akdeniz humması denilen hastalık işte… Bazen kronikleşiyor, belirtiler tedaviden sonra bile yıllarca devam edebiliyor, kronikleşme sonucu artrit (eklem romatizması) ve kalpte iltihaplanmalara yol açabiliyor).
Bizim Yusuf’un hayvanlarına brusella bulaşmış.
Annesinin her yeri ağrıyor.
Bu gibi durumda ahır karantinaya alınıp, kapatılır.
İnsanlar da hastaneye.
Oradaki hasta hayvanlar da devlet tarafından satın alınıp, imha edilir.
Eeee…?
Birini tarım müdürlüğü geldi aldı.
Sonra…?
Bana hasta hayvanın bedeli diye 10 milyon ödediler.
On milyon mu…?
Hee…!
On milyon ne şimdilik Yusuf…?
Şimdilik değil abi, hepsi 10 milyon.
Şimdilik olan sensin Yusuf, o para doğru değil.
Heee… 10 milyar dı de mi…?
On milyar da değil.
Anla abey… Bir milyar işte…!
Şimdilik Yusuf’u anlıyoruz.
Sonra..?
Sonra hayvanı kesip kavurma yaptılar, kavurma olunca mikrop ölüyormuş.
Eee diğerleri ne oldu…?
Baktım hayvan başına 10 milyon veriyorlar, verir miyim hayvanı o paraya?
Ne yaptın vermedin de?
Öbür hayvanları kaçırıp başka yerde baktım, hayvanlar iyileşince kasaba sattım.
Nerden anladın iyileştiklerini?
(Brusella’yı tespit etmek ancak laboratuvar koşullarında ileri tetkiklerle mümkün).
Anlaşılıyor … Baktım hayvanın iştahı gelmiş, “iyi bu” dedim … Anladın mı abey..?
Heee…! (bunu ben diyorum)
Yusuf’u hep birlikte anlıyoruz.
Eeee… Millet de yedi o eti…?
He valla… Yedi. Ne olacak ki?
Pişirince bir şey kalmıyor.
Zaten devlet de kavurma yapıp satıyor.
Heee…!
…
Yusuf’un komşusu var köyde.
Karşı karşıya evleri.
Onun da adı Yusuf.
Şimdilik Yusuf.
Yusuf karşıdaki Yusuf’u da bir ziyaret edelim.
Hee… yoktur abi o bugün.
Nerede…?
Karısı hasta, hastaneye götürdüler.
Ne oldu ki…?
Kadın zaten hep hasta… eklem romatizması.
Heee… (yine ben)
Yusuf’un ahırına bir baksak, açık mıdır kapısı?
Bakma abey, o da kesti hayvanları.
O da mı brusella?
Heee… zaten onun boğasından bulaştı benimkilere.
Heee… (yine ben)
…
Yine bir dağ başı.
“Talih” denilen olguyu büyük patlamadan bu yana görmemiş bir kasabadayız.
Bak sen şu tesadüfe ki, vatandaşın adı yine Yusuf.
Şimdilik ama…!
Geçen yıl bir kuduz köpek köye gelmiş, Yusuf’un iki sığırını ısırmış.
Sığırlar kuduz olup, ölmüş.
Ölülerden birini köydeki dereye attı şimdilik Yusuf.
Niye dereye attın Yusuf…?
Nere ataydım ki abey…?
Heee… ! (yine be)
Derenin suyu zehirlenmedi mi Yusuf..?
Heee…! Su akıyor abey.
Heee….!
Sizin hayvanlar o dereden su içmiyorlar mı?
Dedim ya su akıyor abey.
Heee…!
Muhtar da dereden su içmesinler bir zaman dedi ama zaten su akıyor.
Suyun akıp gittiği yerlerde zararı olmuyor mu…?
Orda da akıyor.
Heee…!
Yusuf’u tepeden tırnağa anlıyoruz.
Su gibi akıyor.
Şimdilik Yusuf diğer sığırı da kesti, kasaba sattı.
Kuduzdan ölmüş hayvanı mı verdin kasaba Yusuf?
Heee …! Bilmedik ki kuduzdan öldü hayvan.
Ama köpek kuduzdu.
Ne bilecen …?
Heee…!
Hee valla… Kestim…!
Eti alan kasabın adı da şimdilliklerden Yusuf.
Ölmüş hayvanın etini bile bile mi aldın şimdillik Yusuf?
Heee… Ne bileyim kesip getirmiş adam, “iyi” dediydi.
Ama kaçak kesim değil mi bu?
Heee…!
Kaça aldın..?
…
500 verdin mi?
Yani…!
Şimdillik Yusuf’u anlamamak mümkün mü…?
Kasap Yusuf o etin bir bölümünü kuşbaşı yaptı, bir bölümünü kıyma.
Eti kasabadaki lokantacı Yusuf’a sattı.
Böyle durumlar sık olduğundan, memlekette bir Yusuf, bir Yusuf’a “gel Yusuf bir Yusuf Yusuf durumuna girelim” demiyordu.
Bu yoksulluk içinde 40 liraya et alıp yemek yapsan, o yemeği kime satacan abey?
O gün kasabada cenaze vardı, taziye çadırı kuruldu.
Yusuf kıymanın bir bölümüyle lahmacun yapıp, taziye çadırına yolladı.
Rahmetlinin ruhuna dua ede ede, kuduz eti gelen – geçen herkes yedi.
Sonra baktılar köyün çevresinde bir sürü köpek ve tilki ölüsü.
“Bunlar nedir ey ahali…?” diye sordu Yusuf.
Dereye atılan sığır ölüsünü yemeye kalkan hayvanlar ölmüştü.
Bunun üstüne hayvanın geriye kalan etinde analiz yapıldı.
Aaa aaaa… kuduz…!
Yusuf Yusuf …
He valla… Kuduz.
Tüm kasaba karantinaya alındı. Üç de köy.
Girişe levhalar çakıldı “Burada kuduz var”.
1500 kişi günlerce aşı oldu…
Millet toptan Yusuf Yusuf …
İlahi Yusuf…!
…
Ne dağın başı, ne Doğu’nun ayazı.
Batıdayız bugün.
Bir zenginlik curcunası, bir bereket fışkırması, bir kestane şekeri, bir İskender kebabı …
Yusuf’un evinde, kuzinede kaynayan demlikten çay içiyoruz.
Yenge nasılsın …?
Ne bileyim her yerim ağrır be ya …!
Neyin var…?
Neyim yok ki…?
Yusuf da, eşi de Bulgar muhaciri. Neredeyse 50 yaşında ama görüntü 70.
Karısı daha genç ama onun görüntü de 60.
Çocuklar çekip gitmişler.
Küçük bir tarlaları var, buğday tohumunu elle atıyor tarlaya.
Dönüme 60 kilo buğday serpiyormuş (normali 20 kilo).
Verim ne kadar alıyorsun ki…?
Ne bilem, alıyoz işte 10 ölçek.
10 ölçek dediği, 150 kilo.
Attığı tohumun iki katını hasat ediyor Yusuf.
Gübre de atıyor musun…?
Heee…!
Ot ilacı …?
Heee… atmam mı…?
Yusuf külliyen zararda. Borç alıp buğday yetiştiriyor.
Odasındaki sedirin yastıkları samanla dolmuş.
“Ahıra bakalım mı Yusuf..? ”
Bakalım be ya…!
Ahırın kapısını açmamla bok kokulu bir nem yüzüme çarpıyor.
Nasıl bir şey anlatamam.
Gözlüklerin camları buhar oluyor, görmüyorum ama biliyorum ki ilk adımda boka basacağım.
Hemen geri çıkıyorum.
İkinci hamlede, güvenli bir noktaya adım atıyorum.
Tıklık tıkış sığır dolu içerisi, neredeyse üst üste duruyorlar.
Yusuf bu hayvanlara yazık değil mi?
Heee… Yazıktır tabii… Yazık… Ama bize de yazık be ya…!
Yusuf’u anlıyoruz be ya…!
Bok deryası içinde bir tarafta yayık, peynir, kaymak, yağ … Hayvanların su içtiği oluğun yanıbaşında çuval içinde peynir, yeni yapılmış.
Üstüne taş koymuşlar, peynir olgunlaşmayı bekliyor.
Hayvanlar onun üstünde su içip, kafayı salladıkça salya sümük peynire.
Yenge ağrıdan sızıdan kalkıp gelemedi.
Yusuf bu peyniri yiyene yazık değil mi?
Doğal be ya… ! Baksana hayvan buracıkta, peynir ahacık, dibinde olur be ya…!
Duvarın dibinde pet şişelere konulmuş sütler duruyor.
Boka gömülmüşler.
Yusuf bunlar ne…?
Şehirdeki insanlara arabayla süt taşıyom be ya… Doğal süt seviyolar biliyon mu?
Niye buradalar?
Nere koyam be yaa …? Doğal bunlar.
Hepimiz Yusuf’uz ama Yusuf’u anlamıyoruz.
Yusuf’un var olma mücadelesini anlamadan, Yusuf’u sevmek mümkün değil.
Heeee….!